İsmail Halis: Düşünce serüvenimizin sultanı bilgiydi

SAMED KARATAŞ
Abone Ol

Editörlük, program direktörlüğü ve yapımcılık gibi medyada birçok farklı görevde yer alan, yapımında bulunduğu belgeseller ve yeni medya içerik üretimleriyle dikkatleri üzerine çeken İsmail Halis ile gerçekleştirdiği Semerkand programı özelinde, Semerkand tecrübelerini, gözlemlerini ve düşünce serüvenimizi konuştuk.

Hocam ramazan üçlemesini bitirdiniz. Kudüs, Endülüs ve Semerkant… Yola çıkarken muradınız neydi? Başlamadan önceki niyetiniz hasıl oldu mu?

Tek bir kavram seçeceksek bu rotanın muradı kesinlikle hafızaydı. Bunu retorik olarak söylemiyorum, gerçekten hafıza ve o hafızanın keşfi. Her anın ve anın her katmanının büyük bir kıymeti var. İnsansak ve yaşıyorsak sadece onu keşfetmemiz gerekiyor. Bu sebeple Kudüs, Endülüs ve Semerkant üçlemesi tam olarak hafızanın keşfi için projelendirdiğim bir şeydi. 2016’da Kudüs’ü gerçekleştirdik, 2019’da Endülüs’te Ramazan yaptık ve 2022’de de Semerkant, Buhara’da hatta Türkistan’da Ramazan geçirdik. Hafızanın keşfi yetmiyor, hafızayı kayda da geçirmek ve yaymak gerekiyor. Bunu da yeni içerik üretim biçimleriyle söylemek gerek. Sadece bir yere gitmeniz yeterli değil. Uzun uzun okuyarak çalışmak da seyreylemek de buna dahil. Biraz bu çerçeveyle projelendirdim üç katmanı da. Hamdolsun âdeta her yönüyle tam bir üçleme yapmış olduk. Aslında Semerkant’ın gerçekleşeceği projenin tarihi 2020’ydi. Hatta biz Şubat 20’de Semerkant’taydık ekibimizle. -Ekibimiz dediğim 3 kişi- Fakat döndükten15 gün sonra ilk pandemi kaybımızı açıklandı. Proje de böylece akamete uğradı. Neyse ki 2022 yılında devam etmek nasip oldu.

Bu işe başlarken biraz da şuydu amacımız: Yayıncılık konusunda rutinleştik ve gerçekten yeni bir şeyler üretebilmemiz için rutinin sağladığı konforun dışına çıkmamız gerekiyor. Biz de sağlam bir iradeye sahip olmamız gerektiğini bilerek yola çıktık. Ve hamdolsun çok uzun süren yazışma süreçlerinden sonra yola çıkanın yolunu Allah’ın açtığını tecrübe ettik.

Bazı konuklarıma şu cümleyi kurdum onu da bu söyleşide tekrarlamak isterim: “Kıymetli hocalarım açıkçası bu yaptığımız yayınlar sadece bir araç, ben bu 45 günlük yayını 7 isim için yaptım” dedim. Hatta bir “itirafta” bulundum: “Sadece o yedi ismi hatta o yedi ismin kurucusunu Türk kamuoyunda kaç kişiye ulaştırabilirsem, araştırmalar, okumalar yapılmasına vesile olabilirsem ne mutlu bana” dedim. O yedi isim sadece bir tarikat halkasından ibaret değil. Ben bu isimlerin 900’den 1500’e kadar âdeta yeryüzünde iyi insan yetiştirme fabrikası olduklarını düşünüyorum. Bildiğimiz bütün inançları bir kenara bırakarak bile iddia edebiliriz bunu.

Tarihi 1492 olsa gerek. Ubeydullah Ahrâr’ın iki talebesi var: Abdullah-ı İlâhî ve Ahmet Emir Buhari. Bu talebeler İstanbul’a geliyorlar, oradan Kütahya, oradan Balkanlar… Ve İstanbul’daki ilk Nakşi tekkesini kuran isimler bu talebeler. Bahaüddin Nakşibend Hazretleri, onun hocası Seyyid Emir Külal, Muhammed Baba Semmasi Muhammed Arif Rivgeri, Ali Ramitani ve daha niceleri… Bu yedi ismin Buhara’da sadece 50 kilometrelik bir yerde türbeleri. Dünyada ne olduysa enteresan şekilde o 50 kilometrede oluyor ve bilgiyi orada yaşayan isimler dünyaya dağıtıyorlar.

Semerkand

Hafızayı keşfetmek ve tazelemek bağlamında sormak istiyorum: Bu üç şehri birbirinden bağımsız olarak gezdiğimizde aslında birbiriyle ilintili şehirler olduğunu anlayabiliyor muyuz? Şehirleri ortak kılan şeyler neler?

İbrahim Halil Üçer Hoca çok klas bir adamdır gerçekten. Yayında da kıymetli bir cümle kurdu. Dedi ki “Bizim haritamızın sınırı yok, çünkü bilginin seyahat ettiği her yer bizim haritamız.” Yani Bağdat da Musul da Üsküp de bizim haritamız. Bugün belki bunu dijitalizasyon sağlıyor ama coğrafyalar arasında geçmişte devamlılığı sağlayan iktidarlar da sultanlar da olmamış, bilgi yani ilim olmuş. Bu çok heyecan verici bir şey. Turistik şehirleri biliyoruz ama Keş diye bir şehir var mesela. Timur’un dünyaya geldiği şehir ve babasının mezarı orada. Keş, Semerkant Buhara kadar bilinmez. Oysa daha derinlikli bir şehirdir.

Şehirleri birbirine bağlayan ilimdir. O ilim serüvenine dalınca da sonu gelmiyor. Katmanlar sizi içine çekiyor. Bütün şehirlerin hikâyesi böyle bence. Ve bütün bu Türkistan şehirlerini birbirine bağlayan adını duyduğumuz ya da duymadığımız büyük isimler var. Mesela İmam Dârimî. Beş büyük hadis ulemasının hocası İmam Dârimî. Hadis konusunda tam anlamıyla bir bağlantı noktası. Keza Maveraünnehir’de açtığınız her kapıda karşınıza dünyalar çıkıyor. Her şehrin âdeta bir muhafızı var.

Maveraünnehir bölgesi hikâyemizin başlangıcı. Oraya gittiğinizde “Evet bir hikaye de ancak buradan başlayabilir” dediniz mi? Hikâyemizin hangi başlangıç şartlarını burası taşıyor?

Fazlasıyla taşıyor. Mesela Buhara’nın Nurata kasabası var. Selçuk bey çeşitli sebeplerle o bölgeye geliyor ve hikâye orada başlıyor. Fakat üzücü olan şu; bizim Nurata kasabasına dair neredeyse hiçbir bilgimiz yok. Sadece Selçuklu çalışan hocalarımız biliyorlar. O kasabaya gelinmeseydi belki başka bir yere gidilirdi. Nurata’nın farklı bir hinterlandı var. Çünkü Nurata’nın hemen yanı başında Yusuf Hemedanî hazretleri ve onun bölgeye bıraktığı emanetçiler var. 900’lü yıllardan 1500’lere sadece kronoloji olarak kadar baktığımızda orada başka bir hikâyenin döndüğünü çok net görüyorsunuz. İlmî anlamda âdeta yıldızlar geçidi yaşanıyor.

Nurata kasabasından çıkan bir şeyin neticesi olarak bu süreç düşünülmüş bir süreç mi yani?

Süreç vehbedilmiş bir süreç ve Allah’ın takdir ettiği bir coğrafya… Yoksa Malatya’daki bir dervişin gördüğü rüya nedeniyle Abdülhâliḳ Gucdüvânî’nin kapısını çalmasının izahı olamaz. Böyle yüzlerce olay ve isim var. Dergâhlar ve insanlar Sünnetullah’ın taşıyıcısı konumunda. Başka geleneklerden gelenler bunlara inanmazlar ama ben Fatih Sultan Mehmet ile Ubeydullah Ahrâr arasındaki bir hatta -fiziken olmasına gerek yok- iman etmiş olanlar tarafındayım.

En ilginç tarafı bunun hiçbir şekilde yönlendirilmemiş, kurumsal bir politika olmaması diyebilir miyiz?

Kesinlikle en heyecan verici olan o. Çünkü hakiki. Kadızâde-i Rumî, hocası Molla Fenârî’nin teşvikiyle Semerkant’a gidiyor. O günün koşullarından kendisine bir davet gelmeden tamamen ilmin peşine takılarak gidiyor. Burada ilim tüm sınırları ortadan kaldırıyor.

Gider gitmez kabul görmeleri de çok ilginç değil mi? Emir Buhari de Buhara’dan geliyor ve geldiğinde direkt kabul görüyor hatta hanedan damadı bile oluyor…

Tek patron bilgi çünkü. Başka isimler de var bunu örnekleyebilecek. Molla Fenari de onlardan biri. Lale Devrinde gerilemeler başladığında bazı alimler başka yönetimlere gidiyorlar çünkü tek sultan ilim ve bilgi. Gerçek sultanın bilgi olduğunun o dönem tüm ilim ehli farkında. Dahası sultanlar da bunun farkında. Ali Kuşçu’ya ulaşmak için Fatih Sultan Mehmet neler yapıyor.

Hikâye hâlâ devam edebiliyor mu ya da devam edebilmesi için bizim ona hazırlamamız gereken koşullar neler? Buhara’dan Bosna’ya uzanan o kusursuz bilgi akışını bugün tekrar sağlamak mümkün mü?

İçtenlikle söylemem gerekirse hikâye bugün devam etmiyor. Kendimizi konforlu bazı sözlerle büyük cümlelerle kandırmaya gerek yok. Birbirimizi hâlâ tanımıyoruz. Milli şairlerimizi bile bilmiyoruz. Azerbaycan’ın milli şairini Karabağ süreciyle tanıdık Elbette bu konuda gayret edenler var. Biz gözümüze çarpmayan bir konu, yazar sanki yokmuş gibi davranıyoruz. Fakat yıllardır bölgeyi çalışan önemli isimler var ülkemizde. Hayrunnisa Alan Hoca, Hayati Bice onlardan biri. Türkistan hattında oluşan hafızaya katkıda bulunmak, onu keşfetmek için çalışan akademisyenler var fakat gazeteci neredeyse yok. Bunun üstüne biraz düşünmeliyiz. Bu sadece Rus hegemonyasıyla alâkalı değil. Ne yapılabilir peki? Önce gerçekçi olmamız, romantik bakıştan kurtulmamız lazım. Duygu hikâye demektir elbette fakat dozunda olması gerek. Türkistan’da donmuş bir medeniyet havzası yok fakat coşkun seller gibi devam edebilmesi için de sadece ona dokunmamız gerekiyor. Mesela Selçuk Bayraktar birkaç hafta önce YTB’nin misafiri olarak Buhara’daydı. Kalan Minaresinde yüzlerce gence astronomi anlattı. Muhteşem bir organizasyondu ama burada bırakmamak lazım. Bunu dijitale, gençlere aktarmak ve sonra gençlerin somut bir çıktı üretmelerine zemin sağlamalı. Kısacası hikâyenin devam etmesi için hepimize rol düşüyor çünkü bu sadece bir kültür meselesi değil. Büyük haritamız için elzem başlıklardan biri.

Özellikle bu coğrafyaya karşı bakış bana çok turistik geliyor. Bölgeyi sanki yeni yürümeye başlayan bir bebek gibi değerlendiriyoruz hâlbuki orada ciddi bir kültürel birikim var ve devam ediyor bir şekilde. Siz bu bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Romantizm tehlikeli bir şey çünkü gerçeği görmeyi ve görmek isteyenleri engelliyor. Mesela Bosna’yı bugün sadece Cevapi’den ibaret zannediyoruz. Orada Muhammed Tayyip Okiç’in kabri var. Bu bölgelere yolu düşenlerin de kolaya kaçıp sadece fotoğraf paylaşarak oraların eski sahipleri olduklarını belirtmeleri yanlış. Zira “sahiplenmek” bizim temel dürtüsel ve yanlış kavramlarımızdan. Sen “kimsin ki” sahipleniyorsun? Empatiyle anlamaya çalıştığımızda makul bakış açısının şu olduğunu düşünebiliriz: Barış Manço ta 1990’lı yıllarda BBC muhabiriyle konuşurken diyor ki “Biz dünyanın merkeziyiz.” Biz dünyanın merkeziyiz duygusunu bu ülkede yediden yetmişe her çocuğa bir duygu ve doktrin olarak vermeliyiz. Fakat bu dünyanın başka yerlerine gittiğimizde rahatsız edici şeylerin ortaya çıkmasına sebep de olabiliyor maalesef. Hâlbuki bize merkez olma duygusunu veren atalarımız, bilakis bunun tam tersini yaptıkları için o bölgelerde hâlâ rüzgârımız esiyor. Çünkü dünyanın merkezi olmak sahiplikten çok sorumlulukla alâkalı. Sadece yanlarında durmalıyız, beraber uzun soluklu keşfetme ve üretme gayretine girmeliyiz. İmam Maturidi hazretlerinin türbesinin bile 1980’li yılların sonunda ihya edilebildiğini görüyoruz. Büyük oryantalist Bartholt keşfediyor İmam Maturidi’nin kabrinin bulunma ihtimali olan bölgeyi. 1980’li yıllarda orası nihayete bürünüyor ve türbesi inşa ediliyor. Ne zaman ki en az Bartholt kadar çalışan kişiler olur; 20 yıl bir meseleye, kitaba, isme, bölgeye ömür veren isimlerin sayısı çoğalır, o zaman hikâye başlar.

Türkistan’da hâlâ -yerel bir seviyede de olsa- ilim meclislerinin varlığından bahsedebilir miyiz peki?

İlim meclislerinin yaşadığını söylemek gerçekçi olmaz. Fakat özellikle Özbekistan’ın son yıllarda kendi tarihiyle buluşma noktasında attığı önemli adımlar var. Şu bilgi önemli: Oraya gitmek ve dokunmak gerekiyor. O zaman bazı şeylerle daha derin bir tanışıklık kuruyorsunuz. Bugün Özbekistan için Emir Timur şüphesiz ki en büyük isim. Ancak Emir Timur’un heykelinin yapılabildiği tarih 1997’dir. 1991’de bağımsızlığına kavuşuyor ülke, 1997’de ülkenin sadece üç yerine heykeli yapılabiliyor. Dolayısıyla ülkenin gerçeklerini bilmek gerekiyor. Mesela Taşkent’teki şehitler hatırası müzesine gittik. Hamidullah Baltabayev Hocayla Taşkent’te o müzede buluştuk. O müzede şunları öğrendik: 1937’de 30 bin gazeteci, alim, ulema, derviş, kanaat önderi katlediliyor. Sonra alfabe değişiyor. 1920 ile 1940 arasında dünyanın her yeri böyleydi. Türkiye’de de buna benzer süreçlerden geçtik. Coğrafyada, kültürde, mimaride yaşananlar ayrı. Dolayısıyla bakış açılarımızı bu bilgileri göz ardı etmeden oluşturmalıyız. Zira ülke gerçeklerini kavradığımızda az evvel bahsi geçen duygusallıktan, nostaljiden uzaklaşıp gerçek anlamda sahaya inmiş, zemine dokunmuş oluyoruz. Daha yakın çalışmamız gerekiyor.