Tarık Tufan, Doğu-Batı çatışmasını son romanında farklı yönleriyle ele alıyor
Romancı ve senarist Tarık Tufan ile son romanı Gece Açan Çiçekler üzerinden mekân ve yazar ilişkisini, Doğu-Batı ayrımının edebiyatımızdaki yerini ve edebiyatımızda “taşra” anlatısının neden revaçta olduğunu konuştuk…
Gece Açan Çiçekler’de olduğu gibi Doğu-Batı ve aşk üzerine birçok eser okuduk hem Türk hem de Batı edebiyatında. Edebiyatın “hafıza” olmaklığını da bir kenarda tutarak tabii ki, sizi etkileyen bu bağlamda etkileyen eserler nelerdi, Doğu-Batı ayrımı meselesinde…
Kimlik olarak nereye ve duygu olarak kime ait olduğumuzu çözebildiğimizde kendimizi daha güçlü ve huzurlu hissedeceğimize dair bir inanç içindeyiz. İkisinin de cevabı kolay değil. Türk romanında bahse konu meseleler yüz yılı aşkın bir zamandır tartışılıyor. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanında iç içe geçmiş aşk ve ihanet meselelerinin arkasında bir Batılılaşma hikâyesinin de akıp gittiğini görürüz. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si de bir yandan aşkın karmaşık labirentlerinde dolanırken bir yandan da Doğu-Batı karşıtlığının, çatışmasının düğümlerini çözmekle meşguldür. Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz, Nuran, Suat aşk, hüzün, ayrılık ve ölüm derken zihnimizin bir yanında toplumsal dönüşümün hastalıklı dünyasına dair sorular birikir. Benzer sorunlar Kiralık Konak’tan tutun Sinekli Bakkal’a, oradan da Pamuk’un romanlarına kadar uzanır. Ben de Gece Açan Çiçekler romanımda edebiyatımızın bu derin meselesine bir halka eklemeye gayret ettim. Osmanlı’nın son yıllarından günümüze uzanan bir aile, aşka ve çözülme hikâyesinin arkasında Doğu-Batı arasındaki uzlaşmaz tartışmalara bir düğüm de ben ekledim.
Kitap, Doğu ve Batı’nın sembol isimleri Firdevsi ve Dante’den alıntılarla açılıyor. Yani Gece Açan Çiçekler daha en baştan bir zıtlıklar romanı: Batı-Doğu, geçmiş-gelecek, umut-umutsuzluk vs. Peki bu zıtlıklar bir kimlik arayışı mıdır yoksa bizzat kimliğin kendisi mi?
Zıtlıklar roman anlatısı için oldukça zihin kışkırtıcı ve bereketli bir tartışma ve anlama imkânı sağlıyor. Hayatın karşımıza çıkardığı seçenekler, kalbimizle zihnimiz arasındaki mesafeler, hayallerimizle gerçeklikler arasındaki çatışmalar zıtlıklar olarak beliriyor ve kaderimiz seçimlerimizle örülüyor. Buna arayış demek de mümkün, ancak bana kalırsa hayatın olağan akışı bu zıtlıklar arasındaki salınımlar ve gerilimlerle belirleniyor. Bazen zıtlık gibi karşımıza çıkan şeyler aslında aynı gerçekliğin farklı yüzleri olabilir. Bunu anlayabilmek, kavrayabilmek kolay değildir. İnsanın felsefi, irfani bir sezgiye sahip olmasını gerektirir. Geçmişle gelecek, umutla umutsuzluk bizatihi bizim bakış ve algılarımıza göre şekillenebilir. Zıtlık dediğimiz şeyler anlatıyı kurduğunuz ruh haline, zamana, sosyal koşullara göre değişebilir. Gece Açan Çiçekler’de İtalyan ressam Fausto Zonaro ile Üsküdarlı Derviş Ali’nin dünyasını kurarken kimi zaman zıtlıkların çatışmasını öne çıkardım kimi zaman da zıtlıkların birleştiği anları anlattım. Bir ressamla bir derviş yan yana geldiğinde, hayata ve düşünme biçimlerine farklı yorumlarla bakabilme imkânı verdi.
Türk edebiyatı ve fikir dünyasında "konak" kritik bir metafor. Canfeda Konağı da kitapta önemli bir yer tutuyor. Buradan yola çıkarak sormak istiyorum: Mekân ve bellek arasında nasıl bir ilişki vardır? Bizim gibi keskin geçişler yaşamış toplumlarda mekânın önemi nedir? Toplumsal bellek, mekâna, konağa sığar mı?
Konak, edebiyatımızda bireysel ve toplumsal değişimin, dönüşümün, çözülmenin, yüzleşmenin en önemli sembollerinden biridir. Canfeda Konağı’nın seçmemin önemli sebeplerinden biri de mekân ve bellek arasındaki ilişkiden hareketle, modern zamanlar İstanbul’unda, geçmişle bugün arasında bir dönüşümün izlerini takip etmek… Romanların İstanbul’unun (Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi romanlarını kastediyorum elbette) son şahitleri konakları merkeze koyarak, aynı geleneğin modern zamanlardaki takipçisi olarak hikâyemi kurdum. Huzur’da Mümtaz geçmişiyle hesaplaşmasını izlerken aynı zamanda eski İstanbul’un da yavaş yavaş yok olduğuna tanık oluruz. Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil’in sıkışmış hayatını okurken, İstanbul’un konaklarının, köşklerinin içindeki son hayatlarla vedalaşmaya hazırlanırız. Mekân ve bellek kavramları anlamsal olarak iç içe geçmiştir. Belleğin kendisi bir mekân olarak bütün hatıralarımızı saklar. Hakeza hatıraların yaşandığı mekânlar birer bellek olarak çağrışım ve anlam dünyalarını ihtiva eder. Mekânlar zamanın donduğu, hafızanın harekete geçme imkânı bulabildiği ve anlamın sürekli yeniden üretildiği yerlerdir. Mekân ve bellek arasında çok katmanlı, anbean değişen ve derin bir ilişkiden söz edebiliriz. Roman bu iki kavram arasında gidip gelir.
Son zamanlarda hem edebiyat hem de sinemada mekân olarak taşra öne çıkıyor. Siz böyle bir dönemde, Gece Açan Çiçekler’de İstanbul’u ve İstanbullu bir tarihi merkeze alıyorsunuz. Peki taşrayı anlatının merkezine koymanın bir kolaycılığı var mı sizce? Taşra neden bu denli revaçta...
Bir romancı olarak bu dünyada en büyük hayallerimden biri de adımın “İstanbul romancıları” arasında anılması. İstanbul’un romancılara olan cömertliğinden nasipleniyorum. Doğup büyüdüğüm İstanbul şehri; benliğimi, hayatı, hikâyeyi kavramamda oldukça derin bir etki yarattı. Kendime, ötekilere, hayata ve ölüme İstanbul’dan bakıyorum. Anlatının merkezine taşrayı koymanın bir kolaycılık olduğu kanaatinde değilim. Bunu tercihlerle, ilgilerle, meraklarla izah edebiliriz ancak. Anlatının kolaycılığı seçilen mekânlardan ziyade, dil, karakter, üslup, hikâye katmanları vb. ile ilgilidir. Mühim olan taşrada, şehirde, köyde, uzayda “iyi anlatı” kurabilmektir. Bu dönemlerde taşranın revaçta olmasının sebebi belki hayatın olağan akışında ortaya çıkan psiko-sosyal süreçlerle ilgilidir. İnsanın doğasının köklerini anlamaya çalışan anlatıcılar, taşrada bu duyguların daha çıplak hallerini kavrayabileceklerine inanıyor olabilirler. Romanımızda taşrada geçen çok güçlü anlatılar var. Tek tip bir taşra romanından bahsedemeyiz. Anayurt Oteli, İnce Memed, Fikrimin İnce Gülü, Kuyucaklı Yusuf taşranın başka ruh hallerinden beslenmiştir.
Bir yandan roman yazıyorsunuz bir yandan da senaryo çalışmalarınız bulunuyor … Sizinki edebiyattan sinemaya geçiş hikayesi mi, yoksa bir bütün olarak mı ele alıyorsunuz kişisel hikayenizi?
Roman ve senaryo çalışmaları kişisel hikâyemde iki ayrı uğraş alanı olarak aynı yerden besleniyor: Anlatma ihtiyacı. Önce bir romancıyım. Romanın bana açtığı özgürlük alanı, hikâyemi başka hiçbir unsura gereksinim duymadan anlatmama imkân veriyor. Sinemanın diğer koşulları sağlandığında senaryolarımın filme alınmasından da büyük bir heyecan ve mutluluk duyuyorum. Takdir edersiniz ki roman yazarken elimdeki kalem ve defter yola çıkmaya kâfi gelirken, sinema filmi için bundan fazlasına ihtiyacımız var.
Kurmaca, hemen her zaman olduğu gibi yine sıkça tartışılıyor. Tabii bugünlerde işin içine bir de “post-hakikat” kavramı girdi. “Gerçek”; kurmacanın ve hayalin karşına “şüphe” ile konuyor sıklıkla. Siz böyle bir dönemde, kurmacayı nasıl bir yerde görüyor, nerede konumlandırıyorsunuz?
Tarihi akış içinde insan ve hayat doğal (tekniğin etkisini de “doğal” içinde ele alabilirsek) dönüşümler yaşıyor. Dönüşümler hakikate yüklediğimiz anlamları da onu kavrayışımızı da farklılaştırıyor. Dönüşümlerin yönü, ürettiği yeni hakikat paradigması ne olursa olsun kurmacaların insan zihnini güçlendirdiğine inancım sonsuz. Kurmaca, insanın muhatap olduğu olağan yahut dayatılmış gerçeklik algısına karşı, olanaklı başka imkânlar, ihtimaller yaratabilir. Kurmacanın barındırdığı özgürlük, insanın kendi özünü, varoluşunu koruyabilmesinin yolunu açar. Hikâyelerin içinde var olmak, insanın empati duygusunu, sezgilerini, ayırt edebilme melekesini, hayal gücünü, yaratıcılığını, düşünsel derinliğini besler. Kendini (ve tabii ki hakikati) keşfedebilmenin, kavrayabilmenin en önemli yolu bu meziyetlerden geçer. İnsan, zamandan, mekândan uzaklaşarak düşünebilme imkânı bulunca hakikatin bütün maskelerine karşı daha korunaklı hale gelebilir.
Türk okurunun beğenileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? 10-15 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi okurların bugünden farklı olarak?
Türk ve dünya okurunun, izleyicisinin, dinleyicisinin (aslında insanın!) on, on beş yıl öncekine nazaran bütün beklentilerinin, önceliklerinin, amaçlarının değiştiği muhakkak. Pandemiler, savaşlar, ekonomik krizler, dijitalleşme bildiğimiz dünyanın sonuna (bildiğimiz insanın da) geldiğimizi gösteriyor. Sorunuza ben kendi dünyasından insanı ve hayatı anlamlandırmaya çalışan bir romancı olarak romanlarımla cevap arıyorum. Edebiyatçılar, sinemacılar, felsefeciler, sanatçılar, din alimleri, tıp ve bilim insanları bu çok katmanlı soruya kendi veçhelerinden cevaplar üretmeliler ve bizler de bu parça parça bilgileri bütünlüklü bir anlam dairesine dönüştürmeliyiz. Karşılaştırma yapamayacak kadar hızlı bir dönüşümün içindeyiz. Hızla giden bir dünyada kalıcı cevaplar bulabilmek de epeyce zor.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.