100 yıllık tartışma Ermeni tehcirine hukukî bir bakış

YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA SERDAR PALABİYİK
Abone Ol

Ermeni Tehciri, Soykırım Sözleşmesi’ndeki “soykırım” tanımına ne kadar uyuyor? Tehcir uygulamasında Osmanlı idaresinin dinî veya etnik sebeplerle Ermenilerin tamamını ortadan kaldırma amacı var mıydı? Uluslararası hukuka göre tehcir bir soykırım mıdır? Yrd. Doç. Dr. Mustafa Serdar Palabıyık Derin Tarih dergisinde merak edilen soruları yanıtlıyor.

Soykırım suçu, taşıdığı tarihî veya siyasî anlam bir tarafa bırakılacak olursa öncelikle hukukî bir kavramdır. Bu suçun tanımı, içeriği ve faillerinin cezalandırılmasının nasıl yapılacağı 9 Aralık 1948’de imzalanan ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren, Türkiye’nin de 23 Mart 1950’de onayladığı, Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (Soykırım Sözleşmesi) ortaya konulmuştur. Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesi soykırım suçunu, ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir grubu, sırf bu gruba mensup oldukları için kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen bazı fiiller olarak tanımlar. Bu fiiller (a) gruba mensup olanların öldürülmesi; (b) grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; (c) kısmen veya tamamen grubun fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak hayat şartlarının kasten değiştirilmesi; (d) grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması ve (e) gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesidir.

Soykırım olarak tanımlanan fiiller incelendiğinde, ilk bakışta tarih boyunca meydana gelen birçok olayın soykırım olarak nitelendirilebileceği açıktır; zira insanlık tarihinde katliamlar, kırımlar, doğumların zorla önlenmesi, çocukların zorla transferi gibi olaylara sıkça rastlanır. Ancak soykırım kavramı en ağır insanlık suçudur. Bu nedenle “suçların suçu” (crime of crimes) olarak tanımlanır ve suçun ciddiyeti, tanımının açık sınırlarla yapılmasını gerektirmiştir. Aksi takdirde neredeyse her devlet soykırım suçlamasıyla karşı karşıya kalabilecek ve böylelikle soykırım suçunun tanımı sulandırılmış olacaktır.

Öncelikle soykırım suçunun kurbanları dört grupla sınırlandırılmıştır; bunlar ulusal, etnik, ırkî ve dini gruplardır. Diğer siyasi/sosyal gruplar bu tanımlamanın dışında kaldığından, örneğin Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde komünist sisteme muhalefet ettiği için öldürülen binlerce insanın hayatına mâl olan toplu kırımlar hukukî olarak soykırım olarak değerlendirilememektedir. İkinci sınırlandırma unsuru Latince mens rea olarak bilinen ve soykırım suçunun zihni/sübjektif unsurunu oluşturan kasıt kavramıdır. Buna göre soykırıma konu olan fiiller, yani soykırım suçunun maddi unsuru (actus reus), grubu “yok etme” kastıyla işlenmelidir. Diğer bir deyişle “yok etme” kastı olmaksızın, 2. maddede adı geçen fiiller de dâhil olmak üzere hiçbir fiil soykırım olarak değerlendirilemez. Son olarak soykırım suçu, grubun sırf o gruba mensubiyeti nedeniyle soykırıma konu olan fiillere maruz bırakılmasını gerektirir. Buna “soykırımın saiki” (motive) denir. Bu saik de ancak o gruba dönük yoğun ve cinai bir ırki/ dini/etnik nefretin varlığıyla açığa çıkar. Bu üç unsurun (özel gruplar, kasıt ve saik) var olmadığı durumlarda bir olayı soykırım olarak tanımlamak hukukî olmayacaktır.

Dünya “soykırım”la tanıştı 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in Yahudileri topyekûn imha etmeye çalışması “soykırım” kavramının doğmasına zemin hazırladı. Toplama kamplarında çaresizlik içinde acı sonlarını bekleyen Yahudiler.

Soykırım saiki var mıydı?

Eğer soykırım kavramının olmazsa olmaz unsurlarından biri, belirli bir grubu sırf o gruba mensup oldukları için ortadan kaldırma saiki ise 1915 tehcirini soykırım olarak değerlendirebilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermenilere dönük dinî veya ırkî bir nefretin varlığının kanıtlanması gerekir. Dahası tehcir sırasında yaşanan Ermeni kayıplarına da bu nefret hissinin yol açmış olması beklenir.

Çok-etnisiteli ve çok-kültürlü bir Osmanlı toplumunda Ermenilere dönük ve onların imhasına yol açacak şiddette sistematik bir ırkî veya dini nefret söyleminin varlığı oldukça tartışmalıdır. İmparatorluğun klasik çağında İstanbul’daki Ermeni topluluğu, özellikle de bu topluluğun seçkinleri olarak nitelendirilebilecek “amira” sınıfı, Osmanlı sarayına dahi borç verecek kadar güçlü bankerler, baruthane ve darphane gibi önemli devlet kurumlarının idarecileri, zanaatkârlar ve tüccarlar olarak müreffeh bir hayat sürmüşlerdi. Özellikle 1821’de başlayan Yunan İhtilali’nin ardından bürokratik ve diplomatik kurumlarda da Rumların yerine istihdam edilmeye başlamışlar ve Osmanlı siyasî sisteminde önemli mevkilere getirilmişlerdi.

Taşrada yaşayan Ermeniler ise İmparatorluğun aynı bölgelerde yaşayan Müslüman ve gayrimüslim toplulukları ile benzer bir hayat döngüsü içindeydi. İmparatorluğun değişen sosyo-ekonomik ve siyasî koşullarına paralel olarak zengin ve müreffeh günlere olduğu kadar, fakir ve çetin günlere de tanıklık etmişlerdi.

Ancak Ermenilere sırf Ermeni oldukları için bizzat Osmanlı yönetimince sistemli bir biçimde kötü davranıldığı iddiaları dikkatle ele alınmalıdır. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı yönetiminin Ermeni devrimci örgütlerinin yükselişine ve isyanlarına tanıklık ettiği bir dönemde bile, Osmanlı devlet adamları sadık Ermenilere güvenmiş ve onları devlet kademelerinde istihdam etmeye devam etmişlerdi. Örneğin, ileride soykırım suçunu işlemekle suçlanacak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) iktidarı tam mânâsıyla ele almasından sonra 1914 yılında yapılan seçimlerde Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na, her biri bizzat İTC tarafından aday gösterilmiş 14 Ermeni milletvekili seçilmiştir. Dahası, İTC’nin Ermeni kökenli üyelerinden Oskan Mardikyan, Haziran 1913’te bizzat İTC hükûmeti tarafından Posta ve Telgraf Nazırı olarak atanmıştır.

Bu durum Nazi Almanyası ile mukayese edilecek olsaydı Hitler’in kabinelerinde Yahudi kökenli bakanları görevlendirmesi ve Nazi idaresi altındaki Alman Meclisi’nde Yahudi kökenli parlamenterlerin bulunması gerekirdi. Elbette bu hayal dahi edilemez. Yine Kemal Çiçek’in çalışmalarına göre tehcir sonrasında, 1917’de bile Osmanlı bürokrasisindeki stratejik görevlerde 522 Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşı bulunuyordu.

Kısacası, Osmanlı idarecilerinin İmparatorluğun klasik çağında da Ermeni milliyetçiliğinin tırmanışa geçtiği 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında da Ermenilere yönelik ırkî bir nefret geliştirerek ve bu nefreti soykırım gibi cinai bir fiile dönüştürerek hareket ettiklerini iddia etmek son derece güçtür.

Yok etme kastı var mıydı?

Osmanlı Ermenilerinin tehcirinin soykırım olup olmadığını değerlendirme noktasında dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da “yok etme” kastıdır. Eğer tehcir Osmanlı Ermenilerini bir ırki/dini grup olarak yok etme kastını taşıyorsa o zaman Ermeni tehcirinin bir soykırım olduğu konusunda hukukî bir tartışma zemini ortaya çıkabilir.

Uluslararası hukuka göre, öncelikle yok etme kastının açık bir şekilde mevcut olup olmadığına bakılır; tarihi olarak soykırım kastının en açık örneği şüphesiz Holokost’tur. 20 Ocak 1942 tarihinde Nazi idaresinin ileri gelenleri tarafından düzenlenen Wannsee Konferansı’nda Yahudilerin ortadan kaldırılması, “Nihai Çözüm” adıyla ve bir devlet politikası olarak benimsenmiştir. Diğer bir deyişle Yahudilerin Nazi Almanyasının toprak bütünlüğüne veya güvenliğine tehdit oldukları için değil, sırf Yahudi oldukları için yok edilmelerine karar verilmiştir.

İmha değil iskân! Aşiretlerin ve Muhacirlerin İskânı Müdüriyeti’nden 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya çekilen 20 Haziran 1331 (3 Temmuz 1915) tarihli şifreli telgrafta, tehcir edilen Ermenilerin iskânı için 20 bin lira havale edildiği ve iskân muamelelerine derhal başlanması gerektiği bildirilmektedir. Bu belgeye göre tehcir edilen Ermenilerin imhasından bahsolunmuyor, bilakis onların yeniden iskanı için 20 bin liralık kaynak aktarıldığı anlaşılıyor (Başbakanlık Osmanlı Arşivi).

  • DH. ŞFR, 54/270_1 Bâb ı Âlî Dâhiliye Nezâreti İskân ı Aşâyir ve Muhâcirîn Müdîriyyeti Şifre Dördüncü Ordu Kumandanı Cemâl Paşa Hazretlerine C[evâb-ı] 16 Haziran sene [1]331. Ermenilerin beyân olunan nisbet dâ’iresinde mülhakâta tevzî‘ ve müteferrikan iskânları muvâfık olduğundan hemân mu‘âmelât ı iskâniyyelerine başlanılmak üzre şimdilik yirmi bin lirâlık nakd havâle mu‘âmelesi der-dest i ikmâldir. Tahliye edilen köylerde iskân edilmek üzre de pey-der-pey muhâcir sevkedilecekdir. Keyfiyyet Haleb Vilâyeti’ne de bildirilmişdir. Fî 20 Haziran sene [1]331 Nâzır Nâmına İmzâ

Ermeni tehcirinin soykırım olduğunu ileri sürenler böyle bir açık soykırım kastı aradıklarında, genellikle Talât Paşa’ya atfedilen ve Aram Andonyan tarafından bir araya getirilen bir grup telgrafa atıfta bulunurlar. Bu telgraflarda Talât Paşa’nın açıkça Ermenilerin yok edilmesini emrettiği iddia edilir. Ancak bu telgrafların gerçekliği konusundaki kuşkular yalnız Türk tarihçiler tarafından değil, özellikle son dönemde Ermeni tehcirini soykırım olarak tanıyan Vahakn Dadrian ve Hilmar Kaiser gibi tarihçiler tarafından da paylaşılmaktadır. Bu tarihçiler ya doğrudan doğruya bu belgelerin sahte olduğunu, ya da propaganda maksadıyla hazırlandığını kabul etmektedirler. Talât Paşa telgrafları ve benzer bazı hatıratın güvenilirliği son derece tartışmalı olup bugüne kadar Osmanlı yönetiminin soykırım kastını Holokost’a benzer bir şekilde açıkça ilan ettiğini kanıtlayan bir belge ortaya konulamadığı söylenebilir.

Ancak soykırım kastı açıkça ilan edilmese bile bu kastın varlığına işaret edebilecek ikinci derede kanıtlar mevcut olabilir. Örneğin bir grubun lider kadrosunu o grubu savunmasız bırakmak amacıyla ortadan kaldırmak yok etme kastının bir unsuru olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Ermeni tehcirini soykırım olarak kabul edenler, Ermeni devrimci örgütlerinin lider kadrosunun ve bazı üyelerinin tutuklandığı 24 Nisan 1915 tarihini soykırımın başlangıç noktası olarak ele almaktadırlar.

Gerçekten de bu tarihte Ermeni toplumunun ileri gelenlerinden bir kısmının İmparatorluğa ihanet etmek, Rusya ve Müttefiklerle işbirliği yapmak suçlamasıyla tutuklandığı ve Ermeni devrimci örgütlerinin şubelerinin kapatıldığı bilinmektedir. Osmanlı arşiv belgelerine göre, tutuklanan bu Ermeniler Ankara ve Çankırı’ya tehcir edilmiş, bazılarının geri dönmelerine, bazılarının da İstanbul ve Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları vilayetler dışında istedikleri bir vilayette ikametine izin verilmişti. Tutukluların diğer kısmı farklı vilayetlere, bu vilayetlerde kurulan Divan-ı Harplerde Ermeni komitelerinin devrimci faaliyetlerine katıldıkları suçlamasıyla yargılanmak üzere gönderilmiş, bazıları ise yargılanmak üzere sevk edildikleri mahallere ulaşamadan öldürülmüşlerdir. Ancak bu cinayetlerin faillerinin bir kısmı da Divan-ı Harplerde yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, tutuklanan Ermenilerin, Ermeni oldukları için değil, mevcut kanunlara göre devlete karşı bazı suçlara karıştıkları gerekçesiyle tutuklanmış olmalarıdır.

Tehcirin amacı neydi?

Yok etme kastını ortaya koyabilecek bir diğer ikinci derece kanıt da önceden hazırlanmış sistemli bir yok etme planının varlığı olabilir. 1915 olaylarını soykırım olarak tanıyan tarihçilerin çoğu, Osmanlı yönetiminin tehcirden çok önce Ermenilerin toplu imhasını öngören sistematik planlar hazırladığından bahsederler. Soykırım kastı iddiasını sorgulayan tarihçiler ise Hükûmetin, değil sistemli bir yok etme planı tasarlamak, Ermeni toplumunun tehcirine bile bu tehcirin gerçekleştirilmesinden çok kısa bir süre önce karar verdiğini ifade ederler.

Silah depoları basıldı Hınçak ve Taşnak komitelerinin teşkilatlandırdığı çeteler Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kısa sürede pek çok silah ve cephane depoladılar. Amasya’da ele geçirilen Ermeni çetelerine ait silahlar.

Şurası hatırlatılmalıdır ki, 1. Dünya Savaşı’nın arifesinde İTC hükûmeti Rusya’ya karşı Ermeni devrimci örgütlerinin desteğini almaya veya en azından bu örgütlerin olası bir savaşta Rusya ile işbirliği yapmasını engellemeye çalışmıştır. İTC ile bu örgütler arasındaki iletişim kanalları 1914 yılının Ağustos ayına (tehcirden yaklaşık 9 ay öncesine) kadar açık tutulmuştur. Dahası, 1915 Mayıs’ında kabul edilen Tehcir Kanunu ve sonrasında tehcir sürecinin sorunsuz bir şekilde idare edilebilmesi için çıkarılan kararlarda da yok etme kastını içeren önceden tasarlanmış bir plandan ziyade, tehcirin mümkün olan en az kayıpla tamamlanmasının sağlanmasına yönelik çabalar göze çarpmaktadır.

Bu kararlar arasında tehcir edilen Ermenilerin güvenliklerinin sağlanması, tehcir bölgelerine ulaşmaları için uygun ulaşım vasıtalarının kullanılması, barınma ve günlük yeme-içme ihtiyaçlarının temini ve Ermenilere tehcir bölgelerinde mali ve ekonomik şartlarına paralel olarak emlak ve tarlaların sağlanması gibi hususlar yer almaktadır. Bu da, bazı tarihçilerin iddia ettiği gibi, Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinin (c) bendinde belirtilen “grubun fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi” fiilinin uygulandığını değil, bilakis tehcir edilen Ermenilerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi niyetinin mevcut olduğunu, ancak yeterince yerine getirilemediğini göstermektedir.

Her ne kadar Hükûmet tehcir edilen Ermenilerin güvenliğini sağlamak için gereken tedbirleri almaya çalışsa da, ne finansal, ne de askerî kapasitesi bunun için yeterliydi. Çoğu durumda Hükûmet tehcir sürecini doğru düzgün idare edemedi; binlerce Ermeni yolda yeterli beslenememekten, son derece yaygın salgın hastalıklardan, çetelerin saldırılarından ve bazen de bazı Osmanlı memurlarının kötü muamelesinden dolayı hayatlarını kaybetti.

Kısacası tehcir Osmanlı Ermenileri için bir trajediydi. Ancak bu trajedinin bir soykırım olup olmadığı hususu son derece tartışmalıdır.

Sonuç olarak, yok etme kastı soykırım suçunun temel unsurlarından biridir ve bu unsur kanıtlanmaksızın bir suç soykırım olarak nitelendirilemez. Şimdiye kadar herhangi bir Osmanlı belgesinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde Ermeni toplumunun sırf Ermeni oldukları için bir soykırıma maruz bırakıldıklarını kanıtlayacak ifadeler tespit edilememiştir. İkinci derecede kanıtlar da soykırım kastının kıstaslarını sağlamakta yetersiz kalmaktadır.

Ermeni tehciri sırasındaki kayıpların asıl nedeni, tehcirle ilgili önceden tasarlanmış bir plan olması değil, tam tersine tehcirin önceden dikkatle planlanmamasıdır. Diğer bir deyişle, Osmanlı yönetimi tehcir sürecini iyi organize edememiş ve tehcirin düzenli yürütülmesini sağlayacak malî ve askerî tedbirleri, niyeti bu yönde olsa da, alamamıştır. Her ne kadar kararnamelerle kayıpları mümkün olduğunca azaltmaya çalışsa da, yüzbinlerce Ermeni tehcir sırasında hayatını kaybetmiştir. Ancak bu durumun Osmanlı hükûmetinin soykırım kastıyla hareket ettiği şeklinde yorumlanması tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır.