Ahmed Refik tarihi nasıl sevdirdi, rejimi nasıl küstürdü?

HABER MASASI
Abone Ol

Türk milletine tarihi sevdiren adam, bilimsel çalışmaları yanında Türk musikîsinde halen severek dinlediğimiz eserlerin güftelerini kaleme alan bir münevverdi. Buna rağmen Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesini içeren reform sonucu 1933’de kadro dışı bırakıldı. Dr. Kahraman Şakul devrin garibini Derin Tarih dergisinde kaleme aldı.

"Tarih sanattır. Ve ilim onun yardımcısıdır."

İddialı bir ifade! Ama Ahmed Refik gibi tarihe 'Tarihi sevdiren adam' olarak geçmek, pek çok kişinin gönlüne tarih aşkını düşürebilmek için bu sözlerin altına imza atabilmek gerekiyor belki de. 75 yıl önce, 1937 Ekim'inde kaybettiğimiz bu ilim ve siyaset adamını doğru anlayabilmek için geç kalmış sayılmayız. İşte rejime rağmen tarihi sevdiren bir hayatın hikâyesi: Mecidiyeköy Mahallesi'nin kurucusu Ürgüplü Ahmed Ağa'nın oğlu Ahmed Refik, 1898 senesinde Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirip piyade teğmeni olur. Önce askerî rüştiyelerde (o devrin liseleri), sonra Harp Okulu'nda öğretmenlik yapar. Balkan Harbi sonunda emekliye sevk edilir. Uzun sürmez, Cihan Harbi şartlarında tekrar yüzbaşı olarak ordu hizmetine alınır. İlginçtir, Sansür Genel Müfettişliği görevinde Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın 'ihaneti' üzerine kaleme aldığı bir yazı yüzünden Paşa'nın soyundan gelen Sadrazam Sid Halim Paşa'nın hışmına uğrayarak Ulukışla'ya arpa-saman memurluğuna atanır.

İlim adamı ve sanatkâr Türk milletine tarihi sevdiren adam, bilimsel çalışmaları yanında Türk musikîsinde halen severek dinlediğimiz eserlerin güftelerini kaleme alan bir münevverdi. Buna rağmen Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesini içeren reform sonucu 1933’de kadro dışı bırakıldı. Üstte Cemal Nadir imzalı bir karikatürü görülüyor.

Dostları Ahmed Refik'i 'Hoca' diye anardı. Tarih-i Osmani Encümeni başkanlığını yürütmüş, o zamanların Darülfünun denilen İstanbul Üniversitesi'nde kürsü sahibi bir tarih profesörüydü. İlmî çalışmalarının yanı sıra 150'den fazla popüler mahiyette eseri vardı. 6 ciltlik Büyük Tarih-i Umumi'si bir nesle Batı merkezli de olsa dünya tarihini öğretti. Bilhassa 1930'larda çıkmaya başlayan haftalık Yedigün dergisindeki popüler makaleleri onu 'halk muharriri' haline getirdi.

Öte yandan, hiç de varlıklı değildi. 1931'de açılan ve o devirde tartışmalara konu olan Surp Agop davasında Ermeni Patrikhanesi'nin iddia ettiği mezarlık arazisinin aslen Bayezid-i Veli Vakfı'na, dolayısıyla İstanbul Belediyesi'ne ait olduğuna dair mahkeme kararının çıkmasını sağlayan arşiv belgelerini bulduğu için İstanbul Belediyesi kendisine para ödülü vermiş, böylece Büyükada'da ömrünün sonuna dek yaşayacağı bir ev alabilmişti.

Ahmed Refik, Üniversite İnkılabı denilen Darülfünun'un İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülmesini içeren reform sonucu 1933'de kadro dışı bırakıldı. Gerçi Darülfünun'un bilimsel yetersizliklerinden hocalar da şikayetçiydi. Fakat bu temizlik hareketinin ideolojik bir kapışmaya sahne olduğu bir vakıadır. O vakitler her yeni kurulmuş rejim gibi kendini bir türlü güvende hissedemeyen genç Cumhuriyet rejimi, korunma refleksiyle ülkenin fikir hayatını da şekillendirmek istemekteydi. Hoca ise Güneş-Dil teorisi gibi rejimce desteklenen tartışmalarda kalem oynatmamayı seçmekle şüpheleri üzerine çekmişti. Zaten 1925 senesinde hilafeti savunan Tarikat-ı Salahiye hakkındaki soruşturmada adı türlü rastlantılar sonucu tarikat belgelerinde geçtiği için derhal tutuklanıp Ankara İstiklal Mahkemesi'ne sevk edilmişti. 1 ay süren celseler sonunda padişahçı ve hilafetçi olmadığı anlaşılarak serbest bırakılsa bile artık 'sakıncalı' bir isimdi Ahmed Refik.

Darülfünun kapısı önünde bir aydın
Üniversite İnkılabının fitili aslen 1932 senesinde düzenlenen Türk Tarih Kongresi'nde ateşlenmiş; kongreye katılan Darülfünun hocaları ilmen zayıf olmakla tenkit edilmişlerdi.

Akçuraoğlu Yusuf Beyefendi (Yusuf Akçura) yaptığı konuşmada isim vermeden Ahmed Refik'in Türkçü değil, batı-merkezci olduğunu ima etmişti. Ona göre, meşrutiyetin yeniden ilanı ile birlikte Seignobos'un medeniyet tarihi gibi Türklere yeterince yer vermeyen ve tarihi Fransızların gözünden yazan kitaplar artan bir hızla Türkçeye çevrilmiş, ders kitabı olarak okutulur olmuştu. Bu durumda laf tabii ki Seignobos'un bu umumi tarihini çeviren Ahmed Refik'e geliyordu (Birinci Türk Tarih Kongresi. Konferanslar, Müzakere Zabıtları, TTK, 2. Baskı, 2010, s. 595). Zamanın kudretli alimi Türk Tarih Tetkik Cemiyeti Reisi Prof. Akçuraoğlu Yusuf Beyefendi'den gelen bu eleştiri karşısında sinmekten başka çare bulamayan zavallı Ahmed Refik mutedil bir cevap verme zorunluluğu hissetti:

“Muhterem arkadaşım Akçuraoğlu Yusuf Beyefendinin kıymetli konferanslarındaki tarih kitaplarımız hakkında olan tenkitlerini hüsnü telakki ediyorum. Kendi kitaplarımın da işaret olunan noksanlardan kurtulmuş olmadığını biliyorum.Bugüne kadar olan bütün mesaimde noksan olduğunu gördüğüm noktaları kıymetli çocuklarımızı ve aziz milletimizi tenvir edecek yeni mesaimle doldurmaya çalışacağım. Eski eserlerimdeki görüş hatalarını yeni eserlerimle baştan nihayete kadar tashih edeceğim. Belki ve ancak ondan sonra milletime hasrettiğim hayatımı mükafatlandırmış olacağım”

Oysa ne de çok severdi Seignobos'u!
Kongreden 4 sene sonra, 1936'da verdiği bir mülakatta Ahmed Refik, Seignobos'a olan sevgi ve saygısının geçmediğini ifade etmekteydi. Öyle ya, kendisinde “İlk tarih merakı Seignobos'un meşhur Medeniyet Tarihi'ni okuduktan sonra” canlanmıştı ve bu 3 ciltlik kitabı sonradan Türkçeleştirmişti. Ahmed Refik gururla “Benim kafamı düzelten bu adamdır. Kendisi ile de 1910'da Paris'e gittiğim zaman Ernest Lavis vasıtasıyla tanışmıştım” diyordu.

Birinci Türk Tarih Kongresi'nin yapıldığı günlerde Falih Rıfkı Atay Cumhuriyet'teki köşesinde şöyle yazıyordu:

“Türk inkılabına dair on yıldan beri henüz bir tek sayfa dahi telif edememiş olan Darülfü'nun yepyeni maddi, manevi bir nizam yaratan Türk İnkılabına karşı bu durumu acaba nasıl tahkik olunabilir?”

Böyle olunca, Mehmed Fuad Köprülü'nün kulis çabalarına rağmen Ahmed Refik'in üniversite ile ilişiği kesildi. Hulasa, rejime yeterince sadık bulunmayan aydınlar yeni dönemin mağdurları olup kendilerini kapı önünde buldular.

Hocanın son seneleri kırgınlık ve maddi sıkıntılar içinde geçti. Zira kürsüsünü kaybetmekle kalmamış, hükümet korkusuyla Babıâli'deki basın alemi de kendisinden yüz çevirmişti. Hali hatırı sorulduğunda “maalesef hayattayım” dediği günler bu günlerdir. Son devrine rastlayan bir hadise hakkındaki yaygın rivayet, olayın şahidi Reşat Ekrem Koçu tarafından yalanlanmıştır. Buna göre güya Atatürk Büyükada'da Ahmed Refik'e Türk tarihini Osmanlı ile başlattığı için içki sofrasında azarlar, hoca da kusurunu ikrar etmek zorunda kalır. Koçu'ya göre ise Atatürk Hocaya sadece “Dünyaya uygarlığın Orta Asya'daki Mezopotamya'dan, Anadolu'dan yayıldığını ispatlamaya çalışıyoruz. Kalemin bizimle olmasa bile ters düşmesin!” diye uyarmıştı. Bu hatıra, o devrin kasvetli ideolojik havasını net biçimde resmeder.

“Al Hoca, sana bir tabak ıstakoz”
Buraya kadar bahsettiğimiz kasvetli hatıraların üzerine bir de latife cinsinden bir hikaye ekleyelim. Tarihçimizin ressam İbrahim Çallı ile yakın arkadaşlığı vardı. Rivayet odur ki, bir gün Hocanın Büyükada'daki kaşanesinde demlenirlerken Çallı, Ahmed Refik'i çilingir sofrasının başında resmeder. Resimdeki sofrada meze namına kavundan başka bir şey yoktur. Fakat Çallı, Hoca ile her sofraya oturduğunda fırçasını işletip “Al Hoca… Sana bir tabak ıstakoz, şu da âlâ havyar…” diyerek resimdeki sofrayı donatıverir.

Ahmed Refik Altınay bir sonbahar günü 50'li yaşlarının sonunda zatürreden vefat etti. Cenazesinde İstanbul Üniversitesi'nden tek bir sima olmadığı gibi o mahfilden bir çelenk dahi gönderilmemişti. Hocanın Yedigün dergisinden arkadaşı olan Falih Rıfkı Atay, vefatı üzerine bir yazı kaleme alıp onun tarihi sevdirme çabasını övmüş ama siyaseten dönek olduğunu iddia etmiştir. Ona göre Ahmed Refik, Cihan Harbi'nde İttihatçı kesilirken, Mütareke döneminde İttihatçı düşmanlığına soyunan zayıf karakterli biri idi. Dahası, tıpkı Ahmed Mithad gibi bir Şarklı idi ve “her şeye rağmen prensip ve dava müdafaasının başı ikide bir eğilmekten kurtaran yüksek gurur ve şerefinden mahrum” idi. Falih Rıfkı'nın bu sözleri dönemin sert ideolojik tartışmalarının etkisi altında sarf ettiği açıktır.

İşin garibi, o devirde Kemalistliğinden kuşku duyulduğu için gadre uğrayan Ahmed Refik günümüz ölçülerine göre bir hayli Kemalist kaçıyor. Osmanlı tarihine dair görüşleri o devrin milliyetçilik akımıyla uyumlu bir biçimde Türkçü idi
Türk Ordusu'na reform önerileri
Daha 1920 senesinde verdiği bir röportajda Hoca 'Türklerin' geri kalmışlığını halkın cehaletine bağlamakta ve cehaleti yenmek için Batı'da doğan milliyetçiliğin öğretilmesini şart görmektedir. Oysa 'Türkler' “daha Kanuni Sultan Süleyman zamanında, uyanma devrine ilgisiz” kalmışlardı. Kurtuluş reçetesi ise “Batı düşünüş ve görüşü ile tamamen alışkanlık” kurmuş nesiller yetiştirmekti. Camiler millî bilincin aşılandığı okullara dönüştürülmeli, hocalar modern terbiye görmeli, hutbeler de Türkçeleştirilmeli idi. Halk milliyetçilik öğrenmedikçe “dinin de düşmanlar elinde oyuncak olacağı” aşikârdı. İttihatçıları da unutmayan Hoca, ordunun siyasetten uzak kalması gerektiğini ve 'Yeni Türk Ordusu'nun çetecilikten sıyrılmış “saf, hamiyetli ve vatanperver elemanlardan meydana gelmesi” gerektiğini henüz 1920 senesinde ilan etmektedir.

Herkesin bilip bolca kullandığı 'Kadınlar Saltanatı ve Samur Devri' (Deli İbrahim ve Köprülüler devirleri) tabirlerinin mucidi Ahmed Refik'in Osmanlı tarihine genel bakış açısı böyleydi. Yahya Kemal'in bulduğu 'Lale Devri' yakıştırmasını da o meşhur etmişti.

Şunu da belirtmeliyiz ki, Ahmed Refik aynı zamanda şair ve güfte sahibi bir münevverdi. Şiirlerini Gönül isimli bir kitapta topladı. Aralarında Zeki Müren'in sesinden meftunu olduğumuz Sabah Olmadı - 1936 (Karanlık ufuktan güneş doğmadı, gözüm yaşlarla dolu, sabah olmadı... Beste: Zeki Arif Ataergin, curcuna beste) ve Müzeyyen Senar'ın hayat verdiği Sensiz İçerken - 1937 (Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken, öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken... Mısırlı İbrahim Efendi, Uşşak, Türk aksağı) güftelerinin de bulunduğu birçok eseri bestelenmiş ve meşhur olmuştur.

Son söz olarak Büyükada'ya yolunuz düşer de Aya Yorgi'ye tırmanırsanız, Müslüman mezarlığına uğrayıp başında “Darülfünun müderrislerinden müverrih Ahmet Refik 1881-1937” yazan taşın dikili olduğu mezarında Hoca'yı anmayı ihmal etmeyin derim.