Sühan Yenikoğlu’nun büyük şey yapma tutkusu ve bir dükkânda bulduğu yetenek
“Tamam,” dedi tezgâhın arkasındaki adam, “hatırladığım gibi, emek sahip olduğun şeyleri vererek alabileceğin bir şey değil. Sahip olacaklarını vererek sahip olacağın bir şey.”
Sühan Yenikoğlu hayatı boyunca büyük şeyler yapma tutkusuyla yanıp kavrulmuş bir adamdı. Ama yapacağı büyük şeyi yine hayatı boyunca bir türlü bulamamıştı. Daha parmak kadar bir çocukken, “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “Büyük olacağım.” diye cevap verdiğinde etrafındaki kendilerini büyük sanan küçük insanlar “hahaha”, “hehehe” diye gülerlerdi ve kendilerini büyük sanan küçük insanların, cevabına neden güldüklerini bir türlü anlayamazdı. Okulları öyle böyle geçti, diplomalarını orta derecelerden aldı, sıradan bir işe girdi ve sıradan bir hayat sürerken, günlerden bir gün çalıştığı sıradan iş yerinde öğle paydosunda yemek sonrasındaki on beş dakikalık kafayı masaya koyup uyuklama esnasında bir rüya gördü. Rüya bir olay içermiyordu. Sadece donuk bir sahne içeriyordu. Adeta bir fotoğraf karesiydi gördüğü rüya. O fotoğraf karesinde kendisi bir duvarın önündeydi. Aslında duvarın önündeydi ama önünde olduğu duvarda bir demir ve eski kapı vardı ve kapının önündeydi. Daha doğrusu kendisi o duvara ve duvarın ve yani demir ve eski kapının önünde kendisine bakan kendisine elindeki kalemle bakar bir vaziyetteydi. Elinde bir fotoğraf makinası değil kalemle, duvarın ve yani demir ve eski bir kapının önünde hareketsiz duran kendisine baktı gördüğü rüya boyunca. Sonra uyandı. Şaşkın ve ürkmüş bir vaziyette olmasına rağmen, kararlı bir biçimde ayağa kalktı ve çalıştığı sıradan iş yerinden çıktı. Kendisine bakıp da nereye gidiyor bu diye düşünen insanlara aldırmadı. Zaten onlar da Sühan Yenikoğlu’nun gidişine aldırmadılar.
Sühan Yenikoğlu sıradan işyerinden çıktıktan sonra metro istasyonuna yürürken düşündü. Metroya bindi, yol boyunca da düşündü. Metrodan indi ve indikten sonra metrodan yeryüzüne çıkan sekiz yüz basamaklı ama yürüyen merdivenlerde yürümeden dururken de düşündü. Yeryüzüne çıktıktan sonra etrafına baktı. Kaderin ağlarını ördüğünü anladı çünkü Sirkeci’deydi. Nereye gideceğini biliyordu sanki en başından beri; her şeyin bulunabileceği dünyadaki tek yer olan Tahtakale’ye.
Sekiz dakika boyunca hiç düşünmeden yürüdü, Mısır Çarşısı’nın içinden geçti, Tahtakale’ye girdi, birkaç sokak dolaştı, birkaç kez yanlış sokağa girdi, sonra çıktı ama sonra buldu. Rüyasında kendisini önünde gördüğü duvar ve demir ve eski kapının önündeydi. Ama duvarın ve demir ve eski kapının önünde kendisine bakan kendisi yoktu doğal olarak. Gülümsedi ve kapıyı itti. Kapı açıldı. İçeriye girdi.
Karanlık bir koridordan geçtikten sonra bir avluya çıktı. Avlunun karşı ucunda bir dükkân gördü. Avludaki açık olan, işleyen, canlı olan tek dükkândı zaten. Başını sağa doğru eğip, anlamaya çalışarak baktı dükkâna. Dükkâna ve tabii ki, dükkânın üzerindeki tabelaya. “Ne Ararsan Var” idi dükkânın adı.
Dükkâna girdi. Dükkânın içinde, tezgâhın arkasında ufak tefek bir adam oturuyordu. Adamın yüzü kırışıklarla doluydu, kafasında siperlikli bir şapka vardı, şapkanın üstünde de “Ne Ararsan Var” yazıyordu. Kurumsal bir yer diye geçirdi içinden Sühan Yenikoğlu.
“Merhaba, ben bir şey arıyorum.” dedi Sühan Yenikoğlu tezgâhın arkasında oturan adama. “Var bizde.” dedi adam. “Ama o şey ne bilmiyorum.” dedi Sühan Yenikoğlu. “Yardımcı olalım, her şey bulunur bizde.” dedi adam. “Ben büyük bir şey yapmak istiyorum.” dedi Sühan Yenikoğlu.
Adam düşündü. Önündeki koca defteri açtı, kargacık burgacık satırlar arasında bir şeyler aradı. Sonra başını kaldırdı tekrar baktı. “Yetenek verelim sana. O yeteneği kullanırsın, büyük bir şey yaparsın.” dedi adam.
Sühan Yenikoğlu’nun kalp atışları hızlandı birden. “Oluyor mu öyle?” dedi heyecanla. “Sadece öyle oluyor.” dedi tezgâhın arkasındaki adam. “Tamam, alayım.” dedi Sühan Yenikoğlu.
Adam tekrar defterine çevirirken başını sordu; “Nasıl bir yetenek istersin? Hızlı koşma, ellerinin üstünde yürüme… Bu sıralar herkes bedensel şeyler alıyor ama başka türlüsü de var tabii.” Sühan Yenikoğlu duraksadı. “Öyle değil,” dedi, “ne bileyim. Bir yazar filan olsam, bir roman yazsam mesela…”
“Var öylesi de… dur bakayım. Hımm.” dedi tezgâhın arkasındaki adam. “Ne zamandır soran yoktu da, eski sayfalarda kalmıştır.” diyerek sayfaları çevirdi geriye doğru. Üç sayfa, beş sayfa… buldu.
“Tamam,” dedi, “buldum. Hem de bayağı iyi durumda, insanları çok etkileyecek derecede bir yazarlık yeteneği var elimde. Ama dur bakayım.” Kargacık burgacık satırlara gömüldü yine adam bunları söyledikten sonra. Sühan Yenikoğlu endişelendi, “Ne oldu bir sorun mu var?” “Yok.” dedi tezgâhın arkasındaki adam. “Sadece biraz pahalıymış, o yüzden şeyettim.” “Ne kadar pahalı? Biraz birikmişim var.” dedi Sühan Yenikoğlu. Tezgâhın arkasındaki adam biraz daha baktı önündeki deftere. “Yok,” dedi, “öyle birikmişle filan olmaz, sürahi mi alıyorsun? Hoh hoh, neyse, dur bakalım.” Mırıl mırıl okudu biraz defterdeki yazıları. Sonra kaldırdı başını. “Neyin var neyin yok vereceksin, sadece öyle verebilirim sana bu yeteneği.” dedi. “Neyim var neyim yoksa… Evim var, bir arabam var, ama arabam eski.” “İşin var mı?” dedi tezgâhın arkasındaki adam. “Var,” dedi, “sıradan bir iş gerçi.” “Sıradan bir işse o sende kalsın. Neyse, evini arabanı haricen bütün birikmişini ver, ben de yeteneği hazırlayayım sana.” dedi tezgâhın arkasındaki adam. Sühan Yenikoğlu bir iki saniye düşündü. “Tamam, anlaştık, verdim gitti.” dedi.
O sıra gözünü açtı. Sıradan iş yerindeki masasındaydı, öğlen paydosundaki on beş dakikalık uykunun sonrasında. Ama.
İçinde hissetti. Gücü. Yeteneği. Ve sonra her şeyin bir rüya olmadığını da anladı, işten çıkınca otoparkta arabasının, sonrasında da evine gittiğinde evinin olmadığını görünce. Anne babasının evine gitti. Ama sorun değildi. İçinde hissediyordu. Gücü. Yeteneği.
Altı ay boyunca uğraştı. Yazmaya çalıştı. Bir roman yazmaya çalıştı. Korkunç derecede büyük bir yeteneği vardı, içinde hissediyordu ve kalemi eline aldığında da deyim yerindeyse kaleminden fışkırıyordu yetenek. Ama fışkırdığı için dağılıyordu. Bir şeye benzemiyordu yazdıkları. Altı ayın sonunda tekrar Ne Ararsan Var’a gitmeye karar verdi. Annesi ve babasıyla oturduğu evden çıktı, Sirkeci’ye doğru yola çıktı. Tahtakale’ye yürüdü, sokakları karıştırdı önce, karıştırdığını anlayınca paniğe kapıldı. Sonra durdu. Sakinleşti. Düşündü. Tekrar yürüdü. Bir sola saptı, bir sağa saptı. Buldu duvarı da kapıyı da. İçinde müthiş bir ferahlık hissetti.
Kapıyı itti. Karanlık koridoru geçti, avluya çıktı. Dükkânı gördü. Hızla yürüdü içeriye girdi. Tezgâhın arkasındaki adam tezgâhın arkasındaydı yine. “Ben geldim. Yazamıyorum, yani yazıyorum da, çok şey oluyor, dağılıyor, acayip yetenekliyim, içimde duyuyorum ama…” derken elini kaldırdı tezgâhın arkasındaki adam, “sus sus anladım” der gibi. Sühan Yenikoğlu sustu, bekledi.
Tezgâhın arkasındaki adam defterini karıştırmaya başladı, önce üç beş sayfa geriye giderek sattığı yeteneği buldu. Sonra kargacık burgacık yazıları okudu, okudu, okudu, beş on sayfa daha geriye gitti, biraz daha okudu. Sonra “Hımm.” dedi. “Ne oldu?” dedi Sühan Yenikoğlu. “Buldum.” dedi tezgâhın arkasındaki adam. “Sana emek satmamız lazım. Ama onu da nereden bulacağız ki, çok zamandır kimse istememişti, dur bakalım.” Sayfaları geriye doğru çevirdi. Çevirdi. Sekiz yüz sayfa filan çevirdi geriye doğru. “Buldum.” dedi. “Emek. İşte burada.” Başını kaldırdı. “Sana emek satmamız lazım. Bu emeği alınca, yeteneğin yanına koyacaksın onu. Of, sonrası gelsin başyapıtlar.” “Alıyorum,” dedi Sühan Yenikoğlu, “Ha, yani ne kadar, benim pek param kalmadı da. Gerçi sıradan işim duruyor ama…” “Yok yok, merak etme.” dedi tezgâhın arkasındaki adam, “Emek parayla değil, bedava, sadece. Dur bakalım…” Biraz daha okudu.
Adam böyle deftere gömülünce kalp atışları hızlanıyordu Sühan Yenikoğlu’nun, yine öyle oldu. “Tamam,” dedi tezgâhın arkasındaki adam, “hatırladığım gibi, emek sahip olduğun şeyleri vererek alabileceğin bir şey değil. Sahip olacaklarını vererek sahip olacağın bir şey.” Böyle dedi tezgâhın arkasındaki adam ve gülümsedi. Sühan Yenikoğlu anlamadı, baktı öylece. Adam bir daha eğildi defterine. “Senin ne kadar ömrün kaldı?” diye sordu bu esnada. Sühan Yenikoğlu düşündü. “Yaşım otuz.” dedi. “Yetmiş yıl yaşasam, kırk yılım kaldı demektir.” “Hahha.” dedi tezgâhın arkasındaki adam, “Şanlısın bak, buna sadece ömrünün otuz sekiz yılını vererek sahip olabilirsin. İki yıl artıyor bile.”
Sühan Yenikoğlu bu dükkâna altı ay önce ilk geldiğindeki gibi yine iki saniye düşündü ve “Tamam, alıyorum, anlaştık.” dedi.
O sırada gözünü açtı, ama başını hemen kaldıramadı kollarının üstünden. Yavaş yavaş doğruldu. Kolları uyuşmuştu ve çok, çok, çok yorgundu.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.