Sistemli düşünen kolejli bir Nietzsche: Wittgenstein

HABER MASASI
Abone Ol

1-

Dehanın şarkısı hiç şüphesiz. Soylu ve derin meseleleri dert edinen bir zengin çocuğu o. Anlamaya çalışmakla geçmiş bir ömür. Tek bir kitapla felsefi tüm sorunları çözdüğüne inanacak kadar iddialı, Avrupa’nın en zengin işadamı olan babasından kalan mirası bütünüyle dağıtacak kadar gözü dünyayı görmez bir filozof. Sonra tüm bunları bırakıp bir köyde öğretmenlik yapma fikrinin tam ortasında karşısına çıkan fıskiyeyle anlamı yeniden arayan bir düşünce işçisi. Dehanın sınırlarını zorlayan bir deli.

2-

Avusturya asıllı filozofumuz, Atatürk’ten sekiz yıl sonra Viyana’da doğdu. Demir-çelik ticaretiyle uğraşan ailesi Avrupa’nın en zengin birkaç ailesinden biriydi. Babasının sanat çevreleriyle olan yakın ilişkisi pek çok ünlü müzisyenle henüz çocukluğundayken tanışmasını sağladı. 15 yaşına kadar eğitimini özel derslerle sürdürdü. (İşte bunlar hep imkân.) Sonra teknik bir üniversite okuyup mühendislik eğitimi aldı.

3-

İngiltere’de havacılık bölümünde araştırma görevlisi iken mantık ve matematiğe olan ilgisi, onu ismini sürekli duyduğu ünlü matematikçi ve filozof Bertrand Russell’le tanışmaya kadar götürdü. 1912’de Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Burası doğum yapacağı yerdi. Russell’ın kendisine gelen bu çocuğun deli mi yoksa dahi mi olduğunu anlaması uzun sürmedi. Bu durum Wittgenstein’a ‘hocasının da hocası’ olma imkânını verecekti. Fakat savaş gelip kapıya dayanmıştı bile.

4-

Savaş başlayınca gönüllü olarak gidip orduya yazıldı. Avusturya’nın bir neferiydi artık. Savaş boyunca cepheden cepheye cebindeki deftere durmadan notlar aldı. İtalyanlara esir düştü. Notlarını yazmaya devam etti. İlk ve hayattayken yayınladığı tek kitabı olan Tractatus’un temelleri idi bu notlar. 1919’da dünyaya geri dönünce yayınladı kitabını: Tractatus Logico-Philosophicus. Artık felsefeyi bırakmıştı. Çünkü çözülebilecek bütün felsefi sorunları bu kitapla çözdüğünü söylüyordu. (Artistlik bu değilse nedir?)

5-

1921’de Avrupa’nın en zengin adamlarından biri olan babası ölünce kendisine devasa bir miras kaldı. Ama o, bu devasa mirası tamamen reddetti. Üniversiteyi ve felsefeyi bırakmıştı. Avusturya’nın köylerinden birine giderek ilkokul öğretmenliği yapmayı tercih etti. 1926’da öğretmenliği de bırakıp bahçıvanlık yapmaya başladı. Sonra kız kardeşi için ideal bir bina tasarladı ve inşaat işlerinde çalıştı. (Kendi tasarladığı kapı kulpları falan var.)

Wittgenstein, 9 Nisan 1951’de kanserden öldü.

6-

Dünya, Amerikalı pislikler yüzünden 1929’da büyük bir ekonomik buhrana girerken o da daha önce ‘felsefi sorunları bitirdim’ dediği Tractatus’taki bazı memnuniyetsizlikleri yüzünden felsefeye geri döndü. Cambridge’te öğretim üyesi olarak işe başladı. Uzun yıllar burada dersler verdi. Dersleri büyük ilgiyle takip edildi. Bu sıralarda Tractatus’ta öne sürdüğünden ayrı yeni bir felsefe teklif etmeye başlamıştı bile. Fırtınalı hayatı, İngiliz vatandaşlığına geçmesi ve başka hikâyelerle sürdü gitti. Nihayetinde 29 Nisan 1951’de kanserden öldü.

7-

Wittgenstein’ı anlamak için en basit anlamıyla ikiye ayırmak gerekiyor onu: Yazdıkları ve yaptıkları. Yaşamı, felsefesine ilişkin ipuçları verecek çünkü bize. Savaş sırasında günlüğüne yazdığı notlarda; kendi birliğindeki diğer askerlerin insan olmadığından söz ediyor mesela. Ordudayken dostlarını da düşünür elbette. Ama içlerinden sadece Keynes’ten mektup alır. O da borç istemektedir. Sonra şöyle diyecekti notlarında; “Özellikle şu günlerde insanın bir zamanlar sırdaş olduğu birinden iş mektubu alması yaralayıcı oluyor” ve devam edecekti: “intiharı düşünüyorum.”

8-

Bilimin putlaştırılmasına saldıran bir savaşçıydı Wittgenstein. Üniversite eğitimlerini felsefe üzerine aldıkları sürece felsefeyi dikkate almamaları gerektiğini söyleyecekti öğrencilerine… Şu da var; felsefe dersleri verdiği öğrencilerine şiddetle felsefe öğretmeni olmaktan kaçınmalarını tavsiye ediyordu. Bundan daha kötü olabilecek yalnızca bir şey vardı ona göre: o da gazeteci olmak. Korkunç dehasına rağmen Hıristiyan mistisizminden o da etkilenmişti. I. Dünya Savaşı’nda, savaşı hem ırksal açıdan değerlendiriyor hem de bundan memnuniyet duyuyordu doğrusu. Bütün içtenliğiyle Avusturya güçlerinin galip gelmesini istiyordu. O sıralar elinden düşürmediği tek şey, Tolstoy’un küçük İncil’i idi. Trajedinin ayrılmaz kaderi bu olsa gerek: İçinde bulunduğu Avusturya ordusu, Ruslarla savaşıyordu.

9-

1933-1934 akademik yılında Cambridge’de döneme biri ‘felsefe’ diğeri ‘matematikçiler için felsefe’ başlıklı iki dersle başladı. ‘Matematikçiler için Felsefe’ dersi, Wittgenstein’ın bütün korkusuna rağmen popüler olmuş, derslere oldukça fazla sayıda insan katılmaya başlamıştı. Sadece öğrenciler değil, öğretim görevlileri de derslere ilgi gösteriyordu. Wittgenstein ise kalabalıktan dolayı dersleri artık böyle sürdüremeyeceğini söyleyip izleyicilerini hayrete düşürdü. Bunun yerine ders notlarını küçük bir öğrenci grubuna yazdırmayı önerdi. Böylece notlar çoğaltılıp herkese dağıtılabilecekti. Kopyası çıkarılan notlar, mavi karton kapaklarla ciltlenmiş ve Mavi Kitap böyle ortaya çıkmıştı. Mavi Kitap, Wittgenstein’ın sonraki dönem felsefesinin sunumuna bir ilk örnek olarak görülebilir.

10-

Mavi Kitap’ı andık. Felsefi Soruşturmalar kitabını da analım. Felsefi Soruşturmalar, Wittgenstein’in ‘ikinci felsefesini’ ortaya koyduğu çabadır aslında. Şunu söylemek gerekir; Felsefi Soruşturmalar, herhangi bir felsefi klasikten daha fazla yalnızca okurun zekâsını değil, dâhil olmasını da gerektiren bir kitaptır. Hakkındaki ödüllü biyografinin yazarı Ray Monk şöyle diyecektir: “Diğer büyük felsefi eserler, örneğin Schopenhauer’in ‘İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’sı, Schopenhauer’in ne söylediğini bilmek isteyen biri tarafından ilgiyle okunabilir. Fakat Felsefi Soruşturmalar, bu yaklaşımla okunacak olursa, entelektüel açıdan zor olduğu için değil, Wittgenstein’ın ne söylediğini anlamak pratik açıdan imkânsız olduğu için kitap çabucak sıkıcı ve okunması zevksiz bir hal alacaktır.”

11-

Hâsılı Wittgenstein, dert ettiği şey/leri zaten dert edinenler tarafından anlaşılabilir bir dahi. Zekâyı kışkırtması açısından konuşmaya değer elbette. Fakat ihtiyar dünyamız, kıymetli olan her şeyi gülünç duruma soktuğu gibi onu da şöhreti arttıkça meselesi tartışılmayan bir adama dönüştürdü. (Hayırlısı.)