Televizyon karşısında uçmaya çalışan genç kız, sahnede hayatını kaybetti
Zeliha Kırpıkanat, adını kimin koyduğunu annesine sorma gereği duymamıştı hiç. Zira o tuhaf gün, on sekiz yaşına bastığı o tuhaf demenin kafi gelmediği çok acayip gün olanlardan sonra merak ettiği; adını kimin koyduğu değil, yıllar önce büyük büyük dedesine kendisinin de taşıdığı soyadının tesadüfen verilip verilmediğiydi.
Çünkü, Zeliha Kırpıkanat reşit olduğu günün gecesi tuhaf bir içdürtüyle, ne hissettiğini bilemeden yatağına uzandıktan altı saat on yedi dakika sonra, gün aydınlığıyla gözünü açtığında, yatağından iki metre kadar yüksekte, âdeta havada yüzer bir vaziyette salınmaktaydı. Kendisini uyanıp da havada ve hafiflikle duyumsadığı an ise şiddetli bir şekilde yatağına düşmüştü. Doğal olarak o günden sonra Zeliha Kırpıkanat için hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Bu olan şey herkese anlatılabilecek bir şey değildi, Zeliha Kırpıkanat’ın ilk idrak ettiği bu oldu. Zira annesine söylese, annesi kendisine cinlendiğini; babasına söylese, babası kendisine depresyona girdiğini söyleyecekti. Bu yüzden en yakın arkadaşı olarak gördüğü Banu’ya söyledi. “Banu,” dedi, “ben dün gece yatağıma normal bir şekilde yattım ama sabah uyandığımda havadaydım.” dedi. Banu, Zeliha’nın ne dediğini anlamadı. Zeliha anlatmak için çabaladı. Banu, bu sefer Zeliha’nın ne dediğini anladı ama dediklerine inanmadı. Ona göre Zeliha ilgi çekmeye çalışıyordu. Banu kırmızı bir çizme almıştı, çizme herkesin giyebileceği, herkesin üstüne elbise uydurabileceği türden bir çizme değildi, sadece iddialı ve kendine güvenen genç kızların giyebileceği türden bir çizmeydi. Dolayısıyla Zeliha kendini havada bulduğunu söylüyorsa, kırmızı çizmesini kıskanmış, kendisi kırmızı çizme almaya cesaret edemediği için kendince başka bir harikalıkla ilgi çekmeye çalışıyor olmalıydı.
Öte yandan insanlar inandıkları hakikatleri değil, inanmadıkları yalanları etraflarına yaymakta daha mahirdiler ki Banu; kendisini tek arkadaşı gören Zeliha’nın bu samimi aktarımını kendisinde, kendisinden çok olduğu için bütün arkadaşlarına söyledi. “Zeliha bu sabah, dün sabah, önceki gün sabah, geçen hafta bir sabah uyandığında kendisini havada bulmuş.” diyerek, kelimelerinde hiçbir ima bulunmasa da söyleyişteki edasıyla Zeliha’nın yalancılığını, ilgi çekme çabasını, havalı olma arzusunun gereği uydurduğu bu hadiseyi iki hafta boyunca herkese anlattı da anlattı.
Sonunda Zeliha bir ay kadar bir süre geçmeden okulda herkesin tanıdığı ama kimsenin yanına yanaşmadığı bir simaya dönüştü. Neyse ki okul; ilk okul ya da lise değildi. Artık on sekiz yaşındaki Zeliha’nın sınavları bir bir geçerek girdiği bir üniversiteydi. Bu yüzden alaya alınma, dalga geçilme gibi nahoş şeyler yaşamadı. İnsanlar garipsediler ve yalnız bıraktılar onu. Bununla yetindiler.
Ama Zeliha için, bu olan daha yıkıcı bir şeydi doğal olarak. Üstelik bu esnada, hızla ünü yayılır, şanı duyulurken Zeliha Kırpıkanat odasında bir takım uçma denemelerinde de bulundu sürekli. Ama pek muvaffak olamadı. Geceleri korkuyla uyuduktan sonra, sabahları gün aydınlığıyla gözünü açınca da kendisini bir daha yatağından yükselmiş, havada yüzer gibi yatar vaziyette bulmadı. Sonra ikna oldu. Galiba, ilkin kendine sonra da Banu’ya yalan söylemişti. Banu da herkese, kendisi hakkında zannettiği gibi yalan değil, kendisi hakkındaki doğruyu söylemişti. Galiba, Zeliha ilgi çekmeye çalışıyordu (“Galiba ben ilgi çekmeye çalışıyordum.” diye kurdu bu cümleyi doğal olarak). Ama tam buna ikna olduğu gece, büyük bir iç sıkıntısıyla yatağına uzandığında, uykuya dalmak üzereyken içinde bir hafiflik hissetti ve gözlerini açtı. Yine havadaydı. Oda karanlık olduğu için tavana ne kadar yakın olduğunu anlamadı ama yatakta yatmadığı, yataktan havaya doğru yükselmiş olduğu, havada durduğu açıktı. Yine bu havada olma halini idrak ettiği an büyük bir hızla yatağının üstüne düştü.
Sonraki günler büyük bir çaba ve mücadele içinde geçti. Elbette, Banu ya da kendisinden uzakta duran insanlarla mücadele değildi bu mücadele, çünkü bu son tecrübeyi elbette ki Banu’ya söylemedi. İçinde sakladı. Ama yalancı ve sahtekâr olmadığını ve ilgi peşinde ise hiç olmadığını, bunların kanıtını insanlara göstermeliydi. Bu yüzden sürekli olarak mücadele etti kendisiyle ve çabaladı. Evet, kendi iradesiyle uçabilmek için çabaladı. Kendi çabasıyla uçabilme fikri içine doğmadan önce, kanıtı daha kısa yolda aramaya kalkıştı. Odaya kamera koydu. Her gece öyle yattı uyudu. Ama sabahları gün aydınlığıyla gözlerini açtığında havada değil, hep yatağındaydı. Epeyce bir süre sonunda kamera kayıtlarında bir muvaffakiyete ulaşamayınca kontrolü dahilinde havaya doğru yükselmeyi denemeye başladı. Uyur gibi yapıp, sonra korkup, sonra heyecanlanıp, sonra dehşete düşüp, sonra huzura erip, yani aslında bütün duygu durumları ve hâlleri kullanarak havaya yükselmeyi amaçladı ve buna çabaladı ama değil uçmayı, bir santim yükselmeyi bile hiç başaramadı.
Yine bir gün, tam ümidini kesmişken, kendisini uçuyor zannedip kendisini kandırıp, kendisini kandırdığını düşününce bir kez daha uçtuğunu zannederek kendisini kandırmış olduğunu anladığına ikna olmuşken, odasında, durduğu yerde bu olan bitene korkunç derecede üzüldüğü bir an birdenbire yerden seksen santim kadar yükselip sonra yükseldiğini fark edip şaşırınca küt diye yere iniverdi.
Böylelikle anladı ki, hayal kırıklığı ve öfke ânı; kendisine atmosferde yükselme gibi bir şey sağlıyordu. Deyim yerindeyse gerekli dozda hüzün, keder, yalnızlık ve bu doğrultuda içinde bir öfkenin uyandığını, uç verdiğini duyumsadığında yerden yükseliveriyordu. O halde bunu kullanabilirdi. Evet, bunu kullandı da. Önce arkadaşlarına ve en önce en yakın arkadaşı zannettiği Banu’ya açtı fikrini: “Sen ve bütün diğer herkes bana inanmadınız ama hepinize göstereceğim, televizyona çıkacağım ve bütün dünyanın gözü önünde uçacağım.” dedi. Bu kadar iddialı olmasının da bir sebebi vardı elbette. Karşı tarafın da kendisi gibi kızışması, önce kederini sonra öfkesini çoğaltacaktı muhakkak ve zaten eğer televizyona çıkmayı başarabilirse o öfkeyi kullanacaktı. Banu elbette yerinde duramadı, kendini gerçekleştirecek kehanete katkıda bulundu ve bütün arkadaşlarına “Zeliha kafayı yemiş, televizyona çıkacakmış, ay salak kendisini rezil edecek, kepaze edecek, ilgi budalası oldu.” filan diye anlatmaya başladı. Bu anlatılanlar dalga dalga yayılınca televizyoncuların da kulağına çalındı, deli bir kız canlı yayında uçacakmış, önce biz çıkartalım madem diyen bir televizyon yöneticisi Zeliha ile irtibat kurdu. Zeliha çok soğukkanlı ve çok özgüveni yüksek bir şekilde, sadece canlı yayında ve prime time’de gösterisini yapabileceğini arz etti. Televizyoncu, her durumda kazanacaktı, bu deli kız uçsa da uçmasa da. O yüzden memnuniyetle kabul etti ve bir tarih belirlendi. Zeliha Kırpıkanat o tarih gelinceye kadar hiç deneme yapmadı, öfkesinin ve kederinin bir kırıntısını dahi ziyan etmek istemedi. Bütün dünyayı karşısına almış gibi kederini, yalnızlığını, öfkesini biriktirdi ve biriktirdi.
Çekim günü stüdyoya girdi, bütün spot ışıkları cayır cayır yanıyordu, stüdyonun misafir izleyici bölümü hıncahınç doluydu. Bir haftadır haber bültenlerinde, reklam aralarında bu gösterinin duyurusu dönüp durmuştu, doğal olarak bütün ülke televizyonun karşısına geçmiş bekliyordu. Zeliha Kırpıkanat sahneye davet edildi, sahnedeki koltuklardan sunucu için olanın karşısındaki misafir için olana geçip oturdu. Kısa bir sohbet oldu: “Hoş geldiniz, çok ilginç bir program olacak bütün ülke şu an sizi izliyor.” Sunucunun yüzündeki müstehzi tebessüm Zeliha Kırpıkanat’ın sinirlerini altüst etti, öfkesini daha da harladı. Stüdyodaki seyircilerin arada sunucunun yaptığı ince muzipliklere gülüşmeleri de keza. Sonra “Evet, sizdeyiz, bekliyoruz.” dedi sunucu ve herkes kameralar, misafirler, ekran karşısındaki seyirciler, herkes Zeliha’ya kilitlendi.
Zeliha sıktı kendisini, düşündü, kederini duydu içinde, tarttı, ölçtü, biçti, yüklendi, yüklenince öfke uç verdi içinde, o uca bakışları, gülüşleri, inanmayışları ekledi, öfke büyüdü, en son yalnızlığını da bağladı ağır yüke, karşıya attı onu ve kapadı gözlerini ve büyük bir hızla…
Çok büyük bir hızla, âdeta patlar gibi yükseldi havaya, bir saniyede tavana ulaştı kontrolsüzce ve spot ışıkların takılı olduğu sahne iskelesine çarptı, çok şiddetli bir şekilde çarptı ve ölü bir kuş gibi yavaşça, çok yavaşça, çok çok yavaşça, çok çok çok yavaşça, süzülerek düştü sahnenin orta yerine.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.