Rıdvan Şentürk: Politik eleştiri mizahın en yüzeysel yönüdür

SAMED KARATAŞ
Abone Ol

Müzik, sinema ve tiyatro gibi çeşitli alanlarda çalışmalar yapan; gülme teorileri, müzik ve kimlik, postmodern kaos ve sinema kitaplarının yazarı Rıdvan Şentürk ile geçmişten günümüze gülmenin felsefesini, mizah kavramını, insan ile gülmenin ilişkisini, kültürler arasındaki farklılıkları Cins için konuştuk.

Gülmek de düşünmek gibi insan olmamıza dair bir eylem midir?

Evet. İnsanın nasıl bir varlık olduğu sorusu eskiden beri sorulan bir soru ve temel meselelerden biri. İnsanın kendi zatında, özünde ne olduğu sorusunu cevaplamadan, yaptığı faaliyetler hakkında konuşmak nihayetsiz kalacaktır. Demek ki bu aynı zamanda ontolojik bir mesele. Varlığın ontolojik zeminde izahı ya da yorumlaması ya da anlamlandırılması yeterince hakikatle örtüşür bir biçimde doğruluk iddiası taşımıyorsa ister tarih üzerine konuşun, isterse sanat, ne üzerine konuşursanız konuşun havada kalır. İnsanın ne olduğu sorusuna şimdiye kadar verilen cevapları şöyle bir hatırlamaya çalışırsanız sayısızdır, sonu gelmez. Tarihi bir anlamda insanın kendini tanıma macerası şeklinde tanımlamak; insanın kendini tanıma, tanımlama yolunda kurduğu ifadelerin bir hikâyesi şeklinde okumamız mümkün. Bu yüzden insan nedir sorusuyla alakalı bu soru. Antik Yunan düşüncesinden yola çıkarak, Batı düşüncesinde insanın nasıl bir varlık olduğu sorusuna nasıl yaklaşılmıştır? sorusunun izini süreceksek eğer, ki bizde farklı çünkü, şunu söyleyebiliriz: İnsanın ne olduğuyla ilgili Aristo, Sokrates, Platon gibi isimlerin farklı yorumları var. Bize ulaşan daha çok Aristo’nun yorumları. Bize derken Doğuya değil, insanlığa. Aristo bir cümle halinde insan şudur diye tanımlamamış ama farklı eserlerinde farklı tespitlerde bulunmuş. Kimi yerlerde politik hayvandır demiş mesela kimi yerlerde düşünen hayvan demiş. Kimi yerde dile ve konuşma özelliklerine dikkat etmiş. Notker Labeo diye bir adam bu tanımlamaları bir şekilde toparlıyor ve formüle ediyor: “İnsan, akıllı (konuşan, düşünen, alet yapan) ölümlü ve gülen bir canlıdır. Canlı yani Animalis. Animalis ruh üfleme anlamına geliyor, canlılık anlamına geliyor ve tabii bir de hayvan anlamına geliyor. İnsanın çoğu zaman hayvan kelimesiyle karıştırılmasının sebebi de bu animalis kelimesine yüklenen anlamdan kaynaklanıyor. Canlı demek daha doğrusu, daha önyargısız bir tercüme yaparsak, canlı dememiz gerekir. Ama Batının kendi tarihine baktığımızda insan gerçekten hayvanla karşılaştırılmak suretiyle tanımlandığını görüyoruz, özellikle Aristo’dan sonra insanı hayvanla karşılaştırmaksızın, kendisinde ne olduğu sorusunu, bizatihi tanımlamak, her halde dinlere mahsus bir şey. İnsan aklının kolay kolay çözümleyebileceği bir şey değil bu mesele. Bu, bir şeyin zatında ne olduğuyla alakalı bir şeydir. Bu yüzden Batı düşüncesinde bu soru daima birtakım ben

zeşmeler ve karşıtlıklar ilişkisi içerinde tanımlanmaya ve cevaplanmaya çalışılmış. O yüzden de hayvan, Nietzsche’ye varıncaya kadar hep gündemde kalmış.

Gülme de o zaman hayvandan farkını ortaya koyuyor yani.

Evet. Ama niye? Niye insan gülüyor da hayvan gülmüyor? Veya ölümlü diyor. Ölümlü canlı. Hayvanlar ölümlü değil mi? Bu fark niye o zaman? İnsanın ölümlü olmasının hayvanın ölümlü olmasından demek ki farkı var. Dolayısıyla gülme özelliğiyle ölümlü olma özelliğinin yan yana olması da ayrıca düşündürücü. Hayvan bir bakıma neyse o. Kendi türünün yaratılış özellikleri ve sınırları içerisinde neyse o olarak yaşayan, yaşadığı hayatın ve kendi türünün üzerinde ayrıca refleksiyon kurup “ben neyim, niye böyleyim” diye soru soramayan, düşünemeyen bir canlı. Bizim ne olduğunu tam açıklayamadığımız insiyaki bir hayat şekliyle varlığını sürdürmesi, nedir o insiyak ayrı konu ama, hayvana mahsus bir şey. Bu çerçevede hayvan, ben neyim sorusunu sorarak ve buna cevap arayarak kendi benlik şuurunu ayrıca kurgulayan ve inşa eden bir varlık değildir diyebiliriz.

Kendi benlik kurgusunu inşa edebilen kişi aynı zamanda gülmeye de varabiliyor yani? Gülmek ancak böyle bir şeyi yapabilen bir varlıktan çıkabiliyor.

Evet. Yavaş yavaş çözmeye çalışıyoruz bunu. Ölümlü olmanın insan için ayırıcı bir vasıf olması aslında insanın bir şekilde ölmediği anlamına gelir yani sonsuz bir varlık olduğu anlamına gelir. Yani yaratıklar ya da canlılar içerişinde bu dünyadaki hayatını son bulma anı olan ölümün, aynı zamanda hayatın anlamını sorgulamanın, hayata ve kendine anlam yüklemenin bir parçası olması, insanın hayvandan farkını ortaya koyuyor. Ölüm düşüncesi dediğimiz bir düşünce var insanda ve yalnızca insanda. Ölüm düşüncesine sahip olmayan ölümü düşünmeyen insan, insan değildir gibi bir şey. Ölümün kendisini hayatından dışlayan, ölümü ve ölüm sonrasını hiçbir şekilde düşünmek istemeyen insanlara Aristo olsaydı günümüzde insan demezdi herhalde.

Antik Yunan filozofları tarafından gülmek çok da iyi bir şey olarak görülmüyor. Zararlı değil ama bir düzen içermez, genel anlamda olumsuz olarak düşünülüyor. Bizde bile öyle bir tarafıyla. Bunu nasıl değerlendireceğiz?

İnsanı hayvandan ayıran bir nokta gülmek fiilinin kendisi ama aynı zamanda bu çok hoş bir şey de değil klasik dünyada. Gülmenin insanı hayvandan ayıran insana özgü bir özellik olduğunu söyledik ama niyesini açıklamadık. Bu soruları anlayabilmemiz, niyesini açıklayabilmemize bağlı. Gülmek tek bir çeşit değil, farklı biçimleri var. İnsanın ne olduğu konusunda birtakım kanaatlerimiz oluşmazsa ontolojik zeminde, onun birtakım eylemlerini davranışlarını anlamlandırmakta zorlanırız, bir yere varamayız. O yüzden, “insan nasıl bir varlık” sorusu üzerinde kısaca durmaya çalıştık. İnsan inansa da inanmasa da bir tanrıya, hayvandan farklı olarak öleceğini bilen ve öldükten sonraki süre için soruları olan ve öyle ya da böyle mutlaka bir yargısı olan bir varlık. İnsan demek öyle bir varlık ki aynı zamanda sonsuzluğa ve sonsuz yüceliğe muhatap bir yönüyle. Ama aynı zamanda insan denen varlık bir yönüyle sonsuzluğa ve sonsuz yüceliğe muhatapken, diğer yönüyle sonsuz süfliliğe ve hiçliğe de mahkûm olabilir. Bir tarafta böyle bir düşme imkânı var öbür tarafta da böyle sonsuz bir hiçliğe düşme tehlikesi var. İkisini de barındırıyor. Bu kendi içinde bir çelişki gibi görünüyor ama hayvandan yine farklı olarak bu çelişkilerden bu zıt kutuplardan birine doğru yönelme, süfliliğe doğru mu yüceliğe doğru mu, yönelme konusunda insana özgürlük verilmiş. Onun düşünmesinin, düşünmeye muktedir olmasının anlamı burada gizli aslında. Kendisine verilen özgürlük, yüklenen sorumluluk dolayısıyla. Sonsuz yüceliğe ermek imkanına da sahipsin, dipsiz bir hiçliğe kayma tehlikesiyle de karşı karşıyasın. Ve bu imkân ve ihtimalle, her ikisiyle de aynı anda yüzleşiyorsun. Hayvanlar bu özelliği taşımıyor. Melekler zaten taşımıyor. İnsanlar arasında da bu ikiliği, bu çelişkili durumu kendinde barındırmayan, bütün özgürlüğüne rağmen aynı zamanda mutlak hakikatle bir anlamda bütünleşen, bir anlamda özdeşleşen ya da onun hükmü altına giren varlıklara da zaten peygamber diyoruz.

Gülme eylemi yani yücelik ve süflilik arasında hata yapma tehlikesiyle yüzleşen insanın meselesi mi?

Evet. Tanrılar gülse de Allah gülmez. Meleklerin de güldüğünü sanmıyorum. Ancak Yunan mitolojilerinde gülebilirler. Zira bu bir zaaftır. Gülmek! Eğer Allah gülüyorsa ve bunu üstünlük duygusuyla yarattığı bir varlığı küçümsediği için yapıyorsa, o zaman tanrının mutlak üstünlüğünün, daha yerinde bir tabirle mutlak yüceliğinin anlamı kalmaz. İnsanın bu “trajik yönü” sonsuz yükselme imkanına rağmen sonsuz düşüş ihtimalidir de aslında. Sadi’nin “insan bir damla kan bin kaygı” demesi aslında bu yüzden. Gülmenin tabiatına baktığımızda da aslında mutlaka çelişkili durumların, uyumsuz durumların olduğunu ve onlardan gülmenin beslendiğini görüyoruz. Bu durumları karşıtlık ilişkilerinin birbirlerini etkilemeleri yer değişmeleri ve dönüşmeleri, bunun bir oyuna tekâmül etmesi, gülmenin tabiatını bize gösteriyor. Böyle bir şeyin şuurunda olabilecek biricik varlık az önce özelliklerini anlattığımız insandır. Nitekim, “gülme nedir”, “komedi nedir” gibi sorular üzerine düşünen filozoflar ve psikologların hepsinin bu çelişkili durumdan yola çıkarak gülmeyi anlamlandırmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. Elbette farklı şekillerde. Mesela diyelim ki Hobbes bu durumu üstünlük duygusu üzerinden açıklar. Mesela ayağı takılıp düşen bir adama gülüyorsak bu bizim kendimizde o özelliği görmediğimiz için güldüğümüzü gösterir. Kant’ın beklenen doğru ve ansızın karşılaşılan umulmadık bir yargı, Hegel’in mutlak ve özel arasındaki, özel ve genel arasındaki gerilimden çelişkiden yola çıkarak kurmaya çalıştığı komedi anlayışı var. Nereden bakarsanız bakın, az önce anlattığımız hususlar çok farklı anlamlandırılsa da, güçlülük ve zayıflık, sonsuzluk ve hiçlik, büyüklük ve küçüklük, ruh ve beden, soyluluk ve düşüklük gibi zıt kavramlar arasında kurulmuş çelişkiler üzerine inşa edilmiş çeşitli gülme teorilerini görüyoruz. Temelde hepsi o asıl çelişkiden yola çıkıyor. Bütün bu gülme teorilerinden çıkan çelişki mantığı üzerine kurgulanmış tanımlamaları, insanın kendi kendine tecrübe ettiği, sahip olduğu özgürlüğü de anlamlı kılan çelişkiye işaret ederek temellendirmiş olduk.

Özgürlükle de ilintili bir şey.

Hayvanlar da gülmez melekler de gülmez ama hayvanların gülmemesiyle meleklerin gülmemesi aynı şey değil.

Bir de hocam gülmeye karşı, modern dönem öncesi bütün kültürlerde büyük bir defans var.

Gülmenin hattı zatında ne olduğunu anlamaya çalıştık. Bunun niyeleri niçin güldüğümüz nasıl güldüğümüz neye güldüğümüz niye güldüğümüz sorularını düşünürsek eğer, çok çeşitli gülme biçimleri var. İnsan neye güler niye güler sorusuyla alakalı. İnancımız şudur ki insan yüce bir varlıktır. Akıllı olması, onun özgürlüğünün bir gereğidir. Kurallar, düzenler, disiplinler vesaire akıllıca düşünmek bunları gerektirir. Asil, soylu, sonsuzluğa muhatap bir varlıktır ideal anlamda. Bütün her şey buna ne kadar hizmet eder veya bu yönünü nasıl köreltir sorusunu sorarak değerlendirilir. Aristo için de daha sonrakiler için de bu böyledir. Aristo, tragedya insanın korkularını dile getirdiği için insan yüceliğine uygun olandır diyor. Komedi ise tam tersine sefalete götüren, basit olana sevk eden, zevkleri merkeze alan bir tür olarak görülmüş. O yüzden aslında hoş bir şey değildir denmiş. Yani komedi ancak sefil ruhların ulaşabileceği bir meşgale şeklinde görülmüş. Platon da öyle. Dini ilahiler ve benzer şekilde şiir yazanlar dışında kalan şairler, komedyenler girmesin benim şehrime diyor. Uzun seneler inşa etmeye çalıştığım toplum ve devlet buna tahammül edemez diyor. Tabii burada gülmenin daha çok insanın hiçlik tarafına işaret eden, bedenselliğine hitap eden bir oyun türü olduğu düşünülmüş. Gülme de o yüzden hoş görülmemiş. Sokrates da çok ciddi. Fakat mesele bu kadar basit değil. Az önce insanın o trajik özelliğini anlatmaya çalıştık. Onu tek boyutluluğa indirgememiz mümkün değil. Bizim cennetten kovulma hikâyemizde olduğu gibi, onun süflileşme tehlikesini, dikkate almadıkça yüceliğini ve özgürlüğünü anlayamayız. Gülme ve komedi, insani tabiatımızı tanımamıza yardımcı olabilir.

Gülmenin bir bakıma bizim varoluşumuzu anlamlandırabilen bir tarafı var yani.

Hobbes, “kendini üstün gördüğün için takılıp düşen insana gülüyorsun” demiş ama hakikatte insan, zaten üstün bir varlık olduğu için ona güler. Buradaki üstünlük ile oradaki üstünlük arasında fark var: birisi öznelliğin diğeri insanın yüceliğinin vurgulandığı üstünlük. Burada komedinin, basitçe toplumun seviyesini aşağı düşüren, düzeni, ahlakı bozan, hiçbir kuralı düzeni saygıyla kabul etmeyen, her şeyle alay eden bir şeytani yol, yıkıcı bir araç olarak -ki böyle bir yanı vardır- tanımlandığı söylenebilir. Her şey bu şekilde kullanılabilir. O gülmenin öyle bir şey olduğu anlamına gelmez, yanılgı burada.

Gülme veya mizah dediğimiz zaman direkt politik bir araç olarak düşünüyoruz ama bu gülmenin en zayıf temsillerinden biri sanki.

Politik eleştiri komedinin en basit tarafı tabii. Yukarıda da konuştuk bunun daha derin anlamları var ontolojik düzlemde. Soylusu ve süflisi var. Bu bahsedilen komedi hikayeleri süfli anlamda. Komedi figürünün hayatın kuralları ve sınırları karşısında kendini hep bir şekilde sıyırması ve pragmatist bir biçimde hayata evet demesinin şevkiyle, hayatta kalma yolunu tercih etmesi. Bunu alıp bütün kurallara düzenlere karşı bir üstünlük duygusuna çevirirseniz anarşist olursunuz zaten. Bencil bir anarşi. Keyfiliği esas alıp tüm kurallara düzenlere soyluluğa karşı tavır almak. İşte o zaman o alelade süfli bir türe dönüşür; hem gülmenin kendisi hem de gülen kişi. Komedi, yıkmak için yıkan bir eyleme dönüşür. Ötekine dair anlayış içermeyen bir şey. Evet. İnsanın sonsuz yücelik ve sonsuz süflilik çelişkisini bana anlatmaya çalışan, kendini üstün gördüğü için değil, insanı üstün yüce bir varlık olarak gördüğü için o çelişkili durumlara gülen bir komedi anlayışı. Mesela Beckett’ın Godot’yu Beklerken’deki komedi anlayışı böyle bir şey. Burada da ne görüyoruz aslında, tarih boyunca anlatılan ve kendisine gaye biçilen sonsuzluğa muhatap olmak, sonsuz yücelik gayesine erişmek ve bu yönde özgürlüğünü ve sorumluluğunu yüklenmek yerine modernleşme sürecinde bütün bu gayelerden uzaklaşıp bireyselleştiği ölçüde bütün bu sonsuz alemde orta yerde şaşı kalmışlığı. Ne yapacağını bilemez hale gelmek. Karşıdaki adamın süfliliğine kendini üstün görmesi değil, bizzat insanın kendinin süflileşmesi. Yine o yücelik duygusundan hareketle onu komik buluyoruz. Kendimizin düşebileceği tehlikeyi görüyoruz.

Bir de bugün mizah bağlamında düşünürsek, anlamsız olanla saçma olanın birbirine karıştığı bir güldürü mekanizması var. Bunları ayırmamız gerekiyor galiba değil mi?

Evet. Günümüzde kullandığımız bütün kavramlar temel meseleleri kavrama özelliklerini yitirdiler. Kavramlar artık hiçbir şey kavramıyor. Saçma ve anlamsızlığı aynı anlamda kullanmamız da bu yüzden. Halbuki saçma, anlamsız demek değil. Anlamın saçma sınırlarına varması, onun anlamsız olduğu anlamına gelmez. Saçma, bizim bir şekilde anlamı nihai bir hükme bağlayacak şekilde sonlandıramadığımız, parantezi kapatamadığımız, ucu açık bıraktığımız, bütün yönlere yönelmeye çalışarak aynı anda bir şeyler söylemeye çalışmamız demek. Beckett’ın hem bu dünyaya hem öbür dünyaya aynı anda bakan şaşı tipleri aslında iki dünya arasında kalmışlığın şaşkınlığını yaşayan çok anlamlı budalalaşmış tipler. Anlamlı ve saçma budala tipler. Oradaki saçmalık çok şey ifade ediyor. İnsanın çağımızda bu modern zamanlardaki yaşadığı trajikomikliği bize, göklerden yere düşmüş olmanın trajedisinin komedisini anlatıyor. O yüzden trajikomik diyoruz. Absürt diyoruz. Yoksa trajik bir hikâyeye komik unsurlar katmak onu trajikomik kılmaz. Gerçek trajikomik, absürt olandır. Oradaki absürtlükteki karşımıza çıkan saçma, aslında bize anlamın anlamını nasıl anlamamız gerektiğini düşündürtür. Anlamsızlık değil. Anlamsızlık bize hiçbir zaman anlamın anlamını düşündürtmez.

Bu bağlamda bakınca bir de ofansif mizahı görüyoruz hocam. Ötekinin formunu kural tanımadan yıkmak…

Evet insanlara etki eden şeylere bakarsak mesela; ideolojiler, politikalar, okullar, eğitim programları dersler filan değil mi? İnsan burada Beckett’ın budalası gibi saçmalaşmıyor mu? Her an bir şey yağıyor ufacık yaşlardan itibaren. En sonunda insanlar bunları kusuyor. Bilginin nesnesine dönüşünce insan, bu durumuna isyan ediyor. O zaman ne yapıyor insan, bu kendisine hücum eden resimler, mesajlar, filmler karşısında kendi varlığını korumanın yolunu bunlara karşı duyarsız kalmakta buluyor. Ruhsuzlaşıyor aslında. Kaygılarla yaşamak yerine kaygısızlığı seçiyor. İşte bu kaygısızlık daha sonra bencilliğe dönüştüğünde saçma olarak bile anlamlandıramayacağımız, kendi içinde paradoksu bile kalmamış bir yıkıcılık ortaya çıkabiliyor.

Gülmenin doğu’suna nasıl bakıyorsunuz hocam? Türkiye’den bakarsak meseleye…

Bizde gülme kötü olarak gösteriliyor diye bir düşünce hâkim. Ama aslında değil. Gülmenin biçimleri var, tebessüm bir biçimidir. Aynı zamanda kahkahalarla yerlere serilecek gibi gülmek var; insanın yüceliğinden uzaklaşan. Ve gülmeyi biz duyguyla özdeşleştiriyoruz. Duygusuz hiçbir şey yok zaten. Yemek yeme de öyle okuma da öyle. Duygu hayatın içinde zaten. Ama gülmeyi sadece duygulu tarafımızla alakalı bir şey zannetmek çok ahmakça. Zekayla da alakası var gülmenin. Zekayla alakası olmasa, şaka, ironi, alay gibi şeyler çıkmazdı. Karikatürü anlayamazdık. Çok gelişmemiş toplumlarda nükte mizah ve komedi geleneğinin de gelişmediğini görüyoruz. Ah, şaka! O her yerdedir. Kant, tamamen akılla izah eder gülmeyi. Bir şey dinlerken belli bir beklenti içerisine girersiniz, şu şekilde bir doğruluk mantığı silsilesi içerisinde ama ters bir şey çıkınca da şaşkınlığa uğrarsınız. Bu yüzden Kant, beklentinin gelmemesi, gerilmiş düşüncede boşalmaya ve o boşalma da beden hareketlerine ve kaslara sirayet ederek rahatlamaya yol açar diyor. Sadece duyguyla ilişkili bir şey değil. Çünkü genelde duygu dünyası, kadın ve erkekte olduğu gibi, akla zıt görünür. Birisi küçümsenir öbürü yüceltilir. Bunlar yanlış bakış açılarıdır. Her şeyi başka şeye nispet ederek karşılaştırarak tanımlamaktan kaynaklanıyor bu yanlış. En başta söylediğimiz gibi, her şeyi kendi kendinde tanımlamak gerekir. Eğer ben erkeğin nasıl bir varlık olduğunu kadına, kadının nasıl bir varlık olduğunu da erkeğe bakarak anlamaya veya insanın nasıl bir varlık olduğunu hayvana bakarak anlamaya çalışırsam yanlış yerlere varırım. Gülme ve duygu ilişkisi de biraz öyle. Bu bakış açılarından uzaklaşmamız gerekiyor.

Mizah veya gülmeyle ilgili olan bu mantık, düşünme serüvenimizi de olumsuz olarak etkileyen bir durum diyebilir miyiz o halde?

Evet. Bizde gülme dediğimiz şeyin, insanın yücelik duygusuna ve soyluluğuna zarar vermeyecek şekilde vuku bulması gerekir. Ölçü budur. Bu, gülmenin yasak olduğu anlamına gelmez ki. Dedim ya kavramlar artık hiçbir şeyi kavramıyor. Tam tersine bizde trajedi yoktur, komedi değil. Dram yoktur. Anadolu’ya baktığımızda bizde komedi geleneği vardır. Bu bizim Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle ham softa kaba yobaz tiplerin ileri sürdükleri “müzik yasaktır” meselesi gibidir. Ulan, müzik yasak olsa bu topraklarda dünyanın en soylu, en kaliteli müzik tarihi, kimliği gelişir miydi? Hiç olmazsa neticeye bak da öyle düşün. Dolayısıyla bizim gülmeye bakışımız tabii ki Aristo gibi değil. Aristo basit bakmış bu meseleye. Çok kategorik bakmış. Hegel gibi bakacak olursak mesela, komedi trajediden daha derin, daha felsefi, daha düşündürücü, daha hayatın içinden bir şeydir. Daha dini, daha dervişane. İnsana insan olduğunu hatırlatan bir şeydir. Bizim hayatla nasıl ilişkiye girdiğimiz, kaderle, sonsuz yücelik kavramıyla ve özgürlükle, aklın kurallarıyla ve sınırlarıyla ne şekilde ilişkiye girdiğimizin göstergesidir komedi anlayışımız ve geleneğimiz. Bizim bunu düşünmemiz gerekir. Büyük bir hayat felsefesi var burada. Derinlik var. Bunu görmemiz gerekir.