Türkiye’nin adresi

FURKAN ÇALIŞKAN
Abone Ol

Müslüman saati orada duruyor. Bir de Türkiye saati var. Şaşmaz. Beyaz badanalı çinko damlıevlerde, kıl çadırlarda, mevlitlerde, teneke dolaplar ve ranzalarda, virdlerde, parasız yatılılarda,çırakların alaburus kafalarında, kasket içlerinde saklanan resimlerde, Oktay Rıfat’ın bir türlüaçtıramadığı gömlek yakalarında, muhacirlerin yanlarında taşıdıkları anahtarlarda, Gönül Dağı’nda,Sarı Çiçek’de, düğünlerde, taziyelerde, havasız atölyelerde, penceresiz bekâr hanelerinde,dedesinin adını taşıyan çocuklarda, Kreuzberg’in 45 metrekarelik gurbetlerinde, buğday paraederse çıkılacak olan katlarda, memleket gecelerinde, avuç içinde saklanan sigaralarda… Vaktigösterir. Greenwich’i umursamaz. Gerçek mekân sahipleri içindir.

  • “Yani Türkiye’yi bulmak kolay, Türkiye avucunun içi”

Metin Eloğlu

“Kendimizi dünyaya anlatamıyoruz” diyor, tıraş kolonyasının kızarttığı yanaklarını kaşıyarak. Elinde veriler, kupürler, araştırmalar… Peki, ne yapmalıyız sorusunu sabırsızlıkla bekliyor. Bakın! Diyerek kollarını kocaman açıyor ve ilk pazarlama dersinde öğrendiği temel ilkeler üzerinden bir söyleve başlıyor. Kumandanın kırmızı tuşuna basıyorum, o sırada yatsı okunuyor. Pencereye gidip, perdeyi biraz aralıyorum. Bir dede ve torun el ele camiye doğru gidiyorlar. İçimden tekrarlıyorum: Kendimizi dünyaya anlatamıyoruz…

Vişegradlılar bir sabah uyandıklarında Türkiye’nin bin kilometre doğuya doğru gittiğini gördüler. Beyrutlular güzel ve güneşli bir yaz günü Türkiye’nin gemiye binip İstanbul’a yelken açtığını fark ettiler. Ne Vişegradlılar ne de Beyrutlular dünyaya kendilerini anlatamadılar. Sadece bir mırıltı kulaktan kulağa, haneden haneye dolaştı durdu: Fe Eyne Tezhebun…

Vişegrad, Bosna Hersek sınırları içerisinde yer alan Sırp Cumhuriyeti'nde özerk yönetimde olan bir kasabadır.

Bin kilometre doğuya doğru giden de, cümle Ortadoğu’yu terk eden de ne ordular, ne zabitler, ne kadılar, ne de paşalardı. Giden ve geri gelmeyen şey, başka bir yaşam tarzı, başka bir ekonomik sistem, başka zevkler, başka hassasiyetler, başka mümkünler ve en önemlisi başka bir insan tipiydi. Önce Amsterdam’ın, sonra Londra’nın ve şimdi New York’un belirlediği tek kutuplu dünyanın var olabilmesi için gitmesi gerekiyordu ve gitti. Fakat bir tarih kazası oldu. Bütün bu başkalar, Türkiye Cumhuriyeti olarak yeniden ortaya çıktı. Bir ihtimal daha var demese de, bir ihtimalin daha var olduğunu deme ihtimali belirdi.

İngiliz işgali sonucunda Beyrut’tan ayrılmak zorunda kalan Hüseyin Kazım Kadri’ye, limanda “Allah İslam’a yardım etsin” diye bağıran hamallarda ve son zaviyesine kadar her şeyini direnişe feda eden Libya’nın Senusi şeyhlerinde kalan bir Türkiye var.

Dış politik bir manevra alanından ya da hinterlanddan bahsetmiyorum. Diplomasinin girift koridorları da değil dolaştığım yerler. Ciğerlerime çektiğim, romantizmin uçucu kokusu hiç değil. Kendilerine komik genesisler icat eden Osmanlı bakiyesi devletçiklerin ulusal çıkarları da beni hiç ilgilendirmiyor.

  • Çekik gözlü Elvislerin Tokyo’da sahneye çıkması gibi zihin sahnemize çıkan işgalcilerin yok etmeye çalıştığı bir dünyadır Türkiye. Böyle bir ricatin sığınabileceği bir Anadolu da icat edilmedi henüz.

Kendimizi hangi dünyaya anlatamıyoruz? Ve neden anlatmalıyız? Bizi bir dünya olmaktan vazgeçiren bu hastalığı bünyemize kim yaydı?

Bir çelebinin batı seyahati dönüşü “tebaalarına çılgınca adetler getirmişlerdi” dediği çılgınlıkları biz ne zaman satın aldık? Bunlarla hesaplaşacağız fakat önce Türkiye’nin hükümetler üstü, rejimlerin yönelimleri ile değişmeyen bir idea olduğunu, ifade ettiği ihtimallerin gümrüklerde takılmadan geçebildiğini unutmamamız gerekiyor.

Müslüman saati orada duruyor. Bir de Türkiye saati var. Şaşmaz. Beyaz badanalı çinko damlı evlerde, kıl çadırlarda, mevlitlerde, teneke dolaplar ve ranzalarda, virdlerde, parasız yatılılarda, çırakların alaburus kafalarında, kasketlerin içlerinde saklanan resimlerde, Oktay Rıfat’ın bir türlü açtıramadığı gömlek yakalarında, muhacirlerin yanlarında taşıdıkları anahtarlarda, Gönül Dağı’nda, Sarı Çiçek’de, düğünlerde, taziyelerde, havasız atölyelerde, penceresiz bekâr hanelerinde, dedesinin adını taşıyan çocuklarda, Kreuzberg’in 45 metrekarelik gurbetlerinde, buğday para ederse çıkılacak olan katlarda, memleket gecelerinde, avuç içinde saklanan sigaralarda… Vakti gösterir. Greenwich’i umursamaz. Gerçek mekân sahipleri içindir.

“Türk egemenliği demek... Muhammed dininin birleştirdiği yıkılmaz, parçalanmaz büyük bir topluluk demekti. Yeryüzünde müezzinlerin müminleri namaza çağırdıkları bütün yerleri içine alan topraklar demekti.” Alıntı İvo Andriç’in Drina Köprüsü’nden. Hayır, kendisi bir Türk-İslam sentezcisi değil. Bir Hırvat. Bu da Yeni Osmanlıcı bir yazı değil. “Çantamızda taşıdığımız lacivert, bordo ya da gri defterlerin veya kimlik numaralarının işaret ettiği bir uyruğumuz var ve bu kadarıdır” cevabından tatmin olmuyorum sadece. Küçük Asya, soldan sağa yedi harf. 1923’de kurulmuş bir ülke. Bulmacalardan nefret ederim.

Rus da diyor ki; “Rusya, anlaşılamaz, hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır. Rusya’ya sadece iman edilir.” Biz ise Türkiye’ye değil, Türkiye’de iman ediyoruz.

İman ettiğimiz her yeri de Türkiye biliyoruz. Çünkü coğrafyayı dilimizde ve kalbimizde eriterek, bir hayali, bir hatırayı, bir vasiyeti, bir ideali elimizle tutabileceğimiz, kokusunu hissedebileceğimiz, gözlerimizle görebileceğimiz bir mesafede tutuyoruz. Fransızca konuşulan her yer Fransa’dır diyen Frenk’in, sızdırdığı emperyalist kokuyu da kimse üzerimize boca etmesin. Türkçe ezanı nesilden nesile zulmün büyüğü olarak anlatan bir milleti bu şekil bir nasyonalite ile de paketleyemezsiniz.

“Türkiye, kendini kurtaracak bir SAHİP bekliyor” derken Şevket Süreyya Aydemir, o “Sahip”in içini doldurmaya talip olan sosyolojiyi düşündü mü bilemem fakat şunu iyi biliyorum ki Türkiye’nin kendisini bu sahiplerden kurtarması gerekiyor. Hem kurtarıcı hem sahip olma vasfının bir cumhuriyet ürünü olması, kurtarılan kullar’dan beklenen itaat ölçüsünde bir takım müşteriler buldu: Sahte yabancılar. Önce yabancılıklarını sonra ise sahtelikleri ispat etmek zorunda kalanlar. Ne yabancı ne yerli… Hakiki olan tek şey sahtelikleri… Yabancılıklarını ispatlama çabasıyla geçen uzun bir Batılılaşma serüveni, zihinlerimizi çok uzun bir süre meşgul ededursun, şimdi de sahteliklerini ispatlama çabaları ile karşı karşıyayız. Ne demek sahteliğini ispatlamaya çalışmak? O zaman bir örnekle açayım meseleyi.

10 Ekim 1889 doğumlu olan Han van Meegeren, 1945 yılında 'Doktorlar Arasında İsa' adlı tabloyu boyuyor.

Hollandalı Han Van Meegeren gelmiş geçmiş en büyük resim sahtekardır. Van Meegeren, sanat merakı olan Nazilere 17. yüzyıl Hollanda ressamlarının taklitlerini gerçek gibi satarak büyük ün ve servet elde etmiş. Kendi eserleri ise sanat çevrelerinde pek fazla ilgi görmezken, sahtelerini yaptığı tablolarla milyonlar kazanmış. Savaş Almanların mutlak yenilgisiyle bitince de, Hollanda'nın ulusal değerlerini işgal güçlerine satmaktan derhal tutuklanmış. Vatan hainliği ile suçlanarak ölüm cezasına çarptırılacağını anlayınca, sattığı tabloların sahte olduğunu itiraf etmiş. Gel gelelim Hollandalı yetkilileri kendisine inandıramamış. Ölümden kurtulmak için sahteliğini ispatlama derdine düşmüş.

  • Velhasıl uzun uğraşlar sonucunda tanıkların önünde kusursuz bir Vermeer taklit edince kendisini kurtarabilmiş ancak. Gelelim Türkiye’ye… Burada türlü türlü Van Meegrenler yetişti. Onlara aydın dendi. Bürokrat dendi. Sanatçı dendi. Gazeteci dendi. Fakat onlar bir hayat tarzını, sermaye yönetimini ve sömürge metotlarını taklit ettiler. Hollandalının tersine işgalcilerini değil kendi halklarını kandırdılar. Şimdilerde ise yerli ve milli olduklarını söyleyerek sahteliklerini ispatlama peşinde koşuyorlar. Peki, Türkiye sahteliklerine ikna olunca yerli mi olacaklar? Hayır, onlar artık araftalar…

Araftalar ve önlerinden geçip giden herkese “Ouo Vadis?” Diye soruyorlar. Bir Katolik efsanesinde, Neron’un Roma’daki zulmünden kaçan havari Petrus’un, yolda Hz. İsa ile karşılaşıp sorduğu gibi: “Quo Vadis, domine? ” yani “Nereye gidiyorsunuz efendim?”…

Çok seviyorlar bu soruyu sormayı. Öyle ki kim bilir kaç köşe yazısını, kaç manşeti süslemiştir; “Quo Vadis Türkiye?” sorusu. Oysa ne onlar Petrus ne de kaçtıkları bir Neron var. Ortada sadece ama sadece kocaman bir cevap duruyor. Hz. İsa’nın cevabı: Roma’ya gidiyorum, yeniden çarmıha gerilmek için!

Devamlı çarmıhta bir Türkiye’ye bakar yüzleri. Ellerine ve ayaklarına çakılan paslı çivileri tanımlamakla hatta temin etmekle meşguller. Yüzünü Filistin’e döndüğü zaman oradalardır; Quo Vadis?

Kafasını Mısır’a çevirdiği anda, yanı başında bitiverirler; Quo Vadis?

Dante’nin dahi hayal edemeyeceği bir cehenneme dönen Suriye’ye elini uzattığında, bir yerlerden seslenirler; Quo Vadis?

Bütün bileşenleriyle barışmak ister, elbette karşısına dikilip sorarlar; Quo Vadis?

Bileşenlerine ayırmak isteyenlerle savaşmaya kalkar, hep bir ağızdan bağırırlar; Quo Vadis?

Sahte yabancılarımız… Tanzimat romanlarındaki yalı çapkınları kadar masum ve melankolik değiller. Daha çok yalı kaçkınıdırlar. Sermayenin yönü ve taparcasına bağlı oldukları yaşam tarzının zemini için yaşarlar. Yaşam tarzı deyip geçmeyin. Amerika, halkını ikinci dünya savaşına katılmaya, “Amerikan yaşam tarzının tehdit altında olduğuna” inandırarak ikna etti. Manşetlerle, ekranlarla evimize, yatak odalarımıza kadar soktukları cici teröristler için kendilerini ikna etmeleri ne kadar zor olabilirdi ki?

Oğlunun adını uluslararası bir gelecek için Denise koyup, konu komşuya "Deniz Gezmiş’ten mülhem Deniz koyuyoruz" diyen bir tipoloji akademiden medyaya, kültür ortamlarından iş hayatına kadar her yerde karşımızdadır. Türkiye’deki sınıfsal yapının, etnik ve mezhep temelli olduğu zokasını yutturmaya çalışan zihin tipi de buradan başlar.

Kültürel ve ekonomik bir kast ayrımı için yanıp tutuşan, sermayenin tek ırk, tek mezhep olduğu bir sistemin üzerini hümanist kavramlarla örtenler, biliyorum ki bu yazıyı çok Türk, çok Sünni bulacaklar.

E hani marjinal sizdiniz?

Türk sosyalist Deniz Gezmiş, 25 yaşındayken 6 Mayıs 1972'te idam edilerek öldürüldü.