Şiirin popüler edebiyatla imtihanı

SECAATTİN TURAL
Abone Ol

Şiirin birçok tarifi vardır, hatta kimilerine göre her şiir bir tarifi içerir, ancak herkesin üzerinde ittifak ettiği nokta gündelik dilin şiirde değişime uğramış olması, özel bir dile dönüşmesidir.

Popüler ve şiir kelimelerinin aynı cümlede geçmesinin biraz yadırgatıcı olduğunu kabul ediyoruz. Ancak günümüz edebiyat ortamına baktığımızda bu meselenin üzerinde durmanın zaruri olduğu da ortadadır. Bizi böylesi bir konuyu ele almaya yönelten etkenlerin başında şiirin toplumda medya aracılığıyla dolaşıma girmesi ve böylece çok eski zamanlardan beri kapalı devre diyebileceğimiz, -en azından kitap ve dergilerde meraklısını bekleyen- bir ortamda nefes alarak alelâdelikten kendini koruyan şiirin, günümüzde tüketim toplumunun bir nesnesine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olmasıdır. Bu biraz da şiirin hedef kitlesinin şiirle kurmuş olduğu ünsiyetle ilgili bir durumdur. Daha doğrusu şiirin değil de şiir okuyucusunun profilinin değişmesiyle ortaya çıkan bir tehlikeden söz ediyoruz. Günümüz okuyucusunun edebiyata toptancı bir yaklaşımla bakmasının sonucu olarak herkesin adeta edebiyat aşığı olarak görüldüğü sosyal medya faktörü burada hatırlanmalıdır.

Sanal aşklar, sanal acılarla dolu bir ortamın hâkim olduğu ve herkesin bir duygu adamı kesildiği sosyal medya ağında şairlerimize epey iş düşmektedir. Sahih edebiyat ürünleri sanal duygulara peşkeş çekilerek, hayatta olan veya olmayan şairlerimiz bu güne kadar görmedikleri bir ilgiye mazhar olmaktadırlar. İşin en ilginç yanı ise paylaşılan mısraların edebiliği konusunda pek kuşku bulunmayan şiirlerden seçilmekte olmasıdır. O zaman akla Türkiye’de çok seçkin bir şiir okuyucusunun var olduğu gelmektedir. Hâlbuki bunun mümkün olmadığını, bu mısralarla duygularını dile getiren söz konusu kitlenin tercihlerinden anlayabiliyoruz. Paylaşırken edebiliği yakalayabilen bu kitlenin sıra şiirle kurduğu bağa geldiğinde aynı kaliteyi yakalayamadığını görmek bizi yazının başlığında dile gelen meseleye götürüyor. Popüler edebiyatın içinde “popüler roman” bir tür olarak kendini gösterirken bir “popüler şiir”den bahsedilebilir mi? Bunun cevabı aslında sorunun kendisinde aşikârdır.

Popüler şiir tanımın kulağa hayli yabancı gelmesi aslında şiirin edebiyat türleri içinde seçkin bir konumda olmasından ileri gelmektedir. Şiirin kadim zamanlardan bu yana Tanrısallıkla ilişkilendirilmesi, ilk şairlerin aynı zamanda “ilahi âlemle irtibatta bulunan bir kâhin, bilici” olarak kabul edilmeleri, esin perilerinden bahsedilerek onlara bir kutsallık kazandırılmaları sonucunu da doğurmuştur. Buna bir de yazılı kültürün henüz oluşmadığı zamanlarda şiirin kullanmış olduğu tekniklerle, yani kafiye, ölçü gibi unsurlarla insanların hafızasında kolayca yer edebilmesini eklediğimizde söylemek istediğimiz şey daha açık ortaya çıkacaktır. Destanların manzum oluşu, masallardaki tekerlemeler buna bir örnek olarak gösterilebilir. Şiirin birçok tarifi vardır, hatta kimilerine göre her şiir bir tarifi içerir, ancak herkesin üzerinde ittifak ettiği nokta gündelik dilin şiirde değişime uğramış olması, özel bir dile dönüşmesidir. Yani biz bir şiir okuduğumuzda kelimelerin gündelik yaygın anlamlarından çok, bizde uyandırdığı duyguya yoğunlaşırız.

Bu yüzden bir şiirin bir anlamı yerine okuyucudan kaynaklanan sonsuz anlamları olabilir. Bir bakıma şiirin göndergesi dışa değil daha çok kendisine dönüktür. Bu da Cemal Süreya’nın “şiir geldi kelimeye dayandı” sözüyle anlatmak istediği işlevdir. Bu husus elbette ki edebiyatın bütün türleri için geçerlidir ama en çok şiire özgü bir özelliktir. Çünkü roman veya hikâyenin göndergesi dışa dönük, daha doğrusu okuyucunun tarih, kültür bilincine hatta bilgisine doğrudan hitap edebilir. Duygusal işlev metnin dışa dönük bildirisi haline gelebilir. Şimdi yavaş yavaş asıl meseleye yaklaşıyoruz. Roman ve şiirin edebi alanda tuttukları yerin, daha doğrusu okuyucunun bu iki türle kurduğu ilişkinin, beklentinin bir farkı var mı? Eğer varsa buna şiirin doğası mı, yoksa okuyucunun beklenti ufku mu etki ediyor? Bu soruların aslında asıl maksadı popüler romancıların edebi alanda kabul görmeye başlaması ve edebi değeri olanla olmayan arasındaki mesafenin giderek daralması hatta tersine bir ivmenin gözle görülür bir biçimde artmasıdır.

Aslına bakılırsa her dönemde edebi ve popüler romanlar kaleme alınmıştır, ama hiçbir dönemde kompartımanlar bu derece birbirine eklemlenmemiştir.

Ciddi edebiyat ve sanat dergilerinde boy göstermeye başlayan popüler romancılarımız giderek edebi değer taşıyan eserler kaleme aldıkları iddiasında bulunmaktadırlar. Aslına bakılırsa her dönemde edebi ve popüler romanlar kaleme alınmıştır, ama hiçbir dönemde kompartımanlar bu derece birbirine eklemlenmemiştir. Mesela hiçbir edebiyat mahfili Muazzez Tahsin Berkant ya da Kerime Nadir’in romanlarını çok sattıkları için Peyami Safa ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserleriyle mukayese etmemiştir. Buna söz konusu popüler yazarların kendileri de dâhildir. Onlar, çok satıyor olmalarını edebi değere haiz olmalarına değil, kullandıkları dil ve temaların genel okuyucunun isteklerine hitap ediyor olmalarına bağlı olduklarının bilincindeydiler. Anlatılarını “ağlatı”ya, melodrama dönüştürerek “dil”i, “içerik”i ihmal ederek popüler edebiyatın yetkin örneklerini vermişlerdir.

Şimdi ise durum hayli farklıdır. Günümüz popüler romancıları çok satmanın, şöhret olmanın tadını aldılar ama hâlâ bir şeylerin eksik olduğu inancıyla sanatçı kimliğinin de peşinde koşmaktan vazgeçmiyorlar. Fakat bu durum onların üsluplarında herhangi bir gelişim peşinde koştukları anlamına da gelmiyor. Eser yoluyla değil, ama röportaj ve reklam bunu sağlamanın en kolay yolu gibi geliyor söz konusu yazarlarımız için. Okuyucu için de benzer şeyler söylenebilir. Kolayca tüketebileceği metinler peşinde koşarken bir yandan da çok okuyan iyi bir “okuyucu” kimliği kazanıyor. Çünkü okuyor olmak zaten sihirli bir kimliği de beraberinde getirir. Görüldüğü gibi “yazan” “yazar”laşırken, okuyucu da “entelektüel” kimliğine kavuşmuş oluyor. Roman türünün edebi olan ve olmayan arasındaki farkı bu kadar silikleştirmesi ve muğlâk bırakmasının ardında yatan nedenler aslına bakılırsa oldukça basittir.

O da kullanılan temalarda ve dilde gizlidir. Bilindiği gibi batı edebiyatı kaynaklı bir tür olan roman anlatmaya dayalıdır ve bu da “hikâye etmek”le doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla halk hikâyeleriyle, romanslarla beslenen romanın, onlardan ödünç aldığı temalar işte bahsini ettiğimiz meselenin anahtar kelimeleridir. Destanlar, masallar, hikâyeler “aşk, kahramanlık, acı, hüzün”ün yol açtığı hadiselerle doludur. Roman, bütün bu evrensel temaları ödünç alarak yeni bir anlatım tarzına çevirirken popüler ve edebilik arasındaki sınır daha o zamanlardan muğlaklaşmıştır. Fakat daha sonraları meselenin ne anlattığından çok nasıl anlattığının daha önemli hale gelmesiyle, edebi akımların ve buna bağlı olarak gelişen eleştiri anlayışının etkisiyle Batıda edebi olanla olmayan arasındaki fark belirginleşmeye başlamıştır.

Özellikle Roland Barthes’in Kafka’dan aktardığı “edebiyat varlığını tekniğine borçlu, başka bir şeye değil” cümlesi, eserin anlamından ziyade bu anlamlara verilen biçimlere dikkat çekmesi yönünden önemlidir. Çünkü popüler edebiyatın kullandığı teknik, “şekil” ve “konu”dur. Hâlbuki konu evrensel, içerik ise biriciktir Yani her eser kendi içeriğini yaratır. Konu tasavvufi bir yolculuk olabilir, ama onu bir eserde yoğurarak “içerik”e çevirebilmek, kendi şahsi üslubunu ve yorumunu katabilmek gerekir. Burada mantıksal, tarihsel, toplumsal doğrular değil, estetik doğrular devreye girer. İşte konu ve şekilde kalanlar “popüler”, yani “yazan”;kullandıkları biçimi içerikle yoğurabilenler edip, “yazar” kimliğini kazanmış olur.

Günümüz edebiyatında, daha doğrusu romanında konu o kadar önem kazandı ki herkes roman okumaktan çok konusu ile ilgilenir oldu.

Günümüz edebiyatında, daha doğrusu romanında konu o kadar önem kazandı ki herkes roman okumaktan çok konusu ile ilgilenir oldu. Yazarın nasıl anlattığından çok ne anlattığı daha önemlidir günümüz okuyucusu için. Dille hesaplaşmamış, dili önünde en büyük engel olarak görmemiş, dili dilin imkânlarıyla aşabilme çabasına girmemiş ya da böylesi bir yetenek ve birikime sahip olmayan popüler yazarlarımız, okuyucunun beklentilerini karşılayacak fastfood ürünler piyasaya sürmeye devam etmektedir. Bunun popüler edebiyatın doğası gereği eleştirilmemesi gereken bir husus olduğunun bilincindeyiz. Bizim burada altını çizmek istediğimiz nokta, popüler edebiyatın, edebî sahanın sınırlarını okuyucu profilinin yardımıyla ihlal etmeye başlamasıdır. Burada yazının başlığı ile içeriğinin farklılaştığını kabul ediyorum.

Şiirde bahsedecekken birdenbire romanda kaldık. Ancak bizi böyle bir tavra iten kuşkusuz roman ve şiir arasındaki farklılıktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi popüler romanla edebi roman arasındaki çizgi daha siliktir ve onu ancak belli bir birikime, edebi zevke sahip olan okuyucular fark edebilir. Yaratıcı okuyucu diyebileceğimiz ve “mesaj” peşinde koşmayan, biçim ve içeriğin estetik bir hazza dönüşmesini önceleyen bir okurdur kastettiğimiz. Şiirin böyle bir okur kitlesine sahip olduğu düşüncesini taşıdığımızı söylemek gerekir. Şiirin iletisinin, mesajının; temasının dışa değil kendi içine dönük olması, özetlenememesi, bırakın başka bir dile, kendi diline bile başka kelimelerle çevrilebilmesinin imkânsızlığı, imgelerin biricikliği, biçim ve tekniğinin diğer türlere göre daha kendine has olması ve buna bağlı olarak okuyucunun da belli bir bilgi birikim sahibi olma zorunluluğu bizim bu kanaati taşımamızın en önemli argümanlarıdır.

Bu demek değildir ki şiir olma iddiasıyla yazılan her metin edebi değer taşır. Fakat roman ve hikâyedeki sınır ihlali muğlakken, şiirdeki sınır çizgisi daha belirgindir. Okuyucunun dille hesaplaşmayan, dilin imkânlarını zorlayarak onu aşamamış tekniğe ya da temaya boğulmuş, izlek, yüzey yapı ve derin yapı arasındaki bağdaşıklığı ihmal etmiş ve manzumede kalmış bir metni değerlendirmede anlatı metinlerine nazaran daha sağlam argümanlara sahip olduğunu unutmayalım. Tabi burada birçok manzumeci ve müteşâirin de şair olarak edebiyat camiasında lanse edildiğini unutmuyoruz. Ancak romancılarımızın yanında bu oranın hayli sönük kalacağını da tahmin etmek güç değil. Zira genelde edebiyat özelde ise şiir dergilerinde akan edebi bir alanın varlığını unutmamak gerekir. Şiir, romanın yanında pazarlanma açısından da pek karlı olmayan bir alanı temsil ettiği için popüler alanın ortasına değil dışına düşmektedir diyebiliriz.

Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Peyami Safa’yı, Oğuz Atay’ı, Tanpınar’ı, Kafka’yı okuduğunu bildiğimiz-her ne kadar derinlemesine olmasa da- popüler diyebileceğimiz yazarların adını da edebî listeye ekleyen roman okuyucularını tanıyoruz, ama Baudler, Yeats, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Asaf Halet v.s. gibi şairlerle hakkıyla ünsiyet kuran bir şiir okuyucusunun müteşairleri şair olarak görmeyeceklerini düşünmenin safdillik olmayacağı kanaatindeyiz. Burada edebi değerlerinden hiç kimsenin şüphe duyamayacağı Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi şairlerimizin okurlarıyla kendi dışlarında gelişen ilişkileri için ayrı bir parantez açmak gerekecektir, ama bu husus başka bir yazının konusu olacak kadar geniş kapsamlıdır. Edebi değerlerinin yanı sıra ideolojik tercihlerin daha etken olduğu bu şairlerimize gösterilen ilginin estetik zevkin dışında, daha doğrusu metnin dışına doğru genişleyen bir göndergeler yığını peşinde koşan bir okur kitlesini yarattığını söylemekle yetinelim.

Söz konusu okur kitlesinin tercihi şiirsel söylemin dışında biçimsel ve dilsel alanların daralmasıyla manzumeciliğe dönüşen bir yolu da açtığı malumdur. Tıpkı Orhan Veli, Attila İlhan ve İkinci Yenicilerin yanlış algılanması örneğinde olduğu gibi. Şiirin her şeyden önce kelimeye, dile dayanması gerektiğinin giderek anlamsızlık peşinde koşmayı beraberinde getirmesi; şairanelikle şiirsel söylemin aynı olmadığını görmezden gelen anlayışın yaygınlık kazanmış olması, iri sözlerin imgenin yerini alması, nesnel karşıtlıktan yoksun imgelerin geçerlilik kazanması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Fakat her şeye rağmen şiirin pazarlanmaya gelmeyen yüksek pahası, kâr getirmeyen doğası, şairliğin herkese kolayca verilmeyen kutsal imgesi, şiiri popüler edebiyatın dışında tutmaya yetmiştir.