Gezegenin tamahkâr çocukları örgütü

MUSTAFA AKAR
Abone Ol

Bu tahammülfersa hayatımızın bilgelerinden biri Sarı İmam. Erbakan şehre gelince onun camiinde namaza durur. Bir Cuma vakti iki yıl önce. Hoca safların arasında. Sarı İmam tekbiri almaya elini kaldırıyor ve şehrin hafızasına şu tekbiri kazıyor: “Erbakan da aramızda Allahuekber.” Ehli Sünnet’in en çılgın imamlarından biri o. Uzun sakallarıyla sabah namazına bisikletiyle geliyor. Kur’an öğretmek için çocukları manzaralı tepelere çıkartıyor. Hutbelerinin hepsi olay. Fena Fenerli

İslamcılık kalecinin gole çıkması gibidir

Kaleci Necati

Ey aşk, ey aşk Meltemle birlikte uçan aşk Orada bir çiçek, bir pencere ve bir resim var Beni onlara götür ey meltem

Feyruz

Gecenin ikisi. Oda ağzına kadar dumana batmış, sanırsın bir şimendifer, puf puf edip ırganıp yerinden kalkacak, dalgaların ortasına doğru şahlanacak. Yirmi metre kare odaya üç kişi sığınmış. Radyodan Feyruz’un sesi yükseliyor, eritilmiş lastik tadındaki kederleri okşuyor, cilalıyor, parlatıyor. Dışarıda yeni yıkanmış çarşaf kokan bir gece, uğuldayıp kuduruyor. Pencerenin önündeyim ve aklım üç karış yukarıda bir ufo gibi şaşkınlığa iyi gelecek şarkılar ışınlıyor. Paçalar çamurlu, ayakkabılar laci. Dışarıda bizi Anadol pikap bekliyor. Ve ansızın telefon çalıyor, ahizedeki ses Saffet abinin. Kızgın, heyecanlı, ayda tek maaşla üç aileye bakacak kadar güçlü ve metanetli seslerden bir ses: Zindan, arkadaşları toparla, fabrikayı aldılar, yarın işe başlıyorsunuz.

Her şey o kadar hızlı oluyor ki hayatımızda, şaşmaya vaktimiz yok. Geleceğe Dönüş filminde gibiyiz. Tarihi değiştiremesek de, kendimize yeni kazak alacak kadar talihimiz döndü diyorum Kaleci Necati’ye. Necati pek acayip bir adam. Allah’ın muhabirlerinden biri o. Kader için en iyi manşetleri atıyor yetim hayatı. Önüme bir liste uzatıyor Saffet abi. Tüm fakir fukara var listede. Hepimizi işe alıyorlar kâğıt fabrikasında. Dava delilerinin mutluluğu kuşkulu ama olsun. Saksı güzelleri, küpe çiçekleri, akşam safaları Kaleci Necati’nin en sevdiği çiçeklerden. Yalnız çiçeklerin adlarını biliyor, onları bağda bahçede görse tanımaz. İlkokuldan gedikli ama çiçek adları ezberliyor boyuna. Öyle mutlu oluyormuş. Sebebini ben de bilmiyorum, neyime. Saffet abi ısrarlı. Akşama teşkilat toplantısı var. Necati’yle Yılmaz’ın kahvesinde kaçak çay içip tartışıyoruz. Altı şekerle çay içiyor Necati, bana gelen şekerleri taca atıyorum Necati görmesin diye. “Zindan, bu fabrika işi aklıma yatmadı” diyor. Liseden beri bana Zindan derler. Alıştık bu Zindan takısına. Dünya zindanını çağrıştırıyor. “Sarı İmam’a gidelim” diyor Necati. En iyi o bilir. Bu tahammülfersa hayatımızın bilgelerinden biri Sarı İmam.

''Sarı İmam'' lakaplı Aşkı Usta Hocaefendi 2017 yılında aramızdan ayrıldı.

Erbakan şehre gelince onun camiinde namaza durur. Bir Cuma vakti iki yıl önce. Hoca safların arasında. Sarı İmam tekbiri almaya elini kaldırıyor ve şehrin hafızasına şu tekbiri kazıyor: “Erbakan da aramızda Allahuekber.” Ehli Sünnet’in en çılgın imamlarından biri o. Uzun sakallarıyla sabah namazına bisikletiyle geliyor. Kur’an öğretmek için çocukları manzaralı tepelere çıkartıyor. Hutbelerinin hepsi olay. Fena Fenerli. Bir hutbe sırasında yoldan geçen birine Fener maçının sonucunu soracak kadar hem de. Camideki halıların deseninde bile kanaryalar cuş ediyor. Mitinglerde en çok o bağırıyor. Bosna için hatim indirmeyen imamlara kötü sövüyor. Çok sigara içiyor. Sigarası sarı Camel.

  • Akşamları iş çıkışı Necati’nin Anadol pikabına atlayıp dönüyoruz şehre. Kasetçalarda muhakkak Feyruz takılı oluyor ve açık olan camlardan dışarıya simit susamları gibi yayılıyor şarkı: Nahna Wal Amar Jiran...

Yediveren, devetabanı, camgüzeli. Necati kulağıma fısıldıyor yine. Sarı İmam namazı bitirdi, selamı verdi, geldi yanımıza. Dışarı çıktık. Anlattık olan biteni. Sarı Camel’deki develere bindirdi bizi, bir çöle götürdü Sarı İmam ve Bakara 249’u okudu:

  • “Tâlut ordu ile hareket edince ‘Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka’ dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla birlikte olanlar ırmağı geçince, (geride kalanlar) ‘Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok’ dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler ise şu cevabı verdiler: Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir.”

Dışarıda yeni yıkanmış çarşaf kokan bir gece, uğuldayıp kuduruyor. Pencerenin önündeyim ve aklım üç karış yukarıda bir ufo gibi şaşkınlığa iyi gelecek şarkılar ışınlıyor.

Necati donmuş gibi boşluğa bakıyor. Gel, gidelim artık diyorum. Anlayacağımızı anladık. Partiye gidiyoruz. Daha merdivenlerden başlıyor kalabalık. Teşkilata başka zaman uğramayanlar fabrika meselesini duyunca akın etmişler. Biri bizi içeri sokmuyor, Necati’yi zor tutuyorum adama kafa atmasın diye. Gardenya, karaçalı, zambak... Kulağına fısıldıyorum ki geçsin siniri. Allem edip kallem edip Saffet abinin odasına geçiyoruz. Bunlar kim diyorum. Sessiz bakıyor yüzüme. Mecbur çalışacaksınız diyor. Yarın başlıyoruz işe. Kâğıt fabrikası Aksu ovasına yatmış kocaman bir canlı gibi. Beni puvantörlüğe alıyorlar, Necati’yi tomruk servisine. Şöyle oluyor süreç: Ağaçlar geliyor budanıyor, sonra havuza yatırıyorlar yumuşasın diye. Ardından tomruk servisine geliyor küçük parçalar halinde. Orada soyuyorlar ağaçları ve makaralara veriyorlar. Makaralar fabrikanın girişindeki kazana çıkarıyor tomrukları. Kazan bilmem kaç derece ısıyla cayır cayır yanıyor her daim. Orada selülozla karışıyor tomruklar. En tehlikeli yeri fabrikanın. Karışım hamura dönüyor ve fabrikanın ortasına doğru uzanan dev motora doğru ilerliyor. Hamuru inceltiyor motor ve soğutuyor. Ucunda da işçiler çıkan hamuru sarıyorlar. İşte kâğıt böyle çıkıyor. Fakat bu süreç için geceli gündüzlü bir sürü işçi çalışıyor. Biz de onlardan biriyiz. Aklımda en çok “Dağların kokusundan fabrikalar acıkınca” dizesi var İsmet Özel’in, sanırım bizim için yazmış diyor Necati. Gece vardiyalarında itfaiyecilerin yanına gidiyorum. Orada Espiyeli Salih var. Marksist kuram kitapları okuyor sürekli. Sohbeti çok derin ve muhakkak çayın suyunu 20 dakika kaynatıyor. Değme, suyla beraber biz de kaynayalım, diyor. Dolabında 14 çeşit Çin çayı var ve aklında karmakarışık meseleler. Bir de Ankara’dan gelen bir ekip var. Kim olduklarını bilmiyoruz. Ama acayip huylanıyorum onlardan. Necati de huylanıyor ama mesele çıkmasın diye söylemiyor, biliyorum. Saffet abinin yanına gidiyorum, yorgun ve çileli. Ankara’dan gelen ekip işleri tıkıyor sürekli. Fabrikayı çalıştırmak değil de, baltalamak istiyorlar sanki.

Akşamları iş çıkışı Necati’nin Anadol pikabına atlayıp dönüyoruz şehre. Kasetçalarda muhakkak Feyruz takılı oluyor ve açık olan camlardan dışarıya simit susamları gibi yayılıyor şarkı: Nahna Wal Amar Jiran... Necati bana söylemese de anlıyorum, Feyruz’la aralarında bir şeyler var.

Kasımpatı, müşkülüm, zülfüarus. Gecenin koyu ıssızlığına çiçek adları fısıldıyor Necati. Mutluluk diyorum Necati’ye, aklıma hep limandan ayrılan bir gemi silueti getiriyor. Gemi, motorlarını çalıştırıp uzak denizlere doğru hareket ediyor ve işte mutluluk dediğimiz şey de geminin limandan çıkana kadar geçirdiği o kısacık süre. Anadol pikabı dörde takıyor Necati ve Karadeniz’in dalgalanmış saçlarını karıştırır gibi geçiyoruz şehri. Abi diyor Necati, İslamcılar düzenden pay mı almak istiyorlar yoksa düzeni değiştirmek mi? Misal bu fabrikayı düşün. Burayı yönetebilecek mi Milli Görüş? Milli Görüş, diyorum Necati’ye biraz da mühendislikle yakından alakalıdır. Çok yol yapmak, pek çok fabrika kurmak, ağır sanayi hamleleri ve durmadan kalkınmak fikri gözümü korkutuyor bazen. O kadar gerideyiz ki, kalkınmadan nasıl olacak, diyor Necati. Kalkındığımızda senin Anadol pikabın en kalkınmamış şey olacak ve sonunda arası samanla doldurulmuş kaputu eşeklere yem olacak, diyorum. Ölürüm de Şahin almam, diyor Necati. Mesele tam da burada parlıyor, diyorum Necati’ye. Anadol’la ve Feyruz’la senin aranda bir yakınlık var. Çok kalkınırsak o yakınlık yetmeyecek, başka şeylere de yakın olmak isteyeceksin. Anadol’u Şahin’le, Feyruz’u Loreena McKennit’le değiştireceksin. Aniden firene koyuyor Necati. İslamcılık, diyor, kalecinin gole çıkması gibidir. Gole çıkacağım bir maç gelmesin abi, ben savunmada kalayım yeter. Tamam diyorum, kızma. Şakayık, fulya, mahmur… Çiçek adlarını duyan Necati, Anadol pikabı ikiye takıyor, Feyruz, Nassam Aleyna’ya geçiyor. İsimlerimizi unutacak kadar mutlu oluyoruz, gemi henüz limandan ayrılmamış çünkü.

Aradan üç-dört ay geçiyor. Zamanın devasa külliyatına katkıda bulunarak ömürden yiyoruz. Fabrika karmakarışık. Ankara’dan gelen ekip yönetimi ele geçiriyor. Teşkilatın adamları çaresiz. Teker teker kovuluyoruz. Sürekli müdür değişiyor ve üretilen kâğıdı satamıyorlar. Sarı İmam’la mahalledeki çayevindeyiz. Siz diyor, Sarı İmam, Gezegenin Tamahkâr Çocukları Örgütü’sünüz. Bundan sonra bu kısaltmayı kullanıyoruz: GTÇÖ. Duymak, uymak demektir, diyor Sarı İmam. Uyuyoruz ve başlıyoruz hikâyeye. Hayatımız bir besteye ya da şiire değil, büyük bir romana dönüşsün istiyoruz. Çünkü klasik romanlardaki gibi fırtınalı bir hayatımızın olduğunu düşünüyoruz. Fabrikadan kovulan fukaranın içinde hasta olanlara yardıma koşuyoruz. Elimizdeki para yetmeyince Sarı İmam bir zenginden destek alıyor. Anadol pikabın arkasında attığımız giysi ve kumanyayı ulaştırıyoruz bir şekilde. İlk defa, diyor Necati, bir şeye yaradığımı hissediyorum. Sınır köylerine çıkıyoruz pikapla. Muhtarlarla konuşup köyün yoksullarını tespit ediyoruz. GTÇÖ adlı bir dernekten geldiğimize ikna oluyor muhtar. Büyük yardımlar değil bunlar kuşkusuz. Espiye’ye gittiğimiz bir gün fabrikada itfaiye bölümünde çalışan Salih’i buluyoruz. Onu da atmışlar işten. Küçük bir bakkal açmış kendine. Bize 42 numaralı çaydan yapıyor ve suyu yine uzun uzun kaynatıyor. Elindeki Sezai Karakoç’un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü kitabını uzatıyor bana. Altı çizili bir iki cümleyi okuyorum:

  • “Özel mülkiyetin ve teşebbüsün ve ölçülü rekabetin tanımlanması, devletin kişi hayatının yıkıcı bir baskıyla karışmasını önlüyor, kâr faktörü ekonomik şevki yansıtıyor, öte yandan faiz yasağı emeksiz kazanca bir sınır çekiyor, zekat başlı başına sosyal bir regülatör olarak, kapitalizmde beliren sınırlar arası uçurumun oluşumuna engel oluyor, israf yasağı istihlake bir dizgin vururken, cihat şuuru, hayır kavramı, istihsali toplumun ve bütün insanlığın yararına destekliyor.”

Tüm insanlığın hayrı için, diyor Necati ve GTÇÖ’nün küçük planlarını anlatıyor. Salih çok mutlu. O da katkı sunuyor. Öyle bir süre gidiyor bu yardım işi. Partiyi liberaller basınca tüm desteğimiz sönüyor, üstelik bir gün Necati’nin ümmetin parasını Anadol pikabın tamirine yatırdığına dair bir safsata yayıyorlar. Çok üzülüyor Kaleci. Güç bela teskin ediyoruz ve gizlice devam ediyoruz işe. Bir akşam mahalle kahvesindeyiz. Ben, Kaleci Necati ve Sarı İmam. Hayatının başıyla sonunu birbirine karıştıran ihtiyarlar gibiyiz. Sarı İmam’ın kısa Camel’iyle yeni hikâyelerin içinde bata çıka ilerliyoruz. Fabrika kapanmış. Teşkilatın delileri dağılmış. Her şey çok bulanık. Gece ikide halı sahada maç var. Necati yırtık kaleci eldivenlerini seviyor. Sarı İmam sobanın üstünden taşan alevlere dalmış, Ali Almış Sancağını Eline ilahisini mırıldanıyor. Bu şehirden gideceğim ve tüm anılarımı en yakın dostlarıma emanet edeceğim. Bunu daha söylemiyorum kimseye. Anadol pikabın kasasında üç tane mont bekliyor fukara için. Beş kilo da pirinç var dağıtılacak. Ben gidersem kim yapacak bu işleri diye geçiriyorum içimden. Koyu, orta şekerli bir pişmanlık kaplıyor içimi, denizden kopmuş bir damla gibiyim o an.

Siddhartha hayat ırmağına hayretle bakarken bilge salcı, elini usulca Siddhartha’nın sırtına dokundurur ve ‘Artık bilensin, peki şimdi’ der. Kaleci Necati evlendi ve bir tamirhane açtı. Saffet abi ve Sarı İmam kervana binip göçtüler. Anadol pikabı satmadı Necati. Köyde fındık zamanı kullanıyor. Her yıl orasını burasını değiştiriyor sürekli. O da, onun direniş biçimi. Çok sıkıldığımda Necati’yi arayıp çiçek adları sıralıyorum: Hüsnüyusuf, anakokusu, öksüzoğlan. O da bazen bir Feyruz şarkısı dinletip kapatıyor telefonu hiç konuşmadan, anlıyorum onun aradığını. Bir gün Sarı İmam’ı da alıp Feyruz’u canlı dinlemek için Beyrut’a gitme hayallerimizi hatırlatıyor sürekli. Haritada iki ayrı nokta olsak da; aramızda dağlar, nehirler, uzun yollar olsa da, dostluk böyle de güzel. Ansızın yere düşen, bir anlık şaşkınlıkla siper almamıza yol açan atkestaneleri gibi.