Yalnızlık Allah'a mahsus

HABER MASASI
Abone Ol

Şeyh-i Ekber, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, halvetteyken, yirminci gününde, birden, yaşadığı hücreye, yol arkadaşı Habeşli Abdullah girer. Derin bir dalgınlıktan uyanır gibidir.

“Hayırdır sultanım?” diye sorar Habeşli. Bilge şöyle cevap verir: “Sen gelene kadar Sevgilimle beraberdim, sen gelince yalnızlığa düştüm.”

Efendim, yalnızlık Allah’a mahsustur, der büyüklerimiz. Doğrudur. Sonsuz ve mutlak yalnızlığın sahibi, sadece Allah’tır. Biz fanilerin yalnızlığı, Hak ile irtibatımızın koptuğu anlardır. Bu anlar, gaflette geçen, çokluğa bulaştığımız, Hak ile aramızda perdelerin çoğaldığı anlardır.

Yalnızlığın, insanın bireysel psikolojisine taalluk eden bir yanı daha var ki, bu da kişinin ebeveyni, yakınları, dostları ile irtibatının kopmasıdır. Bu irtibat, aslında Haktan gelen nuranî haytın bağlı olduğu güzelim dostluklar halkasının oluşturduğu, bereketli bir beraberliktir. Efendimiz’in (sav), “Cemaatte rahmet vardır.” buyruğu, bu bereketi ima eder. Ondan mahrum olma haline de yalnızlık denir. Dünyada, sevdiklerinden ayrı yaşayan kişi, içiçe yaşadığı “gurbet”lerden birini daha eklemiştir. Dünyada zaten gurbetteyiz. Ruhumuz, bedenimizde gariptir. Sırrımız, ruhumuzda gariptir. İçiçe bu gurbetlere bir de eş-dosttan ayrılık eklenirse, derin bir “yalnız”lığın girdabına düşeriz. Bu ise, insanın tahammül edebilecekleri arasında en ağır olan yüklerdendir. Bu yük, bize, dünyanın imtihan oluşunu da fısıldar durur.

Yalnızlık, eğer, kalabalıklardan, dış dünyanın kuru gürültüsünden, kesretten, insanı gaflete düçar edenlerden uzak durmak olarak algılanıyorsa, bu, şüphesiz, ruhu besleyen bir yalnızlıktır. İnsan, kalabalıklardan kendini kaybedince ruhun bereketli alanına girer. Orası, insanlığımızı besleyen en değerli destekleri yaşadığımız yerdir. Zihnimiz orada, Bir olana odaklanır. İçimize döner, kalbimize bükülürüz. Bu, şüphesiz, insanî kalitelerimizi artıran en etkin ve işlevsel süreçtir.

Bu, bir bakıma “İlahî merkeze dönmenin, odaklaşmanın, çokluktan arınmanın yaşandığı yerdir. Bu bağlamda, mesela, Efendimiz’in, neden, sarık sardığını anlamamıza da yardımcı olabilir. Günümüzde, modern şehir ortamında, kostümer film çekiliyor hissi uyandıran bir şekilde cübbe giyen, sarık saran dostlarımızın kulağına da küpe olsun: Sarık ile ilgili pek çok hadis-i şerif vardır.

Efendimiz’in (sav), fem-i saadetlerinden sadır olan sözlerinden biliyoruz: Sarık, insan zihnini dış dünyanın çokluğundan, telaşından, keşmekeşinden, zararlı etkilerinden korur; Bir olana odaklar. İçe yöneltir, sonsuz ve mutlak birliğe yoğunlaştırır. Lakin Efendimiz’in mübarek başı gibi bir başa sarılırsa. Yoksa sadece takliden uluorta sarık sarmak pek de bu işlevi yerine getirmeyebilir. Bu da içe dönmek, yalnızlaşmak, tenhaya çekilmektir.

Büyük şair ve bilge Niyazi-i Mısrî Hz., ârif kişi için, “özünü çekmiş tenhaya, işini işler hafada” der. Bilge kişi, özünü derin ve mutlak yalnızlığa, sessizliğe çeker, deyim yerindeyse, “ilahî cümbüşe” orada tesadüf eder, sonsuz ve mutlak tek olanın izinizi sürer, içindeki Vâhid ile orada karşılaşır. Aksi takdirde dış dünyanın çokluğunda, kaosunda sersemleşecektir. Bu sersemlikten, serkeşlikten insanı ancak uzlevt ve halvet kurtarabilir. Nefs, açlıkla ve uzlette terbiye edilebilir.

Az yemek, az konuşmak ve az uyumak benlik eğitiminde en işlevsel yoldur. Bu yüzden yalnızlığa, uzlete, tenhaya çekilmek gerekir. En doğrusu budur. İnsan zihni, dik atlamalarla doruğa doğru tırmandığında arada soluklanmak ve eğlenmek ister. Yalnızlığın çok verimli olmasa da bir beraberlik ile takas edilmesi de bu süreçte duyulan bir ihtiyaçtır. Bu sırdandır ki, insan benliği, bazen ya da arada bir, en kötü beraberlikle de olsa yalnızlığı takas etmek ister. Bu ihtiyaç, bir bakıma yorulan zihnin eğlenme veya nefes alma ihtiyacıyla beliren bir şeydir. Ama, gerçek anlamda yalnızlık Hakka mahsustur. Bunu, ârif olan milletimiz, böyle ifade etmiştir.