Istırap denizinde uykusuz bir peygamber

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Tam kırk gündür oruç tutuyor. Istırap denizinde uykusuz bir peygamber. Ruhu acılar içinde. Prusya mavisi pelerini omuzlarından dökülüyor, kırmızı entarisinin uçları yıpranmış, umutsuz değil, bitkin. Yenilmiş değil, yorulmuşluğunu tanıyor. Soğuk taşların arasında, yaralı bacaklarına, kurumuş dudaklarına, feri eskimiş gözlerine aldırmadan, birbirine sıkıca kenetlenmiş elleriyle kendi kamburunu sırtlanıyor sanki.

Tam kırk gündür oruç tutuyor. Kırk gündür geceyle gündüzün kavuştuğu yerde kederiyle baş başa. Her seferinde yeniden doğurduğu ümidine yaslanarak kalbine dikmiş gözlerini, göğsünden kan sesleri geliyor, iradesiyle bilediği yalnızlığı keskin bıçaklar gibi parlıyor. Kendisinden hiç vazgeçmiyor, imanından vazgeçmiyor, kaderinden vazgeçmiyor. Kulağında Tanrı’nın sesi, kırk kere ölmese de, kırk kez dirilmiştir işte. Tam kırk gündür çölde. Kum denizinde değil ama sonsuz bir ıssızlıkta. Kumların değilse bile, kendi çölünün ortasında aslında, kaderinin ortasında, zorlanmış iradesinin ortasında.

Tam kırk gündür oruç tutuyor. Istırap denizinde uykusuz bir peygamber. Ruhu acılar içinde. Prusya mavisi pelerini omuzlarından dökülüyor, kırmızı entarisinin uçları yıpranmış, umutsuz değil, bitkin. Yenilmiş değil, yorulmuşluğunu tanıyor. Soğuk taşların arasında, yaralı bacaklarına, kurumuş dudaklarına, feri eskimiş gözlerine aldırmadan, birbirine sıkıca kenetlenmiş elleriyle kendi kamburunu sırtlanıyor sanki. Yükünün ağırlığı altında başını öne eğmiş. Tam karşısında inancı/iradesi gibi -etrafındaki bütün taşların tersine- dimdik duran o tek bir taş parçasının varlığını selamladığını fark etmiyor bile. Muzaffer komutan değil, bütün çaresizliğiyle akan o kader ırmağı.

Tam kırk gündür oruç tutuyor. Her gün yeniden hatırlayacaktır; evet vaftiz sonrasında sınanmaya gelmişti buraya. Dünyevî cazibeler ayaklarına serilecektir öyleyse. Şeytan büyük ayartıcı namıyla üç kez gelir yanına. Emret taşa ekmeğe dönüşsün, dediğinde, bilir ki; insanı yaşatan ekmek değil Tanrı’nın sözüdür. Dünyanın bütün ihtişamlı krallıklarının anahtarını uzattığında ona şeytan, yeryüzündeki hükmün tek sahibine yaslar kalbini. Ve şeytan umutsuzluk penceresinden seslenir; ey İsa, bıraksana bu yüksek burçtan kendini aşağıya, korusun seni güvendiğin. Hayır der İsa, hayır, sakın Tanrı’mı sınama.

Tam kırk gündür oruç tutuyor. Yalnız yolculuğunda o yorgun elçi. Varlığı, yerinden oynatılmaz bir taşın üzerinde. Yerin ve göğün arasında kaya gibi sağlam duran inancıyla; kederli, dalgın, çileli. Düşüncesindeki derinlik oldukça belirgin. Bakışlarındaki boşluğu tanıyoruz, büyük ıstıraplar sessizdir.

Kan, gözyaşı, İsa

Haşmetiyle nam salmış mağrur elçiyi değil, zaafları, yalnızlığı ve kusurlarıyla o sıradan insan’ı gördüğümüz hayranlık uyandırıcı bir tablo var karşımızda. Çölde İsa’nın ressamı Ivan Kramskoy, elbette boya kullanarak ama daha çok kan ve gözyaşıyla yaptığını söylüyor bu bakmalara doyulmaz tasvirini. Sadelikle örülmüş o görkem’in karşısında kaç kez ağladığını bile hatırlamıyor üstelik. Aradığını buluncaya kadar kendi çölünde çile çekerek zihnindeki anlatıya odaklanan ve Mesih’i o çerçeveye yerleştirene kadar hayatını bütünüyle ona adayan bir sanatçı. 50 yaşında tuvalinin başında elinde fırçasıyla ölürken de aynı aşkla çalışıyordu Kramskoy.

Tolstoy'un bu tablo hakkında söylemiş olduğu o cümle mesela; "bildiğim en iyi İsa tasviri." Çünkü İsa rahatsız edecek derecede -fazlasıyla- gerçek. 30’lu yaşlarında çölde sınanırken çok yorulmuş bir peygamber. İlahi mesajı taşıyan her elçinin geçmek zorunda olduğu dikenli yokuşun başında oturuyor. Zaferin değil zor’un yolunda, ona gösterilecek işareti bekliyor. Masumiyeti baki. Evet, yapılan onlarca tasvirinin aksine ilk kez "Romalı" değil, Nasıralı. Olduğu gibi. Doğulu ve İbrani. Tam anlamıyla İsa.

Tablonun merkezinde hâkim figür olarak gördüğümüz İsa peygamber, gri kayalıkların ortasında irade ile yorgunluk arasındaki "çaresiz" hal’iyle, bu solgun çöl sabahında müjdesini beklemekte. Gökyüzü kararsızdır, güneşse henüz doğmamış. İncil anlatısının resmedildiğini biliyoruz, evet çölde ve savaşta. Şeytanla, şüpheyle, iradesiyle savaşta. Elohi elohi lema şevaktani (Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin?) demiyor belki ama uzunca bir sessizlik yayılıyor tablodan, arkasına aldığı "manzaraya" değin sirayet etmiş bir sessizlik. Tanrı sessiz kalır mı? Nebisini bırakır, ona darılır mı? Tanrı sessiz kalırsa, insanın tutunacağı ne kalır? Bu tabloda olduğu gibi yine Tanrı kalır geriye. Yalnız o kalır insanla. Kalbini Tanrı’ya dayayan gerçek sükûtu bulur.

Çöl sandığın Umman

Kramskoi’nin fırçasıyla cevapladığı soruyu, biz ölümlü gözlerimiz için tekrar sorabiliriz o halde. Çölde İsa’yı bu kadar etkileyici yapan şey neydi? Bu iç kanamalı anlamı tarif edebilmek mümkün mü? Tolstoy’un ne demek istediğine gidebiliriz yeniden. Romalı değil Nasıralı, öncelikle bu. Peki, İsa bu kadar yakından görünüyor mu gerçekten? Öyleyse Tolstoy’un gördüğünü, Karamazov Kardeşler’deki "Büyük Engizisyoncu" bölümünde Dostoyevski’nin anlatmadığını kim iddia edebilir ki? Romanın bu muhteşem bölümünü doğrudan tabloya hizalayabiliriz mesela.

Belki de şöyle söylemeli: İnancın sabırla sınandığının resmidir Çölde İsa. Yakarışlarının sonunda, yürüdüğü yol’a benzemeye doğru bir tarif. Nihayetinde Tanrı’yı duymak için kendine sığınmış bir adamı görüyoruz aslında, mucize yok, şifa dağıtmak yok, yol göstermek yok, kurtarmak yok diriltmek yok. İnsan olmanın bütün ağırlığıyla Tanrı’ya seslenmek ve onun sessizliğinde kendini bulmak var. Buna razı olmak ya da. Ceza bildiğin rahmettir bazen, çöl sandığın umman.