İman ve idrak: Nübüvvet bize neyi verir?

ÖMER TÜRKER
Abone Ol

Nebî kelimesinin kök anlamı haber vermek demektir ve büyük bir vakadan haber verdiği için peygamberin“nebî” olarak adlandırıldığı belirtilir. Bu anlamdan hareket edecek olursak Hz. Peygamber insan idrakine sunulan en büyük nimet olan varlık anlamını haber verdiği ve var oluşumuzun gayesini gösterdiği için nebîdir.

“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu/ Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu”

Yusuf Nâbî

Geçen yazıda İslam düşünce geleneğinin peygamberlikle ilgili iki önemli sorunu olduğunu söylemiş ve bunlardan ilkini yani nübüvveti ispat meselesini ele almıştık. Bu sorunlardan ikincisi, peygamberin hakikate ilişkin idrakinin mahiyeti ve peygambere ittiba eden bir müminin bu idrakten alabileceği pay meselesidir. İslam düşünürleri, peygamberliğin insan idrakine ne kattığı sorusunu, hem kendi hakikati kavrama sürecinde peygamberliğin ne gibi işlevi olduğunu belirginleştirmek hem de nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerini izale etmek amacıyla sormuşlardır. Kelam, tasavvuf ve felsefe geleneklerinin bu soruya birbirinden kimi zaman oldukça farklı cevaplar verdiği söylenebilir. Fakat bu düşünce geleneklerince verilen cevapların ortak bir paydası da vardır. Bütün cevaplar, iki noktada toplanır:

Birincisi, bilgiyle ilgilidir. Buna göre genel olarak peygamberler ve özel olarak Hz. Peygamber (s) varlığın bütününe ilişkin bir idrakle donatılmıştır. Bir ayette “peygamberlerin bazısının diğerlerine üstün kılındığı” (Bakara 2/253) belirtildiğinden bizzat ayetlerin tanıklığıyla bütüne ilişkin idrakin tamlığı ve ayrıntısı peygamberler arasında farklılık gösterir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s) ayrıcı vasfı, insanın Allah’a ilişkin bilgide tamlığı ve insan idrakine sunulan bilme imkânının son sınırını temsil etmesidir. Miraç vakası ve Hz. Peygamber’in (s) miraç benzeri tecrübeleri de esas itibariyle onun küllî bilgiyle donandığını gösterir.

Pekâlâ, bu bilgi, ne anlama gelir? Bu bilgi, Hz. Peygamber’in var oluşun anlamına ilişkin aksi alınamaz bir idrake sahip kılındığını, ilâhî inayetin manevî terbiyesiyle varlık olmak bakımından varlığın, diğer deyişle mutlak varlığın anlamını kavradığını ifade eder. Bu sebeple Türkçede Farsçadan ödünç alarak kullandığımız “peygamber” kelimesinin Arapça karşılıkları “nebî” ve “resul” kelimeleridir. Nebî kelimesinin kök anlamı haber vermek demektir ve büyük bir vakadan haber verdiği için peygamberin “nebî” olarak adlandırıldığı belirtilir. Bu anlamdan hareket edecek olursak Hz. Peygamber insan idrakine sunulan en büyük nimet olan varlık anlamını haber verdiği ve var oluşumuzun gayesini gösterdiği içinnebîdir. Peygamber, bu haberiyle insanı insan yapan şeyin kendisine ve varlığa ilişkin bu kavrayışı olduğunu öğretir. Aslına bakılırsa insanlar böylesi bir bilgiye akıl yoluyla da ulaşabileceğimizi iddia edebilirler. Nitekim İslam geleneğinde peygamberliği inkâr eden grupların başında zikredilen Sümeniyye’nin de bu iddiayı dile getirdiği söylenmektedir. Bu sebeple “resul” kelimesi, peygamberin konumuyla ilgili özel bir mülahazayı dile getirir: Allah ile kulları arasındaki elçi. Bir peygamberin elçilik vasfı, aklın ve duyuların tuzaklarından arınmış bir idrak seviyesini temsil etmesini sağlar. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s) bilgide tamlığın yanı sıra saflığı, kesinliği ve aksi alınamazlığı da temsil eder.

Allah’a ilişkin bilgi, insanın evveli ve ahirine ilişkin bilgiyi de kuşattığından Hz. Peygamber bize hem varlığımızın dayanağını oluşturan ilkeleri hem de var oluşumuzun dünya ve ahiretteki serencamını ifade eder. Âmirî ve İbn Sînâ gibi filozoflar bu özellikleri nedeniyle peygamberin mukaddes veya kudsî akla sahip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre kudsî akıl seviyesindeki peygamber, hakikatleri çabasız ve dolaysız bir şekilde kavradığından duyusal idraklerin bulanıklığından ve kıyaslarla gerçekleşen aklî idrakin sapmalarından tamamıyla korunur. Benzer şekilde erken dönem müfessirlerinden Mukâtil b. Süleyman Hz. Peygamber’i Hakkın doğuyu ve batıyı kuşatan nurunun modeli olduğunu söylemiştir. Yine İbnü’l-Arabî Füsûsu’l-Hikem’de bütün peygamberlere verilen hikmetlerin Hz. Peygamber’de derlenip kemâle ulaştığını anlatır. Bu bağlamda Hz. Peygamber’e (s) iman, Allah’a, var oluşa ve insana ilişkin en tam bilginin onun tarafından temsil edildiğine, müminlerin de onu izlemek suretiyle değişik taklit ve tahkik seviyelerinde bu bilgiye varis olabileceğine iman etmek demektir.

Hz. Peygamber bize hem varlığımızın dayanağını oluşturan ilkeleri hem de var oluşumuzun dünya ve ahiretteki serencamını ifade eder.

İkincisi, davranışla ilgilidir. İslam düşünürleri genel olarak insan hayatını yönlendiren ahlâkî ve siyasî yasaların peygamber tarafından vaz edildiğini söylerler. Bilhassa Fârâbî tarafından sistemleştirilen ve bilahare Âmirî, İbn Sînâ, Fahreddîn er-Râzî ve Nasîruddîn et-Tûsî gibi filozof ve düşünürler tarafından geliştirilen bu iddia ilk bakışta oldukça tuhaf görünür. Çünkü iddianın can alıcı noktası, hakikate ilişkin idrakin ancak bir peygamber tarafından davranış formalarına dönüştürülebileceğidir. Doğrusu, ilkece hakikat bilgisini davranış formlarına çevirmek, insanî idrakin ortak özelliğidir. Evet, üstün bir ahlâkî ve kapsamlı bir siyasî hayatta bilginin davranışa dönüştürülmesi, engin bir tecrübe ve üstün bir sezgi gücü gerektirir. Ama böylesi bir tecrübî birikim ve sezgi gücünün peygamberlerden başkasında olmadığını söylemek ilk bakışta isabetli değildir. Çünkü tarihte büyük topluluklar kuran ve yasalar vazeden etkili devlet adamları var olagelmiştir. Hal böyleyken adı geçen filozof ve düşünürlerin iddiası nasıl isabetli olabilir? Hiç kuşkusuz bütün büyük toplumlarda insan hayatının amacını oluşturan temel değer, bu değer etrafında örgütlenmiş toplum, değeri en üst seviyede temsil eden yönetici veya yöneticiler, son olarak bu değeri korumak amacıyla yöneticilerin vazettiği yasalar olduğu söylenebilir. Bütün kurucu yöneticiler benimsedikleri değerler doğrultusunda toplumu örgütler ve bu örgütü idame ettirmek için yasalar vazederler.

Fakat dikkatli bir inceleme göstermektedir ki peygamberden başka hiçbir insan, kendisinin, ailesinin, kabilesinin veya bağlı bulunduğu cemaatin çıkarlarını hakikatin önüne almaksızın yasa koyma vasfına kusursuz bir şekilde haiz olamaz. Bu bağlamda vahiy, Allah’ın insana yönelik lütfunun dış dünyadaki tahakkuk süreçlerine paralel şekilde peygamberin idrak gücünde somutlaşması demektir. Bu sebeple ilâhî lütfun insanın kemalini mümkün kılacak görüş ve davranışlara bütün insanları kuşatacak bir nesnellikle dönüşebildiği yegâne insan bir peygamber olabilir. Yine ancak bir peygamber tarafından inşa edilen erdemli toplum insanı rabbânî kemale ulaştıracak şekilde düzenlenmiş olabilir. Bu düzenin iki boyutu vardır. Birincisi ilâhî teyide ve tasdike mazhar oluşu, ikincisi ise kapsamlı oluşudur.

Hz. Peygamber’in (s) amelî hayata ilişkin tebliği, birey olarak kendisinin, kabilesinin, milletinin veya ona tabi olanların arzu ve heveslerinin araya giremediği, saf ilâhî anlamın davranış formlarına dönüşmüş hallerini ifade eder. Bu sebeple amelî hayatta peygambere ittiba etmek, bizzat Allah’ın emri ve onayıyla gerçekleştiğinden Allah’a kulluğun tamamlayıcı bir parçasıdır. Ayrıca peygamberin vazettiği ameller bütünü, sadece uyulması gereken toplumsal ve ahlâkî kuralları kapsamakla kalmaz, aynı zamanda Allah’a ibadet etmenin kalıplarını da belirler. Bu kalıpları ilk bakışta ahlâk ve hukuku aşan yahut bunların dışında bulunan ibadet türleri olarak görünse de daha derinden kavrandığında ahlâk ve hukukun kendisinden türediği nihaî değerleri de içerir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s) idrak seviyesinde tamlık ve bütünlüğü temsil ettiği gibi davranış seviyesinde de tamlık ve bütünlüğü temsil eder. Davranıştaki tamlık ve bütünlük, bir yönüyle bütün pratik hayatın metafizik ilkelere bağlı olarak inşa edilmesi anlama gelirken diğer yönüyle tek tek bütün eylemlerimizi kendisinden türetebileceğimiz uygulama örneklerini de içermesi demektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e (s) iman etmek, hem davranışların gerisindeki ilahî teyit ve tasdike mazhar olmuş metafizik ilkelere ulaşabileceğimizi hem de bu ilkelerden hareketle hayatı inşâ edebileceğimizi tasdik etmek demektir.

Şu halde Hz. Peygamber’e (s) imân ve ittiba, insanın varlık ve kendisi hakkında sahih bir idrake sahip olması ve bu idrakin gereğince hayatını inşa etmesi anlamına gelir. Hz. Peygamber’in (s) rahmet peygamberi olmasının esaslı anlamlarından biri de budur. Hayatta bundan daha değerli hiçbir şey olmadığından Hz. Peygamber bize insanlık için hayati durumu bildiren nebîdir. Bu haberi, bizâtihî hayatın kaynağından getirdiği ve O’nun tarafından tasdik edildiği için de resuldür. Bu bağlamda dindarlığın en büyük tuzağı, peygambere ittibayı yüzeyselleştirmek ve alışkanlıklara dönüştürmektir. Evet, alışkanlık ve adet haline gelmeyen din yaşanmıyor demektir. Fakat farkındalığını yitirmiş alışkanlık ve adetler de yaşayan ölülere dönüşür. Bir Müslüman için hayatta en çok ciddiye alınması gereken şey, Hz. Peygamber’de (s) tahakkuk ettiği haliyle hakikat bilgisi ve ona uygun davranışın ne olduğu ve hayatımızda nasıl tahakkuk edeceğidir. Her gün yitirip tekrar bulsak bile bu, başkasının bizim adımıza tekeffül edeceği bir çaba olamaz. Çünkü hiç kimse bizim yerimize var veya yok olamaz. Varlık ve yokluk, şahsa özel istihkâklardır.