Vakar kabuğunu çatlatmak

AHMET MURAT
Abone Ol

İnanmanın aşırılaştırılmasının ucunda aşk vardır. Ama mutedil, erdemler dizgesinin uslu sevgisi değil, taşkınlık imalarıyla dolu aşk. Bu aşka kadar gitmek, gideni peşinden sapağa doğru sürükleyecektir. Ne vakarın muhafızı olan inanç, ne de muhafazakârca inkâr, aşk taşkınlığının değişim ve seyyaliyet imkânlarına sahiptir.

Kanuni Sultan Süleyman'ın bir gazeli var:

  • Celîs-i halvetüm vârum
  • habîbüm mâh-ı tâbânum
  • Enîsüm mahremüm vârum
  • güzeller şâhı sultânum

diye başlıyor. Hürrem için yazıldığı söylenegelen bu gazelin, sonraki beyitleri ilkinden aşağı kalmaz:

  • Hayâtum hâsılum ömrüm
  • şarâb-ı kevserüm adnum
  • Bahârum behçetüm rûzum
  • nigârum verd-i handânum

Görüldüğü gibi Kanuni sevgilisine dünyam da sensin, ahiretim de sensin demeye getiriyor. Ama gazelin son beyti, kudretli sultanın diz çöktüğü beyittir:

  • Kapunda çünki meddâhum
  • seni medh ederüm dâyim
  • Yürek pür gam gözüm pür nem
  • Muhibbî'yem vü hoş hâlüm

Sultan, burada sevgilinin kapısında bekleyen bir dilenciye dönüşüyor. Artık bu gözü yaşlı, kalbi yaralı adamın işi sevgiliyi övmekten ibaret oluyor.

Kanuni'nin bu hamlesi, tahtını henüz bırakmış, kendisini çöllere vurmuş bir âşığın hamlesi değildi elbette. Yani Kanuni bu melamet riskini kâğıt üzerinde alıyordu. Âşığın, vakarını terk etmesi gerektiği üzerindeki uzlaşı, yani aşkın doğasının genel geçer bir yönü olarak yıkımın ve rüsvalığın üstlenilmesi, nihayetinde edebi bir uzlaşıydı. Bu uzlaşının edebi olması ya da söylemin belli bir biçimi üzerinde cereyan ediyor olması, kurallarla kuşatılmış bir kamunun kaçamağına dönüşüyor ama bu kaçamağın bir kaçamak olarak değil de, esastan yaralayıcı bir gerçek olarak görülmesinin de önüne geçilmiyordu. Sultan, yaralanma hakkını, daha da doğrusu yaralanma lüksünü kullanmak istediğinde, uzlaşının edebi biçiminin arkasına sığınırken, aynı zamanda yarattığı ikircikli hâletiruhiye ile, gerçekten de yaralanmış olabileceğine dair bir intibayı da yayabiliyordu. Ama, bir edebi uzlaşıdan bahsediyoruz dedik ya; nihayetinde hiç kimse sultanın fiilen yara aldığına ihtimâl de vermiyordu.

Böylece, vakarın neredeyse asli simgesi olan sultanın, vakar kabuğunu hiç değilse edebi uzlaşı içinde çatlatmasına göz yumulmuş da oluyordu. Sultan nefes alıyor; edebi kamu puan kazanıyor; Hürrem seviniyor; sofular şaşırtılmış oluyordu. Melametin kâğıt üstünden sahaya indiği örnekler de vardı ama. Kâğıt üzerinde esirgenmemiş melamet, bir yanıyla melametin ehlileştirilmiş tarafıydı. Melametin yabanıl ve bozguncu tarafı, vakarın kabuğunu sadece kabuğun sahibi için değil, belki ondan daha da çok toplumsal düzeni ve istikrarı bu kabuğun varlığına bağlı gören büyük, asude, düzen yanlısı, muhafazakâr, konformist kitle için çatlatıyordu. Âşığın ya da gezici dervişin deliliğe vurmasına gerek yoktu. Onun vazgeçtikleri, nelerin vazgeçilebilir olduğuna dair taşıdığı imaların düzene yönelik tehditkârlığı sebebiyle, ancak delilik olarak görüldüğünde herkese rahat bir nefes aldıracak türdendi.

Âşık/derviş, sahip olmanın sınırlarını bulandıran biriydi. Elindekileri elde tutmayı beceremiyordu. Kendisine sahip olamıyor, hatta kendisinin mülkiyetini pervasızca devrediyordu. Kendi nâmına da, nişanına da sahip çıkmıyordu. Mesela, insan adı ve şerefi için yaşar, gibi bir sağduyucu kabul ona küfür gibi, inkâr gibi, putperestlik gibi geliyordu. Kanuni'nin de sığınağı olan edebi uzlaşı, bir tür duyguların tiyatrosuna imkân verirken, âşığın/dervişin çatal sesi, yırtıcı çığlığı, edebi olmayı reddediyor, sahneden kovuluyor, ancak ateşi düştükten ve tırnakları söküldükten sonra sahneye davet edilebiliyordu. Âşığın/dervişin, masayı devirip kalkmasındaki tekinsizliğin kaynağı neydi? Bu, dışarlıklı olma gücünü, rüsvalığı emerek kendisinde söndürme imtiyazını nereden buluyordu? İlmi, erdemi ve sofuluğunun temin ettiği nâmu nişanının içindeki İbn Acibe'nin, vakar kabuğunu çatlatması için dilenmeye ihtiyacı olmuştu. Dilenmek, onun yıllar içinde yoluna koyduğu talihindeki sapmayı sağlayacak darbeydi.

Evet, sapma. Yukarıdaki soruların cevabı, sapmada saklı. Âşık/derviş, kendisini sapağın ardında bekleyen dünyanın vaadini duyduğunda sapmayı gerçekleştirebilir. Bu vaat büyük oranda, her duyarlı ve derinlikli kalbin hayatta en az bir kere ve derinden arzuladığı, başka biri olma ihtimâlini saklar. Bu başka biri olma arzusu, âşık/dervişte daha iyi biri olmaya yönelik olmaktan ziyade, çoğunlukla daha "kötü" biri olmayı göze almakla gerçekleşir. Ama onun kötülüğü ve günahı erdemleri taşırmakla, denebilirse adanmanın israfıyla gerçekleşir. Onun kötülüğü, bilinen günahların işlenmesiyle değil (ama bazen bu da olsa da), çoğu kez, ölçülü olmak zorunda olan erdemleri taşırmakla, aşırılaştırmakla, ölçüsünü bozmakla gerçekleşir. Erdemli biri midir artık? Erdemde vazgeçilmez olarak ölçülülüğü dikkate alanlar için, hayır. O erdemlerdeki ölçüyü aşk ve maşuk lehine alt üst ederek, ölçüsüz aşkı baş erdem yaparak, ölçü fikrini sabote eder. Başka biri olma arzusu, içinde bir özgürleşme vaadini barındırır. İbn Acibe (ya da onun gibi yüzlercesi) özgürleşmelerinin ve kanat açabilmelerinin önündeki engel olan kabuğu görmüşlerdi.

Bu kabuğu kendi çabalarına, ailelerinden devraldıkları isme, sosyal rollerine, erdemlerine borçlulardı. İbn Acibe'nin, şeyhinin kendisine verdiği dilenme ödevini nasıl haftalarca yerine getiremediğini anlattığı dokunaklı hikâye, onun bir âlim olarak ders de verdiği caminin önünde bir cuma namazı çıkışında dilenmesine bağlanır. Ellerini açarak, kapıdaki dilencilerin arasına karışarak, "Allah rızası için" demeye başladığında iki şey olur: İlki, zeki ve anlayışlı öğrencileri, bilge ve oturaklı âlim dostları onu görünce utançlarından gözlerini kaçırarak uzaklaşırlar. Bu durumda tanıkların kabuğu tedirgin olmuştur. İkincisi, kendi ifadesiyle, içinde bir binanın, ta temellerinden çöktüğünü duyumsar. Bu durumda da değişme vaadi, değişmeyi bağışlamıştır. Buñuel'in Nazarin filminin baş kahramanı Peder Nazario, bir hayat kadınının polisten kaçmasına yardımcı olarak kariyerini riske atmıştı. Üstü olan papazın kendisine verdiği söylev beklendiği gibi, bir pedere yakışmayan davranış, mesleki itibar, saygınlık, kısaca vakar çevresinde dönüyordu.

Mesleğini kaybeden Nazario'nun gerekirse dileneceğini söylemesi, bakımlı ve oturaklı papaz hazretlerini zıplatmıştı. Papaz, yoksulluğundaki, tevazuundaki, teslimiyetindeki muhtemel "aşırıklıklar"dan arındırılarak çoktan uysallaştırılmış bir Hz. İsa imgesine sadakat gösterirken, aşırılığın peygamberi bir İsa'yla karşılaşmaktan tedirgin oluyordu. Nazario, papaz üniformasını çıkartarak, sıradan ve baldırı çıplak bir Meksikalı köylü gibi yollara düştüğünde, bu vazgeçişinin sadece ödüllendirildiğini görmeyecekti. Kimileyin bir aziz olarak selamlansa da, kendi hac yolculuğuna eşlik etmek üzere ona katılan biri eski bir hayat kadını olan iki kadın (Don Kişot ve iki kadın Sanço da denebilir) sebebiyle ismini lekelediği de olacaktı. Hapse düştü, dilendi, dayak yedi, aşağılandı ama bu rüsvalık sadece kararlılığını artırdı. Filmin sonunda kilise yetkesi, başka bir şehre götürülen mahpusların arasındaki Peder Nazario'nun, gideceği yere mahpus güruhundan ayrı olarak tek başına götürülmesini talep eder.

Tard edilmiş de olsa bir kilise görevlisinin ayak takımıyla birlikte yolculuk etmesini uygun bulmaz kilise. Amaç Nazario'ya, o güne kadar esirgedikleri bir iyiliği sunmak değil, yine ve yeniden kendi vakar kabuğunu korumaya çalışmaktır. İnanmak, güvenmekle ilişkili olması yanında, aynı zamanda güvenli alan temin eden de bir eylem. Bu güvenli alanın dışına çıkma riskinin inkârla alınabileceği gibi, bir erdem olarak inanmanın taşırılmasıyla, aşırılaştırılmasıyla da alınabildiğini söyleyebiliriz. Ama inkâr da, inanma sınırını geçtikten sonra artık bir başka güvenli alan temin ederek hızla muhafazakârlaşır. İnanmanın aşırılaştırılmasının ucunda aşk vardır. Ama mutedil, erdemler dizgesinin uslu sevgisi değil, taşkınlık imalarıyla dolu aşk. Bu aşka kadar gitmek, gideni peşinden sapağa doğru sürükleyecektir. Ne vakarın muhafızı olan inanç, ne de muhafazakârca inkâr, aşk taşkınlığının değişim ve seyyaliyet imkânlarına sahiptir. Diğer pozisyonların aksine aşk, âşığı/dervişi akışkanlığın içine hapseder. Ona artık katılaşmak ve rahat etmek yasaktır. Bir isimde, bir nâmda, bir rolde, bir nişanda, bir makamda, hatta bir cisimde katılaşmadan akar gider.