Soğuk ayazda yürüyüş yaparken depremden kaçan baba oğul ile karşılaştım
Etrafta benden başka kimse yoktu. Demek bana sordu. Ona doğru bakmadığım, sadece gözlerimi kısarak yürümeye çalıştığım için ve yanındaki delikanlıdan cevap gelmediği için bana sorduğuna karar verdim. Baktım, bakıyor. Cevap bekliyor.
Maksat alışverişle birlikte yürüyüş olsun diyerek evden çıkarken, havanın bu kadar soğuk olduğunu tahmin etmemiştim. Cep telefonundaki adım sayacını aklımdan geçirince, ne güzel bir uygulama yapmış diye içimden kutladım bulan kişiyi.
Dışarıda bir ayaz, bir ayaz… Jilet gibi. Kesiyor. Bu havada aklı olan dışarı çıkmaz ama mecbur çıktım. Günlük yürüyüş tamamlanacak, dönüşte ekmek alınacak, süt alınacak.
Sağlam giyindim. Siyah beremi başıma geçirdim, çekiştirip kulaklarımı iyice örttüm. Eldivenlerimi de buldum ki yerini hemen hatırlayışıma şaşırdım.
Binadan çıkarken dış kapıdaki “Lütfen kapıyı kapatınız” yazısının güçlü zamkına rağmen bir kere daha yırtılan köşesine kafam takıldı. Sondaki z harfi gitmiş… Olmuş, “kapatını”. Etiket düşmanı bir siniri bozuk var bizim binada. Kimdir bilmiyoruz. Ya da ben bilmiyorum. Bilen varsa da söyleyen yok. Tırnağını takmış, söküp koparmaya çalışırken, tam iş üstünde yakalasam, müdahale eder miyim bilmem. Asansördeki etiketleri de aynı kişi söküyordur muhtemelen. Ne muhtemeleni, kesin.
- Enes’e bir kaban almayı geçirdim aklımdan. Çocuk deprem şokunu üstünden atamamış. Üşüdüğünü bile fark etmiyor.
Yönetim veya bakıma gelen servis elemanları yeni etiketleri en yükseğe yapıştırıyor bir vakittir. Yine hepsi köşelerinden yavaştan gitmeye devam ediyor. Demek ki çocuk değil bunu görev edinen.
Kapıyı çekip kapatmak da rüzgârdan ötürü epeyce zor oldu.
Yürürken karşıdan esen sert rüzgâr adımlarımı ufaltıyor. İleriye atmaya niyetlendiğim ayağımı rüzgâr engelleyip yakına kondurmama sebep oluyor. Direnmesem, geri gideceğim veya “yerinde say” komutu almış asker gibi ayaklarımı aynı yerde kaldırıp indireceğim.
Rüzgârın sesi, kapattığım hâlde kulaklarımı bere yokmuş gibi vınlatıyor. Soğuk da bereyi aşıyor kolaylıkla.
Kuşlar bile sersemlemiş şekilde uçuşuyor. Düz gidebilen yok neredeyse.
Az ilerideki devasa çöp bidonu yan yatmış. İki köpek etrafında dolanıyor. Üstüne atlamaya, içine ulaşmaya çalışıyorlar. Bunlar birbirine yabancı olmayan iki köpek olsa gerek. İkisi de hırlamıyor. Ya da çok aç olduklarından, boğaz derdine düşmüşler, hırlaşmak için enerji harcamaktan kaçınıyorlar.
Ağaçlardan irili ufaklı dallar düşmüş. Bilhassa çınar dalları, diplerine yayılmış. Marketin yanındaki sitenin bahçesinde bir çam ağacı devrilmiş. Toprak, kökleri dışarı püskürtmüş. Şu çam ağaçlarının bu kadar az köke sahip olması, hakikaten şaşırtıcı. Domatesin kökünden hallice. Bunca yıl ayakta durmasına, devrilmemesine hayret etmek gerekir.
Rüzgâr vınlamaya devam ediyor. Artık buna rüzgâr demek saygısızlık sayılır. Fırtına demek lâzım. Ayaklarım üşüdü. Daha kalın çorap giymeliymişim. Ellerim de üşüdü. Eldiven var ama yetersiz. Çorap iki kat giyilebilir de eldiven için olacak iş değil.
Marketin oraya geldiğimde bir adamla bir genç yürüyordu. Yürümeye çalışıyorlardı. Delikanlının elinde bir kuş kafesi. İçinde üç tane muhabbet kuşu.
Yanlarından geçerken adam seslendi.
“Çarşıya ne kadar var?”
Etrafta benden başka kimse yoktu. Demek bana sordu. Ona doğru bakmadığım, sadece gözlerimi kısarak yürümeye çalıştığım için ve yanındaki delikanlıdan cevap gelmediği için bana sorduğuna karar verdim. Baktım, bakıyor. Cevap bekliyor.
Soğukta düşünmek de sıkıntılıymış.
“Bir kilometre kadar.”
Sanırım adam yanındakine döndü, “Yürüyelim o zaman, binmeye değmez” dedi.
Zaten neye binecekler ki?
Buradan otobüs geçmez. Güzergâh dışı. Minibüs desen, saatte bir anca. Taksi bu havada bulunmaz.
Dedim “Ben yürüyorum.”
“Biz de Gaziantep’ten geldik. Depremden kaçtık.”
Haydaa… Böyle birden bire, pat diye söyledi. Bir ara cümleye, giriş yapmaya gerek duymadı.
Çarşıya ne kadar var, yürüyelim binmeye değmez, biz depremden kaçtık…
Akışta bir hata yok mu? Bir hazırlık cümlesi gerekmez miydi en azından?
Öyle düşündüm ama depremden kaçmış bir adamı eleştirecek değilim.
Hem de ne deprem!
Yer yerinden oynadı, dağlar yürüdü, ovalar yarıldı. Yolların yamulduğunu, rayların büküldüğünü gördük.
Almanya büyüklüğünde bir alan dünyanın bugüne kadar görmediği şekilde sarsıldı. On şehir… O şehirlerin ilçeleri, kasabaları, köyleri, mezraları etkilendi.
Üst üste çok büyük sarsıntılar sonrası binalar yerle bir oldu. Artçı denilenler bile başlı başına güçlü yıkım gücüne sahipti.
Rüzgârı fırtınayı unuttum. Adım atmanın zorluğu aklımdan uçtu gitti.
Artık sadece depremden kaçıp gelen bu adam ve oğlu vardı yanımda ve aklımda.
Kafam onlarla meşguldü.
Oğlunun adı Enes. Üstünde gömlek var. Önü açık. Düğmeleri iliklememiş. İlk sözüm adını sormak, sonra “Üşümüyor musun?” demek oldu.
“Yok” demesin mi?
Nasıl üşümez insan bu havada!
Elinde salladığı kafesteki kuşları çenemle işaret ederek “Konuşuyor mu bunlar?” diye sordum.
Yine tek hecelik cevap geldi. “Yok.”
“Muhabbet kuşu değil mi bunlar?”
Cevap gelmedi.
Görmüyor musun? Muhabbet kuşu işte üçü de. Fakat muhabbet etmek istemiyorlar. Tıpkı benim gibi.
Böyle demiş kadar oldu Enes.
Baba anlattı yol boyunca. Çok fena sallanmışlar. Binaları yıkılmamış ama yan yatmış. Zor kaçmışlar. Eve girmelerine izin vermiyorlarmış. Kaçıp gelmişler. Uçak bedavaymış. Burada bir akrabalarına sığınmışlar. “Kaç gün kalabiliriz bilmem” diyor, “Akraba da olsa neticede misafirlik bir zamandır. Bize kalacak bir yer lâzım, geçimi temin edecek iş lâzım.”
Enes’e bir kaban almayı geçirdim aklımdan. Çocuk deprem şokunu üstünden atamamış. Üşüdüğünü bile fark etmiyor. Ya da gururundan öyle söylüyor.
Belediyeden çağırmışlar. Oradan yardım edeceklermiş. En azından çocuklara birer kaban, ayakkabı alırız dedi. Akraba dediği kişi belediyede çalışıyormuş.
Depremin nasıl olduğunu anlattı. “Perişan olduk. İnsanlar öldü, çoğu enkazda kaldı. Şehirler bitti. Televizyonda görüldüğünden beter orada vaziyet.”
Sonra kalacak yer konusunu tekrarladı. “Kaban maban kolay. Ne olacak, ben de alırım. Kimseden para da istemem. Bize ev şart. Bir de iş.”
Gelirken Enes’in kuşlarını bir komşuya vermek istemişler. Komşu “Bu şartlarda biz kendimize bakamıyoruz, kuşlara nasıl bakalım” deyip kabul etmemiş. “O zaman sal gitsin dedim, kediler yer diye Enes razı gelmedi. Mecbur yanımızda getirdik.”
“Şimdi nereye götürüyorsunuz?”
“Almak isteyen olursa satacak ya da birine hediye edecek. Misafirlikteyiz zaten, canımızın derdine düşmüş sığınmışız, bir de kuşları yük etmeyelim.”
Enes’e soru sormaya cesaret edemiyorum.
“Yaş kaç?” dedim, “On beş” diye cevap babadan geldi. Enes’in kafa bozuk, kaşlar çatık.
“Kaça gidiyorsun?”
Enes kaçamak bir bakış fırlattı. “Eee” dedi sadece. Devreyi baba tamamladı.
Okulu bıraktığını, fırında çalıştığını söyledi. Sormuş kendisine. “Okumak mı istersin, meslek sahibi olmak mı?”
Okumayacağım ben demiş Enes. O zaman fırına vermiş çocuğu. İki senedir orada çalışıyormuş.
“Ne güzel meslek işte. Çalışsın tabii. Okumanın da iş garantisi yok ki. İnsanlar her zaman acıkır. Ölmez meslek. Burada bir fırına girer, çalışır.”
Balıkçıların oraya yaklaşırken, Enes konuştu.
“Aaa, beyaz kuşlar. Onlar ne?”
Enes ilk defa martı görüyor demek. “Martı onlar” dedi baba. Aynı anda ben de “Martı onlar” dedim, “deniz kuşları.”
“Güzelmiş.”
Enes martıları da sevdi. Hafifçe gülümsemesinden anladım. Elindeki muhabbet kuşlarını birine satacak ya da verecek ama belli ki gönülsüz. Üşümemesi de ondan belki.
Fırtına şiddetini artırdı ama ben de üşümeyi bıraktım.
Gözlerimi etkiledi fırtına. Mendil çıkarmak için ceplerimi kurcaladım. Önce eldiveni çıkarmak gerekti.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.