Kişisel kitaplıklar ne işe yarar?

ELYESA KOYTAK
Abone Ol

İlk okuduğumuz kitaplardan bu yana birikegelen kültürel sermayemizi her an elimizin altında hazır ve nazır bulundurmak istiyoruz. Kitaplığın karşısındaki berjer koltuğa oturup muktesebatımızı temaşa etmeyi seviyoruz. Felsefe kitaplarını bir rafa, edebiyatı bir rafa, tarihi bir rafa dizerek sözüm ona entelektüel dünyamızı kendimizce tasnif etmekten hoşlanıyoruz.

Her evde kitap var mıdır?

Hayatı boyunca kitap okumamış insanlar olduğuna göre her evde kitap olduğunu da rahatlıkla söyleyemeyiz. Yine de kitaplarla en alakasız olduğunu düşündüğümüz kişilerin evinde bile mutlaka bir iki kitap olacağını tahmin ederiz; yıllar öncesinden kalmıştır, biri getirip unutmuştur, evin lisede okuyan çocuklarının ders kitapları odalardan birinde öylece durmaktadır. Matbaanın Osmanlı’ya girişinden bu yana, bilhassa da Cumhuriyet devrinde mecburi eğitim politikası nedeniyle kitap, evlerimizde bardak, kaşık, masa, koltuk gibi günlük ve sıradan eşya türlerinden biri haline gelmiştir.

Dört beş sene önce Trabzon’da üç arkadaş, arabayla geziyorduk. Maçka ilçesinde bir dağ yolunda, şimdi adını hatırlamadığım bir köyde durakladık, camiye girdik. Köy camilerini bilirsiniz, hele de etrafı yemyeşil bir örtüyle kaplı, haşmetli tepelerin arasında bir köy camisiyse bu, insanı kendine çeken münzevi, derviş bir hali olur. Vakit gireli çok olmuştu, etrafta kahve gibi başka bir mekan da yoktu. İstanbul’da bir iki metre olan iki hane arası mesafe, orada dağlık coğrafi yapıdan dolayı üç yüz-beş yüz metreye vardığı için cami civarı ekseriyetle tenhaydı.

Camiye girdiğimde cami gibi mütevazı bir kitaplık gözüme çarptı. Kapağı açtım, rafta üç adet kitap, kenarları biraz yıpranmış ama dirençli bir halde duruyordu: Mushaf, Sahih-i Buhari ve İhya-u Ulum’id-Din. İlki bizi biz yapan mübarek kitabımız, ikincisi bizi biz yapan Elçi’ye dair asırlardır başvurduğumuz en güvenilir kaynaklardan biri, üçüncüsü de yine bizi biz yapan kelam, fıkıh ve benzeri konularda asırlardır başvurduğumuz bir klasik.

Cismi itibarıyla bu küçük, kendi halinde, ezan vakitleri dışında kimsenin pek uğramadığı camide Müslümanların bütün bir tarihini belirleyen üç kitap yan yana duruyordu. Allah, iki müellife de rahmetiyle muamele etsin. Evet, Kuran-ı Kerim ilahi kelam olması ve imani bir husus olması nedeniye diğer hiçbir kitapla kıyas kabul etmezdi; ancak O’ndan neşet ederek tarih boyunca biriken düşünce de tıpkı bu kitaplık rafında yan yana durduğu gibi bizimdi. O an, belki bütün kitaplarımız kundaklansa bile yeniden başlamak için bu üç kitap yeter de artar diye düşünmüştüm.

Konuya dönelim.

Evlerde kitaplık olması üzerine düşünüyorum bir süredir. Çocukluğumdan beri hatırı sayılır miktarda kitabım oldu, ortaokuldayken bir kere saymıştım, artistlik sanılmasın diye sayıyı yazmıyorum. Zaten o yaşta istersen bin kitap oku, ne okumuş olabilirsin ki? Düzeltiyorum: tam şu anda, bu yaşında, hangi yaştaysan artık, istersen on bin, yirmi bin kitap oku; ortaya bir kitap koymamışsan, emek mahsülü, kalıcı ve okuyanın zihnini ilerletmeye yarayan bir eser koymamışsan ne okumuş olabilirsin ki? Yunus Emre’ye atfedilen “Okumaktan murad ne / Kişi Hakk’ı bilmektir” ibaresindeki hikmetten bahsetmiyorum. Orası zaten öyle. Fakat benim derdim, Türkiye’de, özellikle üniversite mezunu vatandaşların, özellikle de kendine göre bir okuma merakı olan ve yazı çizi işlerine bulaşmış, üst komşumuzun geçen gün bana üniversitede çalıştığım için yakıştırdığı ifadeyle

“aydın ve erdemli”

insanların evlerindeki kişisel kitaplıkların ne işe yaradığıdır.

Öncelikle, kitaplığın evin neresinde olduğu önemli. Salonda mı, çalışma odasında mı, yoksa hatta yatak odasında mı? Bu soruyu aşan bazı istisnalar da var elbette; ismini vermeyeceğim çok meşhur bir tarih hocasının bir vesileyle evine gittiğimde iki evi olduğunu öğrenmiştim. Gittiğim apartman dairesinin mutfağı da dahil her bölümü azına kadar kitaplarla doluydu; yandaki daire de öyleydi ama yandaki dairenin bir odasını Allah’tan yatak odası olarak kullanıyordu. Muhammed Hamidullah’ın Paris’teki dairesini ziyaret etmiş olanlardan dinlediğime göre onun dairesi de kitaplardan bir labirent gibiymiş.

Peki bu kütüphane nerede?

Aşırı ilimden kaynaklanan benzer örnekleri bir kenara bırakalım. Kitaplık eğer evin salonundaysa bir kasıt arayabiliriz. Böyle evler gördüm. Basit bir açıklaması vardır; gelen misafirlerin görmesi istenir. “Ben bunları okudum.” Kitaplık denen nesne, ev sahibinin kültürel sermayesine dair bir sembol vazifesi görür ve bu mesajı an be an salonun ortasına yayar. Gelen misafir eğer kitaplara meraklı biriyse kitaplığın önünde durup göz gezdirir, birkaç kitabı yerinden alıp kapağına ve iç sayfalarına bakar. O an ev sahibinin kültürel sermayesi, misafirin bakışıyla onanmış demektir. Daha hevesli bir misafirse belki uzun zamandır aradığı veya o an ilgisini çok çeken bir kitabı ödünç almak ister. Ev sahibi eğer o kadar tecrübeli değilse zavallı kitap büyük ihtimalle bir daha geri gelmemek üzere evden ayrılır. Çok kitabı olan herkese sorun, “ya, filanca da benden şu kitabı aldı ama geri getirmedi” diye mutlaka yakınacaktır.

Fakat benim üzerinde durmak istediğim asıl nokta, evdeki kitaplığın bir misafirin bakışıyla onanması değil, bizzat ev sahibi için, ev sahibinin bakışında ne anlama geldiği. Çünkü misafir dediğin ayda bir gelir, çok sosyal biriyseniz haftada iki üç gün gelir. Ama akşam olup herkes gittiğinde ya da sabah olduğunda kitaplıkla sahibi baş başadır. İster salonda ister çalışma odasında olsun, kitaplıkla sahibi arasındaki o mahrem ilişki dikkate değerdir.

Kitaplık,

öyle sanıyorum ki

ayna vazifesi görüyor.

İlk okuduğumuz kitaplardan bu yana birikegelen kültürel sermayemizi her an elimizin altında hazır ve nazır bulundurmak istiyoruz. Kitaplığın karşısındaki berjer koltuğa oturup muktesebatımızı bir nesnede temaşa etmeyi seviyoruz. Felsefe kitaplarını bir rafa, edebiyatı bir rafa, tarihi bir rafa dizerek sözüm ona entelektüel dünyamızı kendimizce tasnif etmekten hoşlanıyoruz. Bakışlarımız, anısı olan kitaplara rastlıyor; o kitabı şuradan, şu zaman almıştım, fi lanca hediye etmişti diye hatırlıyoruz ve her kitabın olmasa da bazılarının şahsiyetimiz için bir anlam taşıdığını düşünüyoruz. Bizi biz yapan şeyleri kitaplıktaki bazı kitapların arkasından bize bakan anılar üzerinden tekrar tekrar duyumsamak istiyoruz. Kitaplık da bize bakıyor.

Bu aslında içimizde bir ikizimizin olması gibi bir şey. Gerçek olmayan ama bizim her anımıza şahit olmuş bir ikizimiz. Onu kendimiz kadar iyi tanıyoruz, o da bizi tanıyor. Sahafa bir kitap sorduğunuzda binlerce kitap arasından az önce oraya koymuş gibi hemencecik buluvermesi bununla alakalı. Kendi geçmişi gibi biliyor çünkü. Geçmişimizden bir şey soran birine belki bir kaç saniye düşündükten sonra hemen nasıl cevap veriyorsak, kitaplığımızdaki bir kitabı da bir kaç saniyede bulabiliyoruz. Hafıza ve kitaplık aynı şekilde çalışıyor.

Kitaplığımız, nesneleştirilmiş ve tasnif edilmiş entelektüel hafızamız olarak her an orada duruyor. Geçici bir süre için hafızasını kaybetmiş birini görenler bilir; o kişi tekerrür eden bir hayret içindedir. Beş dakikada bir sorup durur:

Buraya nereden geldik, bana ne oldu?

Bir yandan, her gün zihnine yüklenen şahsi sıkıntılarından azade olmuştur, çocuksu bir mutluluk içindedir. Diğer yandan kaygı içinde ailesinin ve yakınlarının ona kendisini hatırlatmasını ister. Kim olduğumuzu bilmek için geçmişi olanca yüküyle hatırlamamız gerekir çünkü. Geçmişi üstlenme mes'uliyeti, bize şahsiyet kazandırır. Kitaplığımızın varlığı bize entelektüel geçmişimizi hatırlatarak şahsiyetimizin ne kadar küçük de olsa kültürel tarafını ayakta tutar. Bir tür narsistik ihtiyaçtır bu, fakat sadece psikolojik bir bağlamı yoktur; toplumsal olarak kabul gören, toplumsal dünyada daha yüksek veya daha özel değer verilen kitapları geçmişimize katmak daha çekicidir. Kim çocuk klasikleri dizisini kitaplığının en görünür rafına yerleştirir ki? Onun yerine felsefe, edebiyat, sanat gibi kerameti kendinden menkul ama toplumsal hayatta yüceltilen alanlara dair kitapların şahsiyetimize dahil olmasını tercih ederiz. Hatta bazı nadide kitapları, söz gelimi ilk baskıları, imzalı olanları, eski yazıyla basılmış olanları rafa koymayız; daha gizli ve korunaklı bir yerde saklarız. Toplumsal dünyada en değerli olduğu düşünülen kitap, toplumun sıradan bakışlarından en uzakta tutulur.

  • En sıradan olanla (çocuk kitapları, bestsellerlar, markette satılan kişisel gelişim kitapları vs.) en nadide olanın ortak noktası kitaplığın en görünür raflarında olmamaktır.

Kişisel kitaplıklar üzerine sosyolojik bir araştırma çok ilginç sonuçlar doğurabilir. Boyutları, kitap sayısı, kitapların türleri, evin neresine kuruldukları, hangi sıklıkla kıllanıldıkları, kaç sene içinde biriktirildikleri, en son ne zaman yeni bir kitap alındığı, sahibinin eğitim durumu, mesleği, diğer kültürel alışkanlıkları vs. gibi soruları bu yazıyı okuyan herkes kendi kitaplığından düşünebilir. Kitaplara atfettiğimiz onca klişe anlamın arkasında aslında çok büyük oranda yeniden üretim ilişkisi vardır; kitabı para verip alırız, ama daha önemlisi onu okumaya gerek duymadan kitaplıktaki en uygun yere koyarak kendimize vehmettiğimiz entelektüel sermayeyi görüntüde yeniden üretmesini bekleriz. Kitaplığından, başka bir eser ortaya koymak üzere istifade edenimiz ise çok azdır.