Eve dönüşün yolu: Gazzâlî tasavvufu nasıl bilirdi?

MUHAMMED YAZICI
Abone Ol

Sübkî’nin Tabakâtü’ş-Şâfiiyye’si gibi bazı kitaplarda İmam Gazzâlî’nin Ebu Ali Fârmedî’ye talebelik ettiği, tarikatla onun vasıtasıyla tanışıp ibadet ve nafileleri onun kılavuzluğunda yerine getirdiği yönündeki bilgiler problemli gözüküyor. Zira Fârmedî’nin vefat tarihi olan 477 (1084)’den on yıl sonra Gazzâlî tasavvufa yönelmiştir. İkisinin de Tûs şehrinden olması ve görüştüklerinin bilinmesi bu ihtimali gündeme getirse de Gazzâlî’nin kitaplarında Fârmedî’den çok az bahsettiği ortadadır.

Şeyhsiz Tasavvuf

Gazzâlî’nin tasavvuf tarikinde şahsi gayretiyle yol aldığını, herhangi bir şeyhe ve mürşide itimad ve intisap etmediğini söyleyebiliriz.

O halde Gazzâlî’nin tasavvuf tarikinde şahsi gayretiyle yol aldığını, herhangi bir şeyhe ve mürşide itimad ve intisap etmediğini söyleyebiliriz. Ki kendisi de müstesna eseri İhyâ’da bu iş için lazım olan vasıfları haiz bir şeyhin artık kalmadığını kaydetmiştir. Onun için Hâris el-Muhasibî, Cüneyd el-Bağdadî ve Ebubekir Şiblî gibi ilk dönem sufilerinin izinden gitmek, onlardan ilham almak yeterli olmuştur. Felsefî literatürü kendi başına iki yıldan az bir sürede hatmeden, derin ontolojik mevzularda orijinal analizler yapacak ve sağlam eleştiriler getirecek kadar bu alanda hâkimiyet kazanan bir azim ve yetenek abidesinden tasavvufî yönde aynı tavrı görmek şaşırtıcı olmasa gerek. Süreci kendisinden dinleyelim.

Tasavvufa yönelişi: Elde edilemeyene iştiyak

“Şerî ve aklî ilimlerde uzun teşrik-i mesaim sonucunda Allah Teâlâ’ya, peygamberliğe ve ahiret gününe yakîn imanım oluştu. İmanın bu üç esası, araştırılmış belirli bir delille değil, aksine sebeplerle, karinelerle ve sayısız tecrübeyle bende derinleşti. Artık anlamıştım ki nefsi heva ve hevesten kesmekten ve takvadan başka ahiret saadetini ummanın yolu yoktur. Bütün bunlar da kalbin dünyayla alakasını koparmasından geçiyordu. Bunun da altında şöhret ve maldan kaçınmak, dünyevî meşguliyet ve münasebetlerden uzaklaşmak yatıyordu.

Sonra dönüp kendi hâlime baktım; dünyevî münasebetlere dalmış bir haldeydim. Amellerime baktığımda -ki en güzelleri, ders ve eğitim vermektir- ahiret yoluna faydalı olanlara değil, mühim olmayan ilimlere yöneldiğimi gördüm. Ders vermekteki niyetim, halisane Allah rızası değildi; bilakis muharrik unsur, makam talebi ve namımın yayılmasıydı. O zaman uçurumun kenarında olduğumu anladım. Ahvalimi telafiye çalışmadığım takdirde ateşe düşmem an meselesiydi.”

“Bu dönemden itibaren bütün dikkatimi sufilerin yoluna verdim ve anladım ki onların yolu (tarikatı) ancak ilim ve amelle tamamlanır. İlim benim için amelden daha kolay olduğundan sufilerin kitaplarını mütalaa etmeye başladım. Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kûtü’l-Kulûb’ünü, Hâris el-Muhasibî’nin kitaplarını; Cüneyd’den, Şiblî’den ve Ebu Yezîd el-Bestamî’den ve onların meşayıhından -Allah ruhlarını takdis etsin- nakledilen dağınık hâldeki müktesebatı inceledikten sonra ilmî maksatlarının künhüne vakıf oldum. Öğrenme ve işitme yoluyla hâsıl olacak şeyler benim için hâsıl olmuştu. Bundan böyle daha hususi bir gayenin peşindeydim: Öğrenmeyle değil, ancak zevkle, halle ve sıfatların değişmesiyle ulaşılacak şeylere ulaşmak…”

On yıllık uzlet ve riyazet rıhlesi

İkram ve takdir görmeye başladığı bölgeden hemen ayrılır, insanlardan uzak kalacağı ve tanınmayacağı başka bir yere giderdi.

Gazzâlî nefisle mücahede yolculuklarına malî perhizle başlar. Sahip olduğu malları dağıtır. Geriye yalnızca kifayet miktarını ve çocukların azığını bırakır. Onun gibi uzun yıllar tedrisatla meşgul olmuş, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, binlercesine vaazu nasihatte bulunmuş, şöhreti İslam âleminin her tarafına yayılmış nüfuzlu ve çok yönlü bir âlim için rıhle demek makamdan, şöhretten ve maldan kaçış demekti. İkram ve takdir görmeye başladığı bölgeden hemen ayrılır, insanlardan uzak kalacağı ve tanınmayacağı başka bir yere giderdi. Uzlet, halvet, riyazet ve nefis tezkiyesi mücadelesiyle geçen senelerin bir bölümünde Dımaşk Mescidi’nde itikâfa çekilmiştir: “Kapıyı üzerime kilitleyip minareye çıkar, gün boyu burada kalırdım.”

Gazzâlî’nin insanlardan, şöhretten ve gösterişten bu kadar sakınması, bunların nefiste afetlerin en tehlikelileri olan ucub ve kibir doğurmasına dayanır. Fakir kisvesinde yaşadığı dönemde bir gün Emevî Camisi’nin avlusunda halktan biri oradan geçmekte olan müftü grubuna bir fetva sorar. Müftülerin cevap veremediğini fark eden Gazzâlî, doğru cevapla adamı irşad edecek kimsenin bulunmadığını görür ve dayanamayıp adamı çağırır, cevap verir. Müftüler pejmürde kılıklı birinin kendilerinden daha bilgili olmasına şaşırırlar ve adama ne cevap aldığını sorarlar. Açıklama üzerine Gazzâlî’nin yanına gidip kendilerine özel ders vermesini isterler. O da ertesi gün için söz verir ve geceleyin o bölgeden ayrılır. Zira kendini beğenip ucba kapılacağından korkmuştur.

Yine bir gün Emîne Medresesi’nde ders esnasında bir hocanın “Gazzâlî şöyle der” şeklinde konuşmasına rastladığında böbürleneceğinden endişe edecek ve oradan gidecektir. Büyük mutasavvıf, mütekellim, fakih ve ıslahatçı kendi ifadesiyle on yıl bu şekilde uzlet ve halvet dönemi geçirmiştir. İbnü’-Cevzî bu süreçte Gazzâlî’nin sadece kitap istinsahı ücretiyle karnını doyurduğundan bahseder. İhyâu Ulûmiddin gibi birkaç eserini bu süreçte kaleme almıştır.

Tasavvufa yaklaşımı: Külliyen Allah’ta fani olmak

Tasavvuf mefhumu umumi çerçevesi itibariyle Gazzâlî’nin nazarında fıkıh mefhumundan pek farklı değildir. İhyâ’dan takip edelim: “İlk asırda fıkıh ahiret yoluna, nefislerin afetlerinin ve amellerini bozan şeylerin inceliklerini bilmeye, dünyanın hakirliğini hakkıyla idrak etmeye, yoğun şekilde ahiret nimetleri için gayret göstermeye kullanılırdı. “Ta ki dinde fıkh etsinler ve döndüklerinde kavimlerini uyarsınlar…” ayeti buna delalet etmektedir. İşte bu uyarı ve korkutmanın sağlandığı şey, fıkhın kendisidir. Yoksa boşanma, köle azadı, lanetleşme, alışveriş ve kiralama konularının detayları değil. Bunlarla uyarı ve korkutma hâsıl olmaz; bilakis uzun süre sadece bunlarla ilgilenmek, kalbi katılaştırır. (…) Ben fıkıh ismi zahir hükümlerle ilgili fetvaları kapsamaz demiyorum; fakat bundan çok daha umumi bir muhtevaya sahiptir.”

Buna rağmen Gazzâlî’nin tasavvufu belli kavramları ve konu detaylarıyla zühd ve vera’ başlığıyla işlenen ilk dönem takva muhassalasından farklıdır. Örneğin ilk dönemler olmayan ve bu literatürün temel kavramlarından sayılan “fena” olgusuyla karşılaşırız. Gazzâlî’nin vechesinde sufilik diğer meslek ve meşreplerden şöyle ayrılır: “Yakînen bildim ki sufiler özel olarak Allah Teâlâ’nın yolunda yürüyenlerdir. Yaşantılar içerisinde en güzel, onlarınkidir. Yolları yolların en doğrusudur. En arı, duru ahlak da onların ahlakıdır. Gerek zahirlerinde gerek bâtınlarında bütün hareket ve sükûnetleri peygamberlik nurundan alınmıştır. Yeryüzünde peygamberlik nurundan öte aydınlanılacak bir nur yoktur. Özetle, işin erbabı tarikatın ilk şartı olan temizlik ve arınma konusunda şunu söylerler: O, kalbi bütünüyle Allah Teâlâ’dan gayrısından temizlemektir. Tarikatın anahtarı, kalbi külliyen Allah’ın zikriyle doldurmaktır. Tarikat yolunun sonu ise yine bütünüyle Allah’ta fani olmaktır.”

Ebu Hâmid’in Dımaşk, Kudüs, Halîl, Mekke ve Medine’yi kapsayan uzun tasavvufî seyahatleri sonunda vardığı kanaat, sufiliğin bir hal erbablığı olarak kısaca tahliye ve tezkiye anlamına geldiğidir: “Yakînen bildim ki sufiler hal erbabıdır; kavl ashabı değil. Onların amellerinin hülasası, nefsin engebelerini aşmak, onun yerilen ahlaklarından ve pis sıfatlarından arınmaktır. Nihayetinde kişi kalbini Allah’ın gayrısından boşaltmaya ve Allah’ın zikriyle donatmaya nail olur.”

Mutasavvıfların hata ve tahrifleri

Gazzâlî’nin sufilerin kimi şathıyâtı ve tahrifâtı, gurur ve cehaleti karşısında sessiz kalması düşünülemez.

Elbette sahih İslam’ı müdafaa adına felsefecilere ve bâtinîlere köklü eleştiriler getiren fikrî ıslahatçı Gazzâlî’nin sufilerin kimi şathıyâtı ve tahrifâtı, gurur ve cehaleti karşısında sessiz kalması düşünülemez. Hatta o dinin bütün alanlarında bozulma ve zayıflamanın olduğunu belirtirken tasavvufun külliyen ortadan kalktığından, övgüyle bahsettiği sufiliğin o gün için mevcut olmadığından bahseder: “Bütün din işleri fesada uğramış, zayıflamıştır. Tasavvuf hariç. Çünkü o külliyen kaybolup gitmiştir.İlimin bozukluğu -ne kadar kötü âlim de olsa- bozukluğu şahsi yaşantısındadır, ilminde değil. Amel etmediği durumda dahi âlim olarak kalır. Zira amel, ilimden başka bir şeydir. Tasavvuf ise kalbi tamamen Allah için boşaltmak, Allah dışındakileri önemsiz görmektir. Özü kalbin ve uzuvların ameline döner. Amel fesada uğradığında asıl da yok olur.”

Bunun sonucunda Gazzâlî, peşinden gidilecek meşayıhın kalmadığını belirtir: “Şehirler, ilminde ve yaşantısında kendisine uyulacak bir şeyhten yoksun kalmıştır.” Bu mahrumiyetin nedeni, hasta kalplerin -ki Allah’ın diledikleri müstesna bütün kalpler hastadır- bizzat tabibi konumundaki âlimlerin de hastalığa yakalanmasıdır. Hasta doktor, az kere ilaca yöneldiği için yara devasız kalmış, hastalık müzmin hale gelmiştir.

Sistem kurucu büyük üstadın kendi dönemi sufilerinin genel karakteristiğini çizdiği şu tespitler önemlidir: “Bu devirlerdeki çoğu mutasavvıfın iç dünyası, fikirlerin ve amellerin inceliklerinden mahrumdur. Yalnız kaldıklarında ne Allah Teâlâ ile ne O’nun zikriyle ünsiyetleri olmaz. Bir meslekle uğraşmayan, meşguliyetleri olmayan tembel kişilere dönüşmüşlerdir. Üşenmeye alıştıkları için iş yapmak onlara ağır gelir. Kendi emekleriyle geçinmek yerine insanlardan istemeye ve dilenmeye meylederler. Şehirlerde onlar için bina edilen ribatlar hoşlarına gider, topluma hizmetle memur edilenleri emirlerine amade kılarlar; onların akıllarını ve dinlerini hafife alırlar. Verdikleri hizmetten tek amaçları riya, desinler ve namlarının yayılmasıdır. Çok taraftar ve tabilerinin olduğunu ileri sürerek insanlardan isteklerde bulunur, bu şekilde mallardan yararlanırlar. Bütün bunlarla iyi bir şey yaptıklarını zanneden bu insanlar, Allah’ın buğzettikleridir.”

Mutasavvıfların bozulması bu şekilde sapmanın birinci nedeni ya da tezahürü ise ikincisi gurur (aldanış, kanma) ve cehalettir. Üçüncü sırayı ilahî aşkla ilgili batıl iddialardan şerî lafızları zahir manasından batinî tevillere çevirmeye kadar farklı şekilleri bulunan şathlar ve vahdet-i vücud düşüncesi (ittihad) alır. Daha sonrasında Gazzâlî’nin şiddetli eleştiriler getirdiği sufi tavrı, teklifin yani dini sorumluluğun bazılarından düştüğü yönündeki anlayış ve şeriatla hakikatin arasını ayırmaktır. Bunların birçok örneğiyle Gazzâlî’nin muhalled telifi İhyâu Ulûmiddîn’de karşılaşırız.

Gazzâlî sufilerin bütün problemlerinin temelinde cehaletin ve tarikat yolunu sahih şekilde yürümemenin yattığını söyler. Onun sahih şekli, ancak ilimden sonraya alınmasıdır. Bu doğrultuda ekseri cahil sufi, avam bir yana, fakih, muhaddis ve müfessir gibi âlim sınıflarına da küçümseyerek bakmaktadır: “Bütün bunlar bir takım yanlışlara ve vesveselere dayanır. Şeytan sufileri bunlarla aldatır. Zira onlar sağlam bir ilmî altyapı oluşturmadan, din ve ilimde liyakatli bir şeyh ve üstadın izinden gitmeden nefisle mücadeleyle meşgul olmuşlardır.”