Göçüyoruz!

MAVİ ÇINAR
Abone Ol

Dünden bugüne yaşanan trajedi içinde mültecinin kim olduğunu fotoğraflarla tanımlıyoruz. Dikenli teller, yeniden inşa edilen Berlin duvarları, sahillere vurmuş balıklar kadar gündemde kalamayan şişmiş bedenler, üşümesin diye koyulduğu karton kutu içinde ölen bebek...

  • "Ey buradan içeri girenler; bütün umutlarınızı geride bırakın"
  • /İlahi Komedya

Felsefe artık doğru-yanlış kavramlarının içini dolduracak ayırımlara sahip değil. Din adamlarının ise bilimi sırtlandığı mevsimlerden geçeli çok oldu. Oysa berrak düşünce için felsefe disiplini almış beyinler kullanılmalıdır. Siyasete bulaşmamış, edebiyat koklamış, tarih bilincinde, kendiyle vakit geçirecek kadar kendinde... Son yıllardaki mülteci politikaları, "beyin göçü" kavramı ve "göç etiği" değerlendirilmeleri, bu berraklık isteyen alanlarının başını çekmekte. Öyle bir hâldeyiz ki "göç" üzerine replikler tutarlılıklarını arıyor ortalıkta döne döne. Üstelik beklenen o kavuşma "İlahi Komedya" sayfalarından çıkıp sufi bir dinginliğe geçer gibi de görünmüyor.

  • "Cenneti ve cehennemi arıyordum, dünyanın ve sonsuzluğun ötesinde. Görkemli bir ses yankılandı göklerde:
  • "Ne arıyorsun?
  • Cennet de sendedir, cehennem de!"

Hikâye kadim. Göç. İnsanlık tarihi kadar, bilim tarihi kadar eski bir olgu. Kayıt altına alınmış kısmı M.Ö. 600'de, göçün yönünün Atina'ya döndüğü yıllarda başlar. Seyahat etmenin birkaç saatlik uçuşlara karşılık gelmediği ve türlü tehlikeler arz ettiği yolculuklara rağmen, yolun da öğrettikleri alınıp kapısına dayanılan, durdurulamayan, "dost başına" dilenecek bir öğrenci göçü altında kalır Atina. Üstelik öğrenci olmanın kalıplaşmış bir yaş aralığı da yoktur. Bugün, geriye doğru bakılınca bilimin ışığının Yunan'da olduğu zaman, tüm beyin göçlerinde olduğu gibi bu göç hareketiyle de tutarlı kalmıştır. M. Ö. 300'den sonra, Potelemi hanedanlığı döneminde ışık İskenderiye'ye geçer ve yine başlangıcını bir "beyin göçü" çeker. İskenderiye hem hızlı hem de uzun yıllar hüküm sürecek bir ilim merkezi hüviyeti kazanır. Bilginin yanında getirdiklerinin farkında olan bilge yöneticiler ile kurulan gerçek bir muasır medeniyet seviyesi yükselir Yunan'dan gelen ışık göçünden. Nasıl mı? Önce Aristo'nun öğrencisi Demetrios ile fizikçi Straton cömert teklifler ile refah ve ferah yaşam şartları sağlanarak şanı büyük İskenderiye Kütüphanesi ve Müzesi'sinin başına getirildi sonra istihdamının bilim insanlarıyla sağlandığı kütüphane, tüm bilim dünyasının cazibe merkezi hâline geldi. Neye değer verirsen onun büyüyeceğini bilen hikmet sahibi hükümdarlar ilmi kutsadıkça, bilgi de refah da onları kutsamaktaydı.

MS. 500 tarihinden sonra ise İran'ın doğusu dünyanın yeni bilim, sanat, düşünce ve araştırma merkezi hâline geldi ve Cundişapur'da kurulan üniversite dünyanın her yerindeki hatta özellikle Hristiyan alemindeki araştırmacı, fizikçi ve bilim adamlarını cezbetti. 8 ve 9. Yüzyıllarda, Emeviler ve Abbasiler zamanında Şam ve Bağdat için de aynı yöntemler kullanılarak ışığın yükseldiği cazibe merkezleri yaratıldı. İşte ancak bu mirası bilenlerin, Bağdat bombalanırken elleri ayakları uyuştu, Şam metruk bir hayalete dönüşürken kalpleri buruldu, Beyrut çığlık attıkça ruhlarının müzikleri sancıdı...

  • Dedim ki:
  • "Yasınla, gözyaşınla
  • başbaşa kal ey lanetli,
  • tanıdım seni çamurlar içinde olsan da."

Bizden bir beyin göçü hikâyesinde ise Fatih Sultan Mehmet vardır. Fethettiği İstanbul'undaki, "felsefe haramdır", "Farabi kafirdir" diyen adamların otorite kabul edildiği 21. yüzyıl'ın karşısında; başta felsefe olmak üzere, sanat ve edebiyata karşı duyduğu yakın ilgi neticesinde, o zamana kadar sadece İslam dini ile ilgili bilgilerin öğretildiği medreseler yanında, ilk defa, bütün bilgilerin verildiği bir medrese olan Enderun'u kuran Sultan; Yunanca ve Latince bilen bilginler getirir, eğitim dilini çoklu yapar, bilim insanlarını hızla İstanbul'a toplar. İşte o gün o kadim ışık, hem doğu topraklarında hem batı topraklarında ilk defa Fatih'in İstanbul'unda parlar.

  • "Niye yükseklerde uçuyor ruhunuz, gelişmesi bitmemiş tırtıllar gibi kusurlu böcekler olduğunuzu bilmiyor musunuz?"

Bugün ise "bilgi sahibi olmak" artık bir motivasyon değil. Çıkarlarla çakallar yönetiyor krizleri. Kozmopolitanizmin yani evrenselciliğin temsilcileri olan, açık sınırları savunan insanlar; anglosakson söyleme mesafeli duran "ulusalcılar" ya da "komüniteryenistler" olarak anılan ve ülke sınırlarının meşruluğunu savunanlar birbirilerine karşı pozisyon alıyorlar. Evrenselciliği hakkı gören Suriye'li bilim adamı Kanada'ya giderken; savaştan dolayı ailevi veya formel herhangi bir eğitim alamayanların Türkiye'ye gelmesinin karşılığı etikte aranır mı bilinmez ama mevcut etiği bozduğu acı bir gerçek. Tıpkı, insan haklarının oluşturduğu bağlayıcı ortak norm ve değerler olduğuna inanmak isteyenlerle beraber olanların, kendi ülkeleri dışındaki ulusal devletler için geçerli kıldığı dayatmaları görecek kadar basiret gerektiği gerçeği gibi.

İşte ancak bu mirası bilenlerin, Bağdat bombalanırken elleri ayakları uyuştu, Şam metruk bir hayalete dönüşürken kalpleri buruldu, Beyrut çığlık attıkça ruhlarının müzikleri sancıdı...
  • "Başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu, başkasının merdiveninden çıkmanın ne denli zor olduğunu göreceksin."

Yani, yardıma muhtaç kişilere yönelik insan hakları temelindeki yükümlüklerden bahseden Cenevre Konvansiyonu'nu yazanlar kendilerine faydalı olacak "Beyin Göçü"nü ülkelerine toplarken, yardıma gerçekten muhtaç olanları, yine yardıma muhtaç olmasını diledikleri ülkelerin ve özellikle Türkiye'nin başında tutmak istiyor gibi görünüyorlar. Bu yüzden, "Savaş ve iç savaştan kaçan mültecilere öncelikli olarak komşu ülkelerde koruma sağlanması ve ilticaya neden olan çatışma, savaş veya iç savaş sona erene kadar bu korumanın uluslararası toplum tarafından finanse edilmesi gerekiyor" şeklindeki anlaşma maddesinin, göçe sebep olanlar, savaşın nerede çıkacağını belirleyenler hatta savaşı çıkartanlar tarafından yazıldığını unutmadan yürümek gerekir.

GÖÇ ETİĞİ

"Göç etiği" özelinden önce, hangi etiğin insana dokunduğu hatta etiğin insana bu dünyada değil semavi dinlerin yanlış uygulamaları ile diğer dünyada dokunduğu sorunu geliyor sanırım. Zekat olmasa öz kardeşinin açlığını doyurmayan bir Müslüman için etik bir akıldan söz edilemez zira. Cennet umudu veya cehennem korkusuna yaslanmış bir ego vardır ortada. Çünkü ahlâk kalbe bırakılıp, akıl sadece kendi çıkarlarını korursa onun adı etik değil çatışma olur. Ki olan da hep budur!

  • "...puta tapardan farkınız, bir yerine yüz puta tapmanız."

Spinoza etiği, durumu aydınlatmak için öncü alınabilir. Ona göre kişi doğal durumunda tutkularının esiridir, aklının yardımıyla bu esaretten kurtulabilir. Bu sebeple akli davranmakla ahlâki davranmak aslında aynıdır. Bu "bilgi" vurgusu John Locke'da da aynıdır. Hatta "güç istenci" kavramı ile açılan Nietzsche etiği de aynı tutarlılığı taşır ve etiği aklı olmayan bir "maneviyat" içinde veya "öte dünya" inançlarını temel alarak değil gerçek ve yaşayan dünyada tanımlar. Daha anlaşılır ifadeyle, "aklınla değil vicdanınla hareket et" diyenlere gülümseyerek şöyle der: Aklın sana kötü olanı söylüyorsa bu akıl kavramının suçu değil senin aklının ve dolayısıyla vicdanının kirliliğidir. Vicdan başka akıl başka olur diye bir saçmalık şizofrence bir düalizmdir. "Özünde iyi bir insan" olmaz! Özünde iyi olanın fiili de iyidir, aklı da iyidir, fikri de iyidir... Etik de zaten tam olarak buna karşılık gelir ve özü-sözü bir olanın kendisi ile tutarlı eylediğidir.

Etiğin göç üzerine görevi ise yardıma ihtiyaç duyan insanlara eşit imkân sağlama yükümlülüğüdür. Bu tartışılabilir bir akıl istenci veya vicdandan ibaret bir görev değildir. Anayasa mahkemesinin kararı da, uluslararası yasalar da, ahlâk da, sebeplerini tartışmaksızın destek olmak gerektiği üzerinde birleşir. Tartışılması gereken, hem göç alan hem göç eden için olabilecek daha iyi çözümlerin var olup olmadığı olmalıdır.

  • "İnsan özgür olmadan, huzurlu ve mutlu olamaz."

Fark etmemiz gereken, çok daha az yardımla çok daha büyük ve faydalı değişimleri sağlayacak yardımların göçün oluşmadan sağlanması ile mümkün olduğudur. Çünkü, dünyanın en yoksul kesimi denilen, günlük bir dolar altı dünya gelirinden payı olan kesimin göç lüksü bile yoktur. Bunlara yapılabilecek desteğin en etik ve akılcı bölümü göçü durdurmak olmalıdır ve göç etiği de bunu gerektirir. Aksi hâlde "gelsinler zor işlerde onları kullanırız" diyen ulus devletler bu politikalarının bedellerini en ağır şekilde ödeyecek gibi görülmektedir.

Sağlaması için şu örneği verelim: Dünya Bankasının hesaplarına göre dünyadaki ülkelerin gayrı safi milli hasılalarının yüzde 0,5'i tüm dünyayı günlük iki dolar alım gücü seviyesine ulaştırabiliyor. Küçücük bir yüzde dünya nüfusunun neredeyse üçte birinin maruz kaldığı sefaleti bitirmeye yetebiliyor. Bu kadar basit çözümlerin tercih edilmeyip göçlerin sürekliliğinin sağlanması "göç" olgusunun altında yüzlerce farklı çıkar ve çakal aramak gerektiğini basitçe ispatlıyor. Zira en yoksul kesimin büyüklüğü ve küçük dilimin elindeki gelir düşünülünce, ilkokul seviyesi bir matematik bilgisiyle bile kıtalar arası göç yoluyla yoksulluğun ortadan kalkmasının imkânsızlığı ayan beyan ortadadır. Ayrıca göç veren bölgenin özellikle beyin göçü bağlamında kaybının telafi edilmesi gerekliliği de vardır ki bu daha da imkânsızdır.

Etik olan da akıl içinde olan da birdir hülasa. Bugün "göç etiği" kavramı, cesetleri sosyal medyada paylaşmak için değil, göçleri engelleyip veya ıslah edilen bölgelere geri çevirip medeniyetlerini iade için çalışmalıdır. Fakat koca dünyayı ikiye bölüp barış içinde yaşayamayan iki insan olan Habil ve Kabil'in soyundan geldiğimiz gerçeği, etiği değil çıkarları düzenliyor. Dünden bugüne yaşanan trajedi içinde mültecinin kim olduğunu fotoğraflarla tanımlıyoruz. Dikenli teller, yeniden inşa edilen Berlin duvarları, sahillere vurmuş balıklar kadar gündemde kalamayan şişmiş bedenler, üşümesin diye koyulduğu karton kutu içinde ölen bebek...

  • Ah be:
  • Keşke yuvarlak olmasa da şu dünya; oturup bir köşesinde dinlensek!
  • "Ve şeytan Dante'ye şöyle dedi
  • Tanrı'yı tanısaydın, sen de ihanet ederdin"