Latte içen haymatlos

HABER MASASI
Abone Ol

Bir de gönüllü haymatloslar var. Ülkesinin pasaportuyla Batı illerine gidip hayran olan, çoğunlukla kötü çevirilerini okuduğu Batı düşüncesine güzellemeler düzen, geleneklerini hiçe sayıp elit damak tatları edinen, Türk düşüncesi deyince sinirleri tepesine çıkan ve “Bizde şu yok mesela…”lı, “Bak ben ne anlatıyorum, adamlar...”lı cümleler yoluyla biz Türklerle iletişim kuran aydın kişi.

Türk olmak Kemal Tahir’de dramdı, İsmet Özel’de trajedi. Benimse Türk deyince aklıma evvela Yaşar Usta geliyor. Yeşilçam klasiklerinden Bizim Aile filminin Yaşar Usta’sı. Bundan olacak ki Türk olmak bende daima komedi-dramdır. Bir de çocukken duyup da künhüne bir türlü varamadığım bir deyim: Güleriz ağlanacak halimize...

Münir Özkul, 1975 yapımı film olan Bizim Aile'de Yaşar Usta'yı canlandırmıştı.

Yaş olmuş kırk dört. Varabildin mi künhüne derseniz, daha değil... İçimden bir ses “vakit var daha” diyor, Cemal Süreya’nın “Elif- Lam-Mim” diye Bakara suresinden apararak başladığı şiirin nakaratındaki gibi.

Vakit tamamdır diyorum. Ve sokağın sesi

Diyor ki değil daha

Vakit var daha

Sokakla konuşacak kadar nasıl yalnız düşer insan? Türk olmak yalnız düşmek mi?

Aynı şiirde “Bir kilise tadı taşıyor Dolmabahçe Camii’nin pencereleri” der Cemal Süreya. Sonra da düzeltme ihtiyacı hisseder: “Uzaktan bakmak şartıyla ve aydınlık oluşunu saymazsak.” Türkün camileri ışıldar. Evimiz, bahçemiz hep ışıl ışıl olmaya ayarlanmıştır. Güneşi çok severiz. Kasvet bize ölüm hissi verir. Ölüm ve kötülük hissi…

  • Işığı o kadar seviyoruz ki okur yazara bile aydın diyoruz. İşin esası kelimeyi Batı’dan aldık. “Illuminati”den “münevver”i türettik; sonra da “aydın” diye arı Türkçesini icat ettik. Batı illuminati ve benzeri değer yargısı ifade eden kelimeleri terk edip entelektüel demeye başladı okuryazarlara ki laikliğe halel gelmesin. Biz laikliği aydınlarımızın ışıklı alınlarına emanet ettik.

Batılılaşmanın, laikleşmenin çelişkileri tarihinden uzun… Aydın, tanımı gereği, halkı bu çelişkilerden kurtarması beklenen kişi. Oysa aydın bizzat bu çelişkinin ürünü. Bir nevi Dolmabahçe Camii pencerelerinde bir kilise tadı... Uzaktan bakmak kaydıyla ve aydınlık oluşunu saymazsak...

Yakından bakınca Trabzon Vakfıkebir’den çıktığı, Pendik İmam Hatip’i bitirdiği, Ülkü Ocağı’nda kül tablalarını temizlediği ortaya çıkacak. Uzaktan bakınca güneş gözlükleri sizi kandırabilir. Parliament mavisi gömleği yahut masasında içilmeyi bekleyen latte.

  • Latte nedir?
  • Bilmiyorum. İçilen bir ithal meta olduğunu biliyorum sadece. İthal olduğu için de insanı köylülükten çıkarıp bir anda aydınlatan bir tarafı olduğunu. Aydınlanan insan evrenselleşir. Böylece Türk, hatta Türkiyeli gibi bayağı şeylerden kurtulmak suretiyle “vatanım ruyi zemin” türküsünü söylemeye başlar.

‘Türkü’ mü dedim, özür dilerim. Başka bir şey söylemeye çalışmıştım. Vatan millet gibi geri zekâlılıklardan kurtulan bir aydının ziyalı nurlu bir evrensel tabakaya göçtüğünü anlatıyordum. Haleluya!

Diğer yandan vatanı ruyi zemin olanlara Birleşmiş Milletler “haymatlos” diyor. Nam-ı diğer vatansız. “Heimat” insanın ait olduğu sülaleyi, cemaati, dili ve geleneği içine alan memleket anlamına gelen Almanca bir kelime. “Hemşerim nerelisin?” sorusunun cevabı. “-los” eki de bizim “-sız” eki gibi yokluk ifade ediyor. Heimatlos... Vatansız memleketsiz. Yazık.

Haymatlos hukuki bir terim. Herhangi bir devletin pasaportunu taşımayan, tabiyetsiz mülteciler için kullanılıyor. Genellikle siyasi nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılan insanlar için.

Bir de gönüllü haymatloslar var.

Ülkesinin pasaportuyla Batı illerine gidip hayran olan, çoğunlukla kötü çevirilerini okuduğu Batı düşüncesine güzellemeler düzen, halkının geleneklerini hiçe sayıp elit mi elit damak tatları edinen, Türk düşüncesi deyince sinirleri tepesine çıkan ve “Bizde şu yok mesela…”lı, “Bak ben ne anlatıyorum, adamlar...”lı cümleler yoluyla biz kavak ağaçları pardon Türklerle iletişim kuran aydın kişi.

Bu çeşit haymatlosun latteye bir borcu var bence. Latte içmese, mesela çay içse; o derecede aydınlanamayacak. Türk kahvesi içse… Kışın latte, yaz gelince ice latte içmeli aydın kişi.

Latte denen iksirde ne var acaba? Köyünün koyunlarının boyunlarına asılan çıngıraklardan çıkan müthiş çınlamayı bastırmaya yeten. Bu çıngırak sesini Stephan Micus veya Peter Gabriel bestelerse beğenmeye iten. “Ne kadar güzel, ne kadar da etnik” dedirten...

Yalan söylemeyeceğim. Elazığ kökenli bir aydın haymatlos arkadaşım ısrar etti, ben de latte içtim bir keresinde. Gözlerim masmavi oldu birden ve aydın kahkahası atmaya başladım Teşvikiye’nin orta yerinde. Teşvikiye Camii gözüme ilişti o an. “Ne kadar da progressive bir cami” dedim, “Roma evrenselliğini Osmanlı sıcakkanlılığıyla buluşturmuş. Şu emperyal antreye bak, bu göksel mabede açılan...”

  • Daha bir miktar saçmalayacaktım ki midemde bir hareketlenme sezdim ve Teşvikiye’nin ortasına az önce içtiğim latteyi kusuverdim. Bir anda tüm aydınlığım gitti, mekâna geri geldim. Daracık bir cadde, kaldırımı işgal etmiş kafeler, kafeler dolusu züppecik. Bildiğiniz uyduruk Teşvikiye.

Arkadaşımı yıllardır müdavimi olmaktan kurtulup gediklisi olmaya gayret ettiği semte bırakıp kendimi Üsküdar’a dar attım.