Bediüzzaman’dan Mustafa Kemal’e namaz beyannamesi

HABER MASASI
Abone Ol

Milletvekillerine de dağıtılan 10 maddelik beyannamede ne yazıyordu ki Said Nursi ile Mustafa Kemal arasındaki ipleri ebediyen kopartmıştı?

Millî Mücadele yıllarında gösterdiği gayretle Anka­ra Hükümeti’nce takdirle karşılanan Bediüzzaman Sid Nursi, Mustafa Kemal Paşa tara­fından ısrarla Ankara’ya çağrıldı. 7 Ka­sım 1922’de davete icabet eden Bediüz­zaman için iki gün sonra Büyük Millet Meclisi’nde resmî bir “Hoşamedi” töreni düzenlendi. Ancak Meclis onun gelişini kutlarken Bediüzzaman gördüğü tablo karşısında tam bir hayal kırıklığına uğ­rayacaktır. Özellikle milletvekillerinin Batı hayranlığı ve dinî hayatlarındaki zayıf lık ziyadesiyle üzmüştür kendisini. Bunun üzerine düşünce ve eleştirilerini bir beyanname şeklinde kaleme alarak bunu hem milletvekillerine, hem de Mustafa Kemal’e gönderir.

Daha önce İngilizlere karşı yazdı­ğı Hutuvat-ı Sitte risalesiyle Mustafa Kemal’in takdirini kazanmıştı. Aynı şekilde Mustafa Kemal de vaktiyle Bediüzzaman’ın övgüsüne mazhar ol­muştu. Ancak birazdan Cumhurbaş­kanlığı Arşivi’nden temin ettiğimiz metnini okuyacağınız beyanname on­ları karşı karşıya getirdi. Sadece iki şahsı değil, onların nezdinde iki zih­niyeti ileride sonsuza kadar ayıracak olan ve Tarihçe-i Hayat’ta ufak tefek farklarla yer alan 23 Kasım 1922 ta­rihli bu önemli beyannameyi bu defa Cumhurbaşkanlığı Arşivi’ndeki oriji­nali ve Latin harf lerine çevrilmiş ha­liyle istifadenize sunuyoruz. DT

“İnne’s-salâte kânet ‘ale’l-mü’minîne kitâben mevkûta” (Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır. Nisa, 103)

Âlem-i İslâm kahramanı Paşa Haz­retlerine;

Ey Gâzî-i nâmdâr. Zât-ı âlîniz hem muzaffer ordu, hem muazzam Mec­lis’in şahs-ı manevîsinin timsâlisi­niz. “Şûrâda” efrâdın kusûru şahs-ı ma‘nevînin ve mümessilinin hesâbına geçer, öyle ise efrâd ve a‘zâ-yı tarîk-ı takvâya (takva yoluna) teşvîk etmek en mühim vazîfenizdir. Dâreynde (iki cihanda) saâdet ve muvaffakiyetlerini­zi ez cân u dil arzu eden bu fakîrin bir meselede on sözünü, birkaç nasîhati­ni dinlemenizi ricâ ediyorum.

Evvela: Şu muzafferiyetteki hari­kulâde nimet-i ilâhiye bir şükür ister ki, devam etsin ve ziyade olsun. Yok­sa nimet şükrü görmezse gider. Ma­demki, Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle (yardımıyla) düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur’ân’ın en sarih ve en kat’î emri olan salât (namaz) gibi fe­raizi imtisale teşvîk etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle harika suretin­de üstünüze tevali etsin (kesilmeden gelsin).

Saniyen: Âlem-i İslâm’ı mesrur et­tiniz (sevindirdiniz), muhabbet ve te­veccühünü kazandınız. Lâkin o tevec­cüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam (yerine getirmek) ile olur. Zira Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi seviyorlar. Siz de şeairi ihya ile uhuvveti (kardeşliği) takviye ve rabıta-ı İslâmiyeye (İslamî bağlılığa) şuur veriniz.

Salisen: Zat-ı âliniz başta sizin si­lah arkadaşınız olan kahramanlar bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık etti­niz. Kur’ân’ın evamir-i kat’îyyesini im­tisal etmekle (kesin emrini benimse­mek) ve ettirmekle öteki âlemde de o nuranî güruha imam olmaya çalışmak, sizin gibi âlî himmetlilerin şe’nidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferinden istimdad-ı nur etme­ye (nur dilenmeye) muztarr (mecbur) kalmak ihtimâli var. Bu dünya-yı de­niyye (adi dünya), şan ve şerefiyle öyle bir meta‘ değil ki, sizin gibi âli ruhlu insanları işba‘ etsin (doyursun), tatmin etsin ve maksud-i bizzat (kendi başına istenen bir şey)olsun.

Rabian: Bu millet-i İslâmın cema­atleri çendan bir cemaat namazsız kalsa, fasık da olsa yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta umum Kürdistan’da, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler. Namazı kılarsa mutlak emni­yet ederler; kılmazsa, ne kadar muk­tedir olsa da nazarlarında müttehem­dir (suçludur). Bir zaman, Beytüşşebab aşairinde (aşiretlerinde) isyan var idi. Ben gittim, sordum: “Sebeb nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle din­sizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eş­kıya idiler.

Hamisen: Enbiyanın (peygamberlerin) ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi (filozofların en çoğu) garpta gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak “din ve kalb­dir”, akıl ve felsefe değil. Madem şar­kı intibaha getirdiniz (uyandırdınız), fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz (çalışmanız) ya hebaen gider veya muvakkat, sathî kalır.

Sadisen: Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan İngiliz-i lain (lanetli İngiliz) dindeki kayıtsızlığımızdan pek fazla istifade etti ve ediyor. Hatta diyebilirim ki, Yunan kadar İslâm’a zarar veren, dinde ihmalimizi bahâne edip istifade eden dâhilî hasımlarımızdır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ih­mali i’mâle tebdil etmemiz gerektir. Görülmüyor ki, İttihatçıların o kadar harika azm ü sebat fedakârlıklarıyla, hatta İslâm’ın şu intibahına da sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için dahildeki milletten nefret ve tez­yif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için onlara layık hürmeti verdiler ve veri­yorlar.

Sabian: Âlem-i küfür bütün vesai­tiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünu­nuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği hâlde, âlem-i İslâma dinen galebe etmedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye (İslamın sapkın mezhepleri), birer kemmiye-i kalile ve muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eyle­diği ve şimdi gâlib mevkie geçmeye hazırlandığı bir zamanda ve sizin gibi âlî bir kahramân-ı hâmî-i İslâm ve mü­dâfi‘i bulunduğu bir anda lâübaliya­ne Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Avrupaperest­ler hiç yorulmasınlar. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvari bir işi görmek, İslâmiyetin desatirine in­kıyad (düsturlarına boyun eğmek) ile olabilir. Başka olamaz. Hem olmamış. Olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.

Saminen: Za’f-ı dine sebep olan Av­rupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeni­yet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane “müsbet bir iş görülmez”. Menfice, tahripkârane iş ise, bu kadar rahne­lere (yaralara) maruz kalan İslâm za­ten muhtaç değildir. Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyübi gibi İslam kahramanlarına iktida etmeniz (onla­rı örnek almanız) gerekdir.

Tasian: Sizin bu muzafferiyetinizi ve âli hizmetinizi takdir eden ve sizi can u dılden seven, cumhur-i mü’mi­nindir (müminlerin çoğunluğudur). Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağ­lam Müslümandırlar. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve in­tibaha gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’an’ı imtisâl ile onla­ra ittisal ve istinad etmeniz maslahat-ı İslâm namına zaruridir. Yoksa, İslâ­miyetten tecerrüd eden (uzaklaşan) bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu Frenk mukallitleri (taklitçileri) avam-ı müslimine tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafi olduğundan, âlem-i İs­lâm nazarını başka tarafa döndürme­ye ve başkasından istimdad etmeye (yardım istemeye) mecbur kalacak.

Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş bir cesur lâzım ki, o yola sülûk etsin.

Şimdi, 24 saatten 1 saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin fi‘lin­de yüzde 99 ihtimal-i necat (kurtuluş ihtimali) var. Yalnız, gaflet, tenbellik haysiyetle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin (farzların) terkinde 99 ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hami­yet nasıl müsaade eder?

Bahusus bu güruh-i mücahidin ve bu Meclis-i âlînin ef’ali (fiilleri) tak­lid edilir. Kusurlarını millet ya taklid veya tenkid edecek; ikisi de zarardır. Demek onlardaki hukukullah, hu­kuk-i ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delâili (delilleri) dinlemeyen ve safsata-i nefs ve ves­vese-i şeytandan gelen bir vehmi ka­bul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez. Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek. Bilirsiniz ki ebe­di düşmanlarınız ve zıdlarınız ve ha­sımlarınız İslam’ın şearini tahrip edi­yorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz şeairi (İslamın esaslarını) ihya ve muhâfaza etmekdir. Şe‘âirde tehâvün (önem­sememe) milliyetin za‘fı[nı] gösterir. Zaaf ise düşmanı tevkîf etmez (dur­durmaz), teşcî‘ eder (cesaretlendirir).

Hasbünallâhü ve ni‘me’l-vekîl ni‘me’l-Mevlâ ve ni‘me’n-nasîr.

Fî 23 Teşrînisânî sene 1338

ed-dâ‘î

Saîd-i Kürdî