Geldik, bir de ne görelim? İstanbul'u çoktan vermişler!

DURSUN ALİ TÖKEL
Abone Ol

Hiç görmediğimiz İstanbul’u niye vermiyorduk, bize onu vermemeyi kim öğretmişti, bunu hangi eğitimle başarmıştı, neden biz bilmece için bile olsa İstanbul’u vermeyi bir namus, biz haysiyet, adeta bir iman meselesi haline getirmiştik?

Küçükken, küçücük bir köyde, küçücük evimizde, elektrik diye bir şey yokken, gaz lambasının duvarlarda bir heyûla gibi titreyen ışık gölgeleri altında, sobasız evimizin mangalla ısınmaya çalıştığımız küçücük bir odasında, ablamın ulu nezaretinde ondan masallar dinlerdik.

Bu masallarla kâh yerin yedi kat altına iner, kâh Kaf dağına kanat çırpar, kâh Sinbat’la ulu ummanlara yelken açardık. O masallarda coğrafya yoktu, sınır-mınır, gümrük-mümrük, harita-marita yoktu; pasaport da yoktu. Biz o masalları dinlerken, sadece küçücük köyümüzle sınırlı kalmazdık; o masallar bize derdi ki: Semerkant bizimdi, Buhara bizimdi, Bağdat, Şam, Mısır, Merv, Kandahar bizimdi. Çocuk aklımız o masallarla yedi kıtayı bir anda dolaşır gelirdi.

Uzun kış geceleri, akşamın dörtte, yatsının altıda bittiği saatlerde evlerde neler yapılırdı?

Bazen abamın ulu nezaretinde, masallara ara verir bilmeceler dünyasında seyru sefer ederdik. Uzun kış geceleri, akşamın dörtte, yatsının altıda bittiği saatlerde evlerde neler yapılırdı? Televizyon yoktu, elektrik bile yoktu, evinde pilli radyosu olanlar bahtiyar insanlardı. Bir şeyler yoksa onların yokluğunun getirdiği başka bir şeyler muhakkak vardır. İşte o varların en büyük hazinesi bizler için masallar, bilmeceler, bulmacalar, kelime oyunları, isim-şehir bulmalardı.

Masalları nasıl suspus, kılı kırk yaran bir dikkatle dinliyorsak, bilmeceler faslında tam aksine o kadar hareketli, cevval, tartışmacı, münazaracı, işkilli, şüpheli, ikircikli idik. Konuşuyor, tartışıyor, soru soruyor, cevap veriyor, akıl yürütüyor, muhakemede bulunuyor, sonuçlar kestiriyorduk; ne çok şey öğreniyormuşuz meğer!

Bazen ne yaparsak yapalım bilmecenin cevabını bulamazdık, mızmızlanır, oyunbozanlık yapar, zaman ister, biten zamanı yeniden başlatma bahaneleri arardık ama nafile, bazen cevap sanki Kafdağı’na çıkardı da, onu bize getirecek bir Keloğlan lazım olurdu.

Masallardan öğrenmiştik ki Kafdağı’na ancak Keloğlan gidebilirdi.

Masallar derdi ki…

“Keloğlan da şimdi nerden çıktı?” demeyin; masallardan öğrenmiştik ki Kafdağı’na ancak Keloğlan gidebilirdi, başkaları değil! Peki neden? Nedeni şu: Başkaları aklını kullanmayı bilmiyordu, Keloğlan ise nerde olursa olsun muhakkak aklını kullanarak bir çözüm buluyordu.

Bana romanını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim
Cins

Mesela bin bir engeli aşarak Kafdağı’na ulaşan Keloğlan, tam oradaki saraya girecekken kapının bir tarafında, önünde ot bulunan bir itin, diğer tarafında ise önünde et bulunan bir atın olduğunu görüyordu. Başkaları aptalca, bu hayvanların arasından sıvışacaklarını düşünmüş olacaklardı ki, tam geçecekken açlıktan kudurmuş hayvanlar tarafından parçalanmışlardı. Oysa Keloğlan ne yapmıştı: Nazikçe ve dikkatlice yere doğru eğilmiş, atın önündeki eti itin önüne, itin önündeki otu da atın önüne koymuş ve hayvanlar korkunç bir iştahla yemeklerini yerken kendisi usulcacık aralarından sıyrılarak saraya girivermişti.

Ablam, işte tam da böylesi anlarda derdi ki: “Allah bize aklı niye verdi? İşte böyle zamanlarda kullanalım diye. Bak unutmayın, muhakkak bir yol vardır.” Evet, ben bunu hiç unutmadım. Masallar diyor ki, “Çözümler sorunlardan daha çoktur. Çözüm için muhakkak bir yol vardır, Keloğlan’ı takip etmeye devam edin!”

Hiç görmediğimiz İstanbul’u niye vermiyorduk, bize onu vermemeyi kim öğretmişti?

İstanbul'u vermek mi?

Peki, bir bilmecenin cevabını bilemeyince ne oluyordu? Hiç de iyi şeyler olmuyordu.

Bir bilmecenin cevabını bilemeyince ve bütün ipuçları da tükenince, ablam sıralardı:

  • “Konya’yı ver, cevabı söyleyeyim.”
  • “Bursa’yı ver, cevabı söyleyeyim.”
  • “İzmir’i ver cevabı söyleyeyim!”

Vermeye yanaşmazdık, ama bir müddet sonra merak galip gelir, kaç şehir isterse süklüm püklüm verirdik. Lakin bazı bilmecelerde, cevap artık tümüyle imkânsız hâle gelir, verilen şehirleri ablam beğenmez illâ da İstanbul’u isterdi. İşte o anda kıyamet kopar, velveleler duvarları döver; küçücük bedenlerimiz adeta aslan kesilir, isteğin bizde uyandırdığı dehşetle salvolara başlar, kâh kükrer, kâh pençeler; o küçücük köyde, o küçücük evde, o küçücük aklımızla İstanbul’u vermeye yanaşmazdık, asla yanaşmazdık! Yere girsindi bilmecesi de, cevabı da, İstanbul verilir miydi hiç? Kim ki İstanbul’u verir “hâin” ilan edilir, bir düşman muamelesine uğrar ve gördüğü tepki üzerine aldığı cevaba kat’a sevinemez, boynu bükük, sesi kısık, bin pişman, öyle kalakalırdı.

Hiç görmediğimiz İstanbul’u niye vermiyorduk, bize onu vermemeyi kim öğretmişti, bunu hangi eğitimle başarmıştı, neden biz bilmece için bile olsa İstanbul’u vermeyi bir namus, biz haysiyet, adeta bir iman meselesi haline getirmiştik?

Atalarımız, Peygamberimizin müjdesine nail olmak için asırlarca o surların diplerinde “Şefaat, şefaat!” diye ruhanî istimdatlarla teslîm-i rûh eylemişlerdi. Şimdi bizler, onların torunları, o surların diplerinde “İnşaat, inşaat!” diye inlerken işin vahametini asla anlayamayacağız.

Bir Rüya: İstanbul'a gelmek

İstanbul da Müslüman Türk medeniyetinin -daha şümullü konuşalım- İslam medeniyetinin hülasasıdır.

Medeniyetlerin hem beyni hem de kalbi olan şehirler vardır. Mesela bugün için Paris, Fransız; Londra, İngiliz; Roma, İtalya akıl ve medeniyetini hülasasıdır. Nasıl bir damla, okyanusun bütününü temsil ederse bu şehirler de her şeyiyle medeniyetlerini temsil ederler. İstanbul da Müslüman Türk medeniyetinin -daha şümullü konuşalım- İslam medeniyetinin hülasasıdır.

“Azizim İstanbul yaşanacak değil, gezilip hemen dönülecek yerdir. Orada yaşamaya karar vermen için aklını yemiş olman lazım. Herkes oradan kaçmaya çalışıyor!”

Bu yüzden Asya steplerinden hacca niyet için yola çıkan hacı adayları İstanbul’a uğramadan gitmezlerdi. Önce İstanbul’un gezip tavaf eder, bilahare kutsal topraklara seyru sefer ederlerdi. İstanbul’suz bir hac yolculuğu mu olurdu hiç?

2008 yılında, Yahya Kemal’in ellinci ölüm yıldönümü için gittiğimiz Üsküp’te kardeşlerimizle tanışmıştık. Onlar İstanbul’dan geldiğimizi duyunca nasıl da duygusal bir haşyete bürünmüşlerdi, İstanbul’a gitmek, bir rüyaydı onlar için. Birisi “Biz hacca gitmeden önce bir İstanbul’a uğrarız” demişti.

Geçen yıl gittiğimiz Kazakistan ve Özbekistan gezisinde de bu haşyet ve hayret haline tanık olmuştuk. Nereden geldiğimizi sorduklarında “Türkiye” deyince bir duraklıyor, “İstanbul” deyince uzun bir “Ooooo!”ların eşliğinde kollar açılıyor, yüzlerini tarifsiz bir mutluluk halesi bürüyordu. Bunları romantizm olsun diye söylemiyorum, böyle oluyordu.

Tıpkı çocukluğumda “İstanbul’a gitmek” sözünün bizde uyandırdığı bir masal ülkesine yolculuk hissi gibi. İstanbul’a gidilir miydi, orası gidilen bir yer miydi, bu şehir hâlâ yaşıyor muydu, yeryüzünün hangi kutlu coğrafyasındaydı, gitsek bizi kabul eder miydi, İstanbul’a gitmek sevaptı muhakkak ama ayrılmak günah mıydı? Bunları “fantazi” olsun diye yazmıyorum, çocuk dünyamızın büyüklerle yapılan sohbetlerinden kalan kırıntılar bunlar.

“İstanbul’a taşınmak mı? Deli olmalısın, trafik çile, hayat çile, hele hele kalabalıklar…”

Bir rüya nasıl bir kâbusa dönüştü?

2015 yılında, Samsun’daki memuriyetimden emekli olup İstanbul’a gelmek bahtımıza düştü. Bu fikri kendilerine açtığım her kişiden istisnasız şu cümleleri duydum:

“Ne! İstanbul’a mı taşınacaksın, sen deli misin?”

  • “İstanbul’a taşınmak mı? Deli olmalısın, trafik çile, hayat çile, hele hele kalabalıklar…”

“Azizim İstanbul yaşanacak değil, gezilip hemen dönülecek yerdir. Orada yaşamaya karar vermen için aklını yemiş olman lazım. Herkes oradan kaçmaya çalışıyor!”

Hele bu cümle beni çok sarsmıştı: Bütün ümmetin gelmeye can attığı bir kutlu beldede yaşayanlar nasıl olur da oradan kaçmaya çalışır, anlamadım.

Bir Fransız için Paris’e, bir İtalyan için Roma’ya, bir İngiliz için Londra’ya, bir Rus için Moskova’ya, bir Mısırlı için Kahire’ye gitmek de böyle miydi acaba! Tamam, İstanbul artık başkent değildi, ama onun da ötesinde milletin bütün tarihsel değerleri oradaydı. Yarattığımız medeniyet oradaydı, kutlu insanlar, Ebu’l-Feth’ler oradaydı; öz mimarimizin, öz sanatlarımız en ihtişamlıları oradaydı, Peygamberimizin kutlu sancaktarı, ilk ev sahibi mübarek sahabe oradaydı. “Müslüman Türk kimdir?” diye sorulsa, bu soruya kâmil manada ancak İstanbul “Ben!” diye cevap verebilirdi. Oradan kaçmak niyeydi?

İstanbul'u vermişlermiş meğer

Biz, bir küçücük köyde, küçücük aklımızla İstanbul’u korumaya çalışırken meğer birileri İstanbul’u vermişmiş, bize kala kala maalesef imgesi kalmışmış...

İstanbul’un kalbini kazanmadan, kalıbını kazansak ne olur:

Arabesk filminde Müjde’nin, çaresizlik içinde kendini sevdiğinden ayıran zalim patrona cevabı şuydu:

“Bedenime sahip olabilirsin, ama ruhuma asla!”

  • O, İstanbul’u verenler sadece vermekle kalmamışlar, İstanbul’un bedenini de iğfal etmişler, ruhunu da. Şimdi biz döküntüler arasından bir İstanbul inşasına çalışıyoruz…

Ama bir şey göğe çekilmişse, yerde cesedi kalmış demektir. Şimdi o cesedi süslemeye çalışıyoruz. Fırsatınız varsa, Japon ölü defnetme törenlerinin anlatıldığı, o muhteşem Departures filmini izlemenizi istirham ederim. Şu an İstanbul’a yaptığımız odur!

Bizim hüznümüz, ıstırabımız, trajedimiz, en az İstanbul’un bu hâle gelmesine sevinenlerin duygu şiddetinde olmadıkça, meselenin vahametini asla kavrayamayacağız.

Gerçekten nasılsın? Dursun Ali Tökel
Cins

Atalarımız, Peygamberimizin müjdesine nail olmak için asırlarca o surların diplerinde “Şefaat, şefaat!” diye ruhanî istimdatlarla teslîm-i rûh eylemişlerdi. Şimdi bizler, onların torunları, o surların diplerinde “İnşaat, inşaat!” diye inlerken işin vahametini asla anlayamayacağız.

Zamanında İstanbul’u almaya can atanlar, İstanbul’u bir iman meselesi haline getirmişlerdi; şimdi İstanbul’u korumak bizim iman meselemiz mi, değil mi?