İç harp

​İSMAİL ERDOĞAN
Abone Ol

Hikâye bir köyde başlıyor. Resmin ve ressamın olmadığı bir köyde bir çocuk ressam olacağım, diyor. Kimse bir şey anlamıyor. Kimse dikkate almıyor. Bir tek babaannesi. İlk destekçisi ve ilk eleştirmeni...

-Cihad-ı Kebir'in Bel Kemiğindeki İzdiham-

Fragman-1

Resim malzemesi olmadığı için kömürle çimento kağıtlarına resim yapan çocuk!

Fragman-2

Belki bir gün cami olur düşüncesiyle La Sagrada Familia'nın kulelerinde ezan okuyan bir çılgın

Fragman-3

Sultanahmet'teki galerisinde trans hâlinde resim yaparken kendine yakalanan bir deli/dahi!

Fragman-4

Çiftliğindeki atölyede yeni başladığı 11 tablo için ilham perisini bekleyen ihtiyar delikanlı. Sayısız fragman içinden 4 tane. Ne en beliğ olanları ne en sıradan. Her hâli beliğ her hâli sıradan. Kendi standartlarıyla kendi sıradanlığını oluşturmuş bir ben-i insan. Hikâye bir köyde başlıyor. Resmin ve ressamın olmadığı bir köyde bir çocuk ressam olacağım, diyor. Kimse bir şey anlamıyor. Kimse dikkate almıyor. Bir tek babaannesi. İlk destekçisi ve ilk eleştirmeni… Çocuk içindeki susuzluğun farkında. Bir güneş yükseliyor içinde. Neye karşılık geldiğini anlamasa da bir şeyler hissediyor. Hayatı boyunca peşini bırakmayacak o hisler rehberi oluyor ve kimsenin resim yapmadığı, hatta resme muhatap olmadığı bir yerde bir çocuk ressam olacağım diyor.

Oluyor!

İçindeki aşk dışarı taşıyor ve çocuk ressam oluyor. Dışarı çıkmaktan ziyade patlayan aşk hayatının resmi/remzi oluyor. Resim aşk oluyor, meşk oluyor, vecd oluyor ve dışarıya patlıyor. Onu, bir devenin sırtında görüyoruz hikâyesinde, bir timsahın. Bazen tavuklarına ders verirken, bazen talebelerine resim öğretirken. Farklı hâllerde karşımıza çıkıyor. Farklı hâllerin eti, kemiği oluyor. Hâlden hâle geçerken resim yapıyor. Hâlden hâle geçerken resim kendinde geçit yapıyor. Renkler bazen üstünde, bazen tuvalde, bazen gür sesinde açıyor. Sonsuz armoninin peşinde oradan oraya akıyor renkler. Bir zuhurat hâlidir gidiyor. Her an zuhur eden bir güneş gibi aydınlanıyor onun kalbi. Kafada lambalar yanmaya amade bekliyor. Fısıltılar ve taşkın nehirler. İlham nasıl gelirse gelsin açık bir beden ve ruh gelişini bekliyor. İç Harp, bu bekleyiş anlarından birinde zuhur ediyor. Ezelde var olan bir fikir ebede kanatlanıyor. Yüzyıllar öncesinde söylenmiş bir şiir onun elinde resime dönüşüyor. Şiirin dizeleri harbe. Harp renklere. Renkler armoniye. Armoni hikâyeye. Hikâye yeni reni renklere. Bitmek bilmeyen bir senfoniye.

Böyle başlıyor işte İç Harp'in hikâyesi. Yıl 1973. Yer Berlin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi. İhtisas yapmak için Almanya'ya giden İlhami Atalay, Joseph Beuys'un atölyesi dâhil olmak üzere bazı atölyeleri dolaştıktan sonra, sınavsız giremediği tek akademi olan Berlin Devlet Güzel Sanatlar'a girmek için başvurur. Başvuranlardan sınav için istenen bir performans sergilemeleridir. Dönem kavramsal sanatın doğup yükseldiği bir dönem. Sanat adına tarihte benzeri olmayan işlerin(tuhaf) yapıldığı ve sanatın hiç olmadığı kadar politikleştiği bir dönem. Aynı zamanda hayatın içine katılarak malzeme ve tema açısından sonsuz seçeneğin belirdiği bir dönem. Böylesi bir dönemde, geleneği temsil eden bir kuruma girmeye teşebbüs ilginç. Ama ressamın hikâyesi ve hedefleri açısından bu durum tutarlı. Ona göre sanat, hakikati aramanın bir tezahürüdür ve sanatçı olarak amacı insanlara kalıcı bir şey sunmaktır.

Bugün yapılıp yarın unutulan şeyler yerine yarın da var olan, hatta yarın yeniden var olan klasiklere imza atmaktır. Çağıyla yetinmek yerine, dünden alarak insanlığı bugüne taşımak ve yarına taşınmaktır. Hz. İbrahim'in Tanrı'yı bulma hikâyesinde olduğu gibi yitip giden şeylerden hoşlanmıyor İlhami Atalay. Kalandan ve daima kalacak olandan katreler sunmak istiyor. Akademiye girmek istemesi bu yüzden. Gerekirse yıkmak sonra. Ama bildiğini, bildiği için yıkmak. Bilmediğine düşman olmak yerine, bildiğini yeni bilgilerle yıkmak ki, sonradan şöyle diyecektir: "Akademide on senede öğrendiklerimi unutmam 20 senemi aldı." Bu söz bir sanatçının tam bağımsız oluşunu imler. Ağ ve bağlardan kurtularak kendi yolunu yürümeyi temsil eder.

İşbu temsilin başlangıcı İç Harp tablosudur.

Aydınlanma içimizde bekleyip vakti geldiğinde nasıl kuşatırsa bizi, İlhami Atalay'ın aydınlanması da doğru zamanı beklemektedir. Bu doğru zaman bir an değil, hayata hâkim olan bütün anların toplamıdır. Aydınlanma hayat boyu süren bir oluştur. Bu yüzden oldum-bittim yerine, olmaya devam eder ve olmaktayım hâlâ der insan. Sanatçının serencamı da budur. Ürettikçe var olur, ürettiklerinin üzerine yenilerini koydukça var olmaya devam eder. Sanat aşkının son bulmaması bununla ilgilidir. Goethe'nin son nefesinde "ışık, biraz da ışık" derken yaptığı göndermeyi sanatçı "sanat, biraz daha sanat" diyerek yapar. Bu düşüncelerle girer ihtisas sınavına İlhami Atalay. Sınavda bir tuval verilir öğrencilere. 12.10 metrelik bir tuvaldir bu. Zor bir tuvaldir. Boşluk ve doluluk dengesini oluşturmak için zor bir tuval.

Bir bit yeniği var burada der İlhami Atalay ve tuval üzerinde düşünmeye başlar. O düşünürken, sınava giren adaylar başlamıştır üretmeye. Süre kısadır. "Gong" sesine kadar bir şey ortaya koymak mecburi. Canhıraş bir şekilde başlar herkes bir şeyler yapmaya. Tuvalin bir köşesine odaklanarak göstermeye çalışırlar hünerlerini. O esnada düşünmeye devam etmektedir İlhami Atalay. Öğrencilerin yaptıklarını görmek için aralarında dolaşan Prof. Ulrich Knispel, İhami Atalay'ın yanından geçerken şöyle der. "Siz Türkler sadece düşünürsünüz. İş icraata gelince yoksunuzdur." İşin içinden çıkmak için zihni allak bullak olan ilhami Atalay, profesörün sözleriyle daha bir bilenir. "Düşünüyoruz der. Düşünmeden iş yapmamak için." 2 saatlik sınavın bir saati geçmiştir. İlhami Atalay'da hâlâ bir hareket yokken bir fikir gelir aklına. Fikir bir şiirle gelir. 1968 yılında okuduğu Yunus Emre'nin bir şiiriyle:

İşbu vücudum şehrine, bir dem giresim gelir

İçindeki Sultanın, yüzün göresim gelir

Yunus'un bu dizelerle başlayan şiirini ilk okuduğunda resim olarak hayal etmiştir İlhami Atalay. Ama ne zaman resme dönüşeceğini bilmemektedir. Cilve bu ya, o zaman bu zamandır ve Allah kuluna yetişmiştir. Adı İlhami olsa da ilham ne zaman gelir bilemez ressam. Bunu bilmediği için bilir haddini. Bunu bilmediği için bilmelidir ve mal etmemelidir kendine eserini. Eserin asıl sahibinden yüz çevirmemelidir. Çevirirse kalbinin çevrileceğini bilmelidir. Kalbi çevrilen ressamın ellerinin tutmayacağını bilmelidir. Nitekim yaşamıştır bunu İlhami Atalay. Bir gün atölyede resim yaparkentrans hâlinde gene- içeri birkaç turist girer ve onu izlemeye koyulurlar. İzlerken hayranlıklarını gizleyemez ve konuşmaya başlarlar aralarında.

Ne güzel bir eser bu. Ne büyük ressam derler. Kimseden etkilenmiyor ve resim yapmaya devam ediyor. Bu konuşmalara kulak misafiri olup aldırmayan ressamın egosu uyanır ve işgal içeriden başlar. İşgal devam ettikçe ressam kendisiyle övünmeye ve eserini kendinden bilmeye başlar. Tam o anda dağılır fırçası. Tablo yerle bir olur. İlham da konsantrasyon da terk eder onu. Ressam anlar hatasını. İlmel yakinden hakkal yakin mertebesine evrilir. Ve şu dizeyi yazar, Beyin isimli tablosuna: "Bu aklın yaptığına şaşmak akıl değildir. Akıllar yaratan aklı bilmeyen akıl, akıl değildir"

Sınava dönersek.

Aklına gelen şiirle işe koyulur ressam. Yan masada çalışan öğrenciye der ki; "Ben tuvalin üstüne yatacağım. Sen de kabataslak etrafımı çiz." Talebe etrafını çizer ve ortaya can çekişen bir siluet çıkar. Kendinden geçercesine boş silueti doldurmaya başlar ressam. Doldurdukça dikkatleri üzerine çeker. O kadar ki Profesör yanından ayrılmaz olur. Sınavdaki diğer öğrenciler de başına toplanır ve çıkacak sonucu merakla beklerler. "Gong" çalar, süre biter. Ortaya, herkesin birbirini kırıp geçirdiği bir savaş meydanı çıkar. Bu savaş, insanın içinde cereyan eder. Herkesin içinde cereyan eden savaşı tasvir eder ressam. Kan gövdeyi götürmektedir resimde. Kollar ve bacaklar acı sahnelerle doludur. Gövde süvarilerin cenk yeri olup hararetli sahnelere şahit olur. Bel atında şehvet orduları saldırılarıyla akın üstüne akın yapar. Zaafa düşürerek insanı alt etmek ister. Akıl sultanıdır insanın ve kuşatma altındadır. Kuşatma çetindir ama savunma da çetindir.

İnsanın insan yapan ve Allah'ın kendisinden daha değerli hiçbir şey yaratmadığı aklın cengaverleri korur onu. Resimde bu sahneleri sergiler İlhami Atalay. Bu sahneler üzerinden şöyle der: "Bu harp daimidir insanın içinde. Kendini fark ettiği gün başlayıp ölesiye devam eder." Efendimizin dikkat çektiği büyük savaştır bu. Bir harp sonrası, "cihad-ı sagir (küçük savaş) bitti şimdi cihad-ı kebir (büyük savaş) başlıyor" der Efendimiz. Bu savaşta düşman(şeytanın) orduları çetin, kılıçları keskin ve azimleri hürmete layıktır. Huzurdan kovulduğu günden beri vaadini yerine getirmek için saldırır insana şeytan. Durmadan saldırır ve Allah'ın yolundan döndürmeye çalışır. Her an tetikte ve her türlü hileye başvurmaya hazır bekler. Ama insanda öyle bir özellik var ki, ona aşk derler! İnsanın insana raptolduğu cevherdir ve kılıç olarak kuşanıldığı zaman cümle düşman ordularını kırıp geçirir. Aşkın meyvesi muhabbet bir başka kılıcıdır insanın. Ve insan muhabbetle var olur hatta insan muhabbetten var edilmiştir.

Yunus böyle söyler şiirinde. Yunus'un söylediğini İlhami Atalay resmeder. Bir şiir olur karşınızda tuval, bir resim. Şiirden resime, resimden şiire evrilir. Teçhizatlarını kuşanarak başlamıştır resme İlhami Atalay. İçinden geldiği gibi ve yoğun bir konsantrasyonla akmıştır tuvalin üzerinde. İlham yağmur, hatta sel olmuştur. Ressam için normal olan bu durum (hayatı boyunca böyle resim yapacaktır) oradaki herkesi şaşkına çevirmiş ve ortaya çıkan eser, Akademi'nin girişinde bir ay boyunca asılı kalmıştır. Diğer öğrencilere emsal teşkil etmesi için asılan tabloda başardığı şeyin gerçek mahiyetini, yıllar sonra anlayacaktır İlhami Atalay. Ama iş işten geçecektir. O gün yaptığı tabloya ilgi göstermeyecek ve galerinin penceresinden sarkıttığı zaman talip olan birine(Alman bir turist) yok pahasına satılacaktır. Hak ettiğinden çok ucuza gidecektir, hikâyesi bu kadar önemli, felsefesi bu kadar derin tablo. Yıllarca bir rulo olarak saklanmış, fotoğrafı dahi çekilmemiştir bu eserin.

Bugün, tablonun ne durumda olduğunu bilmiyoruz. Bir efsaneye hayat verdiğini biliyoruz ama nerede ve ne hâlde haberimiz yok. Haberimizin olduğu benzer kompozisyonlu tablo, ressamın Berlin Sanat Festivali için yaptığı ve üzerinde 6 ay çalıştığı tablodur. Minyatür tarzında ve göreni içine, içindeki savaşa davet eden, hatta çarpan etkisi yaparak uzunca bir süre kendisine hapseden tablo İlhami Atalay'a göre asıl tablodan uzaktır. Özenle yapılmıştır ama ilk tablonun heyecanı, gerilimi ve yüksek konsantrasyonu onda yoktur. Onun kadar başarılı değildir. Yaklaşık elli yıldır oradan oraya sürüklenen, birçok hasar gördüğü için yeniden onarılan ve ilk yapıldığında fonu griyken şimdilerde pekmez rengine dönüşen tablo galeridedir bugün ve hak ettiği yeri beklemektedir.