Göğümüzü kaybetmeden

MUSA YAŞAROĞLU
Abone Ol

Merhum Zarifoğlu’nun “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.” cümlesini herkes bilir mi bilmem ama ben ilk duyduğumda nasıl da sarsılmıştım. Zira gökyüzü ve maviyle hep farklı bir gönül bağımız vardır.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk-3) ayetini hayatıma indirdiğimde de çok etkilenmiştim. Göğün bu denli beni etkileyişinde sanırım çocukluğumu şehir hayatında değil de köyün tertemiz havasında geçirmiş olmamın büyük etkisi var. Çünkü hayattaki ilk adımlarını doğanın, doğallığın, yeşilin ve mavinin sahici ikliminde yaşamış herkes anlar ne demek istediğimi.

Baharın gelişi, derelerin dağlarda eriyen karların coşturmasıyla kendinden geçişini, koyun ve kuzuların ayrı düşmenin hüznüyle meleyişini ve buram buram çiçek kokan yeşillikler arasında çiğdem toplamayı bilenler, gökyüzünün maviliğine de aşinadırlar. O mavilik ki öyle puslu veya sisli, griye çalan toz bulutları ardından görülen bir mavilik değildir hiçbir zaman. Pürüzsüz ve asude bir duruşla parıl parıl parlayan bir maviliktir bu.

Gündüz güneşin aydınlattığı o maviliğin gecesinde de bu kez üstünüze yağan yıldız kümelerinin büyüsüyle kendinizden geçersiniz. Büyülü bir manzara önünde dilini yutmuşların hayranlığıyla gözlemlediğiniz yıldızlar, önünüzü bir kandil gibi aydınlatırken ay da eşsiz ışıltısıyla yüreğinizde birçok şiir biriktirir. Yine merhum Behçet Necatigil’in “Yıldızlara Bakmak” adlı radyo tiyatrosunda gözlemevi müdürünün o ürpertici sorusunu hatıra getirmemek mümkün müdür? “Yıldızlara bakmadan nasıl yaşanır ki?”

Sahi bugünün şehirli insanları olarak bizler gökyüzünü, mavilikleri ve yıldızları görmek konusunda soracak sorularımız olduğunu düşünüyor muyuz? Yahut sorulacaklara verecek bir cevabımız var mıdır? Mesela “Gökyüzüyle aranız nasıl?” dese birisi bize, ne diyeceğiz ki ona? Nasıl da iç acıtıcı bunlar değil mi? Çağın “her şeye sahip” olduğunu düşünen, kibirli ve nobran şehirlilerine karşı kocaman bir kahkahanın ardından şunu demek gerekmiyor mu: “Sen ki gökyüzüne, yıldızlara bakmaktan aciz olan… Sen nasıl büyük kaybettiğini bile bilmiyorsun.”

Evet, biz bu çağın “çokbilmişleri” olarak adım adım, farkına bile varmaksızın çok büyük kaybettik. Göğümüzü de maviliklerimizi de yeşilliklerimizi de kaybettik. Her birimize reva görülen koca apartmanlar, beton kuleler ve plazalar ortasında renklerimizi yitirmeye bile isteye razı geldik. Öyle bir kabul ediş ki bu geriye dönülmesi mümkün olmayan… Şimdi biz ve çocuklarımız, onların çocukları ve ondan sonrakiler betona gömülmüş şehirlerin, yeşilsiz ve renksiz sokaklarında; puslu ve tozlu gökyüzünde kusursuz bir mavilikten uzak ve de yıldızları görmeden geçireceğiz ömürlerimizi. Bunu biz tercih ettik. Biz kendi ellerimizle daha çok kazanmanın hırsıyla pervasız bir iştahla kendimize kendimiz ettik. Bu gerçeği, “Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir.” (Nisa-79) ayeti bize çok net ifade ediyor.

Her şeye rağmen, her paldır küldür ve kötü gidişe rağmen bu yazı için bile daha da kötüsünü dilimiz varmamalı. Kim bilir belki bir gün… Belki bir çocuk, bir genç apartmanlar arasından göğe başını kaldırır da bir kuşun kanadına takılıp gidercesine maviliğe hayran kalır yeniden. Belki o an, o çocuğun veya o gencin yüreğinde yeniden yeşerir doğanın sesi, toprağın kokusu, yıldızların dili. O vakit belki bizler, o çocuğun gözlerinden, o gencin yüreğinden en baştan başlayarak bir kez daha öğreniriz göğe bakmayı. O hâlâ orada, aynı ihtişamla, aynı sükûnetle bizi bekliyor. Belki bir gün yeniden bakarız birlikte yıldızlara, maviliklere. Ve belki o zaman kaybettiklerimizi bulamasak da geride kalanlara miras olacak bir bakış armağan ederiz: Göğe çevrilen, umutla dolu bir bakış…