Şeftali Bahçeleri, Ağustosta Rapsodi ve İntikam Çiçeği: Akira Kurosawa

YUSUF GENÇ
Abone Ol

Sinema tarihinin en üretken isimlerinden birinin karşısındayız sevgili okuyucu. 1910’da doğduktan sonra 20’li yaşlarına kadar yalnızca resimle meşgul oldu. İyi bir ressam olup, dünyayı böyle anlamak ve anlatmak istiyordu. İyi bir ressam oldu ama dünyayı resimle değil, sinemayla anlattı.

Ressam olmasına karşın, sadece güzel ‘resimler’ göstermedi. Kendi kültürünün hikâyesine yaslanmasına karşın, sadece güzel ‘hikâyeler’ anlatmadı.

‘İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar’
Cins

Elinde kamera var diye, sadece ‘iyi’ ve ‘yeni’ açılar oluşturmaya çalışmadı. Bu üçünü aynı yerde toplamayı bildi. Bir sanat dalı olacaksa, sinemayı, bir sanat dalı hâline getirmeyi başaran, sinemayı böyle duyan bir deha idi. ‘Başka türlü anlatılamaz’ olan filmler yaptı.

Hareketin nasıl büyük bir anlatım aracı olabileceğini keşfetmiş bir sinema mucizesiydi. Blondel’le oturup tanışmalılardı, Nurettin Topçu’yla bir çay içmelilerdi. Ama bu cehennem onları yan yana getirmedi. Dünyaların uzak, savaşların çetin olduğu zamanlardı. Pek bir şey değişmese de ‘hareket’in başlı başına soylu bir ahlak olduğunu hissetmiş, görmeyi ve anlatmayı bilen bir adamdı. Gördü ve gösterdi. Anladı ve anlattı.

Gördü ve gösterdi. Anladı ve anlattı.

Amerikalıların iki atom bombası attığı Japonya’da, bombalardan 35 yıl önce doğdu. Düşmanı sırtından bıçaklamakla elde edilecek bir zaferdense, asilce kaybetmenin erdem sayılacağı Doğu’daki son yerleşik kültürel duyuşu yok eden atom bombasından 35 yıl önce yani… Amerikalıların, dünyayı Amerikalılaştırmak için yaptığı ve etkisi en fazla hissedilen bu hamle, insanı insan olarak yaşatan bütün kavramların yerle bir edildiği yeni bir dünyanın kapılarını açtı. O, eski dünyada yetişip, karşılaştığı yeni dünyaya gerçek dünyayı anlatmaya çalışan bir kahramandı.

  • Birçok başyapıta imza attı.
  • Sinema tarihinin en üretken isimlerinden birinin karşısındayız sevgili okuyucu. 1910’da doğduktan sonra 20’li yaşlarına kadar yalnızca resimle meşgul oldu. İyi bir ressam olup, dünyayı böyle anlamak ve anlatmak istiyordu. İyi bir ressam oldu ama dünyayı resimle değil, sinemayla anlattı. Sinemayla bir şekilde irtibatı olan ağabeyi vesilesiyle, o da bu büyülü dünyaya adım attı. Önce senaryolar yazdı, sonra yardımcı yönetmenlik yaptı. Daha sonraysa, bütün gözlerin kendisine çevrilmesini sağladı.Sinemayı icat eden kültüre, ‘bu iş böyle yapılır’ diyecek filmler üretmeyi bildi.

Sinemayı icat eden kültüre, ‘bu iş böyle yapılır’ diyecek filmler üretmeyi bildi. Çok düşük bütçelerle bugün ‘sinema tarihinin en iyi filmleri’ arasında gösterilen Seven Samurai, Rashomon, Yojimbo ve Dersu Uzala gibi birçok başyapıta imza attı. Filmlerinin pek çoğu; kamera hareketlerinin hemen tamamı ve anlatı dilinin imkânlarının önemli bir kısmı çok daha sonradan Hollywood tarafından defalarca taklit edilecekti. Bir dehanın arkasında bırakacağı iz de bundan başka bir şey olmayacaktı elbette.

Doğu’nun tüm çocukları gibi elbette onun da gözleri kamaştı. Yoksa niye Shakespeare’i Japoncaya çevirsin? Ama çevirdi nihayetinde, kopyalamadı.

Ressam dedik ya, sinemasındaki ‘gösterme gücü’nü, hemen neredeyse profesyonel olarak sürdürmediği ama sinemasını her zaman besleyen asıl unsur olan resim sanatına borçluydu. Bütün filmlerinde, hemen her sahnenin üzerine detaylıca çalışılmış olduğunu sahne hazırlıkları öncesinde çizdiği eskizlerden takip etmek mümkün. Şiir yazmaya çalışıp da iyi öykücü olmak gibi, resim yapmaya çalışıp da büyük sinemacı olmak. Onun kısa hikâyesi bu.

Geride, devasa bir Japon sineması fikri bıraktı.

Doğu’nun tüm çocukları gibi elbette onun da gözleri kamaştı. Yoksa niye Shakespeare’i Japoncaya çevirsin? Ama çevirdi nihayetinde, kopyalamadı. Türkiye örneğinden açıklamaya çalışalım; gözleri bir süre kamaşsa da kendi kültüründen, kendi mitlerinden, kendi hikâyesinden hareket etti. Burada, ‘Türk aydını’ denen şeyin saplanıp da kaldığı çukurdan, o sadece bileklerine kadar batarak çıkıp gitti. Geride, devasa bir Japon sineması fikri bıraktı.

Geride, devasa bir Japon sineması fikri bıraktı.

Yapımcı, senarist ve yönetmen olarak toplamda yüzün üzerinde filmde imzası vardı. Sinemayı sinema yapan dâhilerden biri olarak ömrünün son yıllarına kadar sinemanın içinde kaldı. 1988’in 6 Eylül’ünde doğduğu şehir Tokyo’da geçirdiği felç sonrası hayata gözlerini kapadı. Aynı şehirde doğdu, dünyaya aynı şehirden baktı ve gözlerini hayata aynı şehirde yumdu. Geride pek çok tekrar tekrar izlenebilecek filmin yanı sıra Dersu Uzala’yı bıraktı. ‘Dünyaya nasıl direnilir?’ sorusunun cevabını yani.

Kalbinizden akıp geçen: Dersu Uzala!
Cins

Onu, ‘deha’dan daha çok tanımlayan şey; çalışkanlığı ve bilgeliğiydi. ‘Çalışkan’lığı ve ‘bilge’liği…