Fatih'in rüyası

PROF. DR. HEATH W. LOWRY
Abone Ol

Ünlü tarihçi Prof. Dr. Heath W. Lowry Osmanlı rönesansını yorumluyor

31 Mayıs 1453 sabahından 28 sene sonraki vefatına kadar Sultan II. Mehmed, yeni fethettiği başkenti Konstantiniyye’yi yeniden inşa etmek ve nüfusunu artırmakla meşgul oldu. Askerlerine söz verdiği üç günlük yağmayı -birçoğu tarafından imkânsız olarak görülen Bizans başkentinin surlarını ele geçirmenin ödülü olarak- kısa kestirdikten çok kısa bir süre sonra bir zamanlar muazzam, o anda ise harap halde olan şehri hızla büyüyen Osmanlı Devleti’nin merkezi haline getirmeye yoğunlaştı.

Konstantinople, bir önceki yüzyılın büyük bir bölümünde bir İslam denizinin ortasındaki Ortodoks bir ada halindeydi. Osmanlı toprakları bu bölgeyi batıda Adriyatik Denizi’nden doğuda Orta Anadolu’ya kadar çevreliyordu. İstanbul fethedildiğinde Bizans, Rumeli ve Anadolu’daki birkaç küçük bölge dışında tam anlamıyla ortadan kaldırılmıştı. Fatih, kendi deyimiyle, “küçük savaş”tan “büyük savaş”a geçiş yapmıştı; bu, şehrin kalıntılarını emperyal arzularına uygun bir başkent haline getirme savaşıydı.

Fatih bu işe, babasından miras kalan danışmanlara zekâsıyla üstün gelen 21 yaşındaki bir gencin enerjisiyle başladı. Balkanlarda ve Anadolu’da her yıl elde edilen başarıların ardından İstanbul’a dönüp kış ve bahar aylarını şehri yeniden biçimlendirmek, yeniden inşa ve iskân etmek için harcadı; bu şehri sık sık “İslambol” (İslam dolu) diye adlandırırdı.

Fatih’in öncelikli isteği, şehri yeniden iskân etmekti, zira şehirde yerleşik bulunanların neredeyse tamamı (İstanbul’un fetihten önceki nüfusunun yaklaşık 50 bin kişi olduğu tahmin ediliyor) fethin ardından öldürülmüş ya da köle olarak tutsak edilmişti. Fatih, fetihten sonra kendi ganimeti olan tutsakların beşte birini derhal serbest bıraktırdı ve bu kişileri tekrar evlerine yerleştirdi. Bu yöntem şehir hayatı için gerekli niteliklere sahip insanlara göre yeterince cezbedici olmayınca sürgün ya da zorla göç ettirme politikasını hayata geçirdi. Bu sayede başkentin ekonomik hayatına her yönden hizmet edilmiş olacaktı.

Bursa’da ipek dokumacılığı ve ticaret yapan yerleşik aileler adları verilerek İstanbul’a çağrıldı. Neredeyse her gün şehre diğer şehirlerden zorla getirilen insan yığınları akıyordu. Bunlar arasında Taşoz ve Semadirek adalarının bütün nüfusu ve Amasra ile Foça’da yaşayan halkın tamamı dahildi. Giderek artmakta olan şehirli nüfusu beslemek üzere meyve ve sebze yetiştirmek için kendilerine alet, hayvan ve tohum verilip şehrin çevresine yerleştirilen Balkanlardan gelme binlerce Hıristiyan köylü ailesi, ağları İstanbul Boğazı’nın dibine demirlenmiş kazıklara bağlı bulunan tüm dalyancı (Karadenizli Rum balıkçılar) köyleri de bu insanlar arasındaydı; hatta bu dalyancıların neslinden gelenler bugün hâlâ aynı zanaatlarını Beykoz çevresinde icra etmektedirler.

Taşköprülüzâde’nin Şakâyıku’n-Nu’mâniyye adlı eserinde yer alan yukarıdaki minyatürde Semerkant bilim geleneğinin önemli isimlerinden Ali Kuşçu, pek çoğu Osmanlı medreselerinde uzun yıllar ders kitabı olarak okutulan eserlerinden birini Fatih’e takdim ederken görülüyor.-Fatih Sultan Mehmed’in Bizans hükümdarı VIII. Palaeologos’a benzetilerek yapılan El Gran Turco adlı portresi hâlen Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır.

Şehre getirilen tüm bu insanlar yanlarında pek çok farklı dil, dinî teamül, alışkanlık ve mutfak getirdiler.Bütün bunlar nihayetinde yepyeni ve özgün bir Osmanlı uygarlığını meydana getirdi. Tıpkı imparatorluğun her bir köşesinden şehrin pazarlarına gelen baharatlar gibi, her yeni gelen yanında kendine özgü bir tat ve aroma getiriyordu. Sonuçta ortaya oldukça kozmopolit bir karışım çıktı.

15. yüzyılın sonundaki İstanbul, 3. yüzyıldaki Roma ya da 19. yüzyılın sonundaki New York ile çarpıcı benzerlikler içerir. Aslına bakılırsa sürekli hareket halinde olması Fatih’in şehirde meydana getirdiği değişimin boyutunu göstermekteydi.

Fatih bütün tebaasını bir bölgeden diğerine naklederken -bunu yaparken özellikle İstanbul üzerine yoğunlaşmakla birlikte Selanik ve Trabzon gibi şehir merkezlerine de önem veriyordu- tıpkı taşlarını dikkatle ileri süren bir satranç ustasını andırıyordu.

Dikkate değer bir biçimde nihayetinde İstanbul’u ortaya çıkaran erime potasına dahil edilmeyen malzemelerden biri, İslam’ın başkalarına dayatılmasıydı. Ortodoks Rumlar, Ortodoks Ermeniler ve Latin Katolikler, hatta Romanyot ve Karay Yahudileri ile sonradan Sefaradların da dahil olduğu pek çok dine mensup insan Orta Doğu ve Orta Asya’da Müslümanlarla yan yana yaşıyordu.

Fatih’in sarayında bir Bizanslı

Hanedanlığın kendisine gelince, dinî olarak net bir biçimde Müslümanlığı seçmiş olsa da, Osman Gazi’nin kendi ailesi şöyle dursun, hanedanlığın egemen sınıfları, beyliğin sınırları içinde ve dışında yaşayan herkesin karışımıydı. İlk dönem padişahlarının çoğunun anneleri, Fatih’in annesi de dahil olmak üzere Hıristiyan kökenliydi. Din ve etnisite 15. yüzyıl İstanbul’unda bireylerin İmparatorluğun genişlemesine yaptığı katkının yanında çok küçük bir önem arz ediyordu.

II. Mehmed’in sarayının duvarları arasında İmparatorluğa bir şeyler verebilecek herkese yer vardı. Saray Bizans-Yunan diplomat ve tarihçi İmrozlu Kritovulos’a ev sahipliği yapıyordu. Kritovulos Fatih adına diplomatik işlerde görev almadığı zamanlarda Osmanlı İmparatorunun ilk gerçek tarihini yazmakla meşgul oluyordu. Kritovulos’un Fatih için Yunanca yazdığı zafer şarkısı onu bir Dünya Fatihi ve Büyük İskender’in doğal mirasçısı olduğuna ikna etmek amacıyla yazılmıştı. Kritovulos’un adandığı kişinin bilmediği bir dilde böyle bir şiir yazmış olma ihtimali oldukça düşük. Bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesinde bulunan Fatih döneminden kalma 100’den fazla Yunanca el yazmasının birkaçı Kritovulos tarafından kaleme alınmıştır. Kısaca belirtmek gerekirse, yeni bir düzen kurmakta olan II. Mehmed’in etrafı, bunu yaparken eski rejimin mirasını bu düzen içine yedirmesini sağlamak isteyen eski rejimin temsilcileri tarafından sarılmıştı.

Bunlardan biri, Trabzon Rum İmparatorunun başbakanı olarak hizmet vermiş olup 1461 yılında şehrin Osmanlı İmparatorluğu’na teslim olmasını sağlayan geç dönem Bizans filozofu George Amirutzes’ti. Amirutzes, asil Bizans ailelerinin torunu olan kuzeni Mahmud (Angeloviç) ile şehrin teslim olması görüşmelerini yürüttü; Mahmud Paşa bu sırada Osmanlı veziriazamıydı. Hıristiyan Amirutzes sonra Müslüman akrabası Mahmud Paşa’yla yeni başkentte bir araya geldi ve İmparator’un başlıca danışmanlarından biri oldu. Kritovulos, ikilinin buluşup saatlerce Yunan felsefesi tartıştıklarını anlatır.

Fatih İstanbul’u yeniden inşa etmenin yanı sıra atalarından kalan yönetim sistemini de yeniden biçimlendirmek istiyordu. Devletin kuruluş aşamasında üst düzeyden Osmanlı bürokratlarının çoğu, Selçuklu Devleti’nin Moğollar tarafından yıkılmasının ardından Anadolu’daki Türk beyliklerinde hizmet veren insanlar arasından seçiliyordu. Fatih’in hükümdarlığının son yıllarında devletin en tepesindeki bürokratların neredeyse tamamı köle kökenliydi. Çoğunlukla Balkanlar’dan gelme Bizans asıllı bu kişiler Müslüman olup askerlik yapmış ve bir Osmanlı olarak eğitilmişlerdi.

Bu yöntem neredeyse hiç kesintiye uğramadan 150 yıl boyunca devam etti. Kullar arasında kariyerleri II. Mehmed tarafından ilgiyle takip edilen iki kişi, şehrin fethi sırasında öldürülen son Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in ağabeyinin oğullarıydı. İki evliliğine rağmen çocuğu olmayan Konstantin’in ardından eğer imparatorluk yaşasaydı yeğenlerinden biri tahta çıkabilirdi. Ancak bunun yerine fethin ardından ikisi de Fatih’in sarayına yollandılar ve 15 yıl sonra Osmanlı bürokratları Has Murad Paşa ve Mesih Paşa olarak yeniden ortaya çıktılar. İkisinin de harika birer kariyerleri oldu. Ne var ki Has Murad’ın hayatı genç yaşta bir muharebe alanında son buldu. Mesih Paşa ise iki kez Veziriazam olarak hizmet verdi ve Mehmed’in oğlu ve varisi II. Bayezid’in kızıyla evlendi. Fatih, Bizans tahtında hak iddia etmesi muhtemel iki oğlu öldürmek yerine onları Osmanlı yaptı ve yeni kurduğu düzenin en tepesindeki mevkilere getirdi. Bunun, eski Bizans tebaası arasında eski günlere dönme umudunu nasıl derinden sarsmış olduğunu tahmin etmek zor değil.

Ayasofya camiye çevriliyor

İnsanlar konusunda olduğu gibi binalar konusunda da II. Mehmed’in politikası yıkma değil, içine dahil etmeydi. 5. yüzyıldan kalma Bizans kilisesi Ayasofya, Hz. Muhammed’in günlerinden beri İstanbul’un müstakbel Müslüman fatihlerinin yol göstericisi olmuş ve şehre yönelik pek çok kuşatmayı tetiklemişti. Nesiller boyunca Müslüman hükümdarların düşlediği zaferi gerçekleştirmiş olan Fatih, yalnızca binayı değil, adını da korudu ve kiliseyi Ayasofya Camii’ne çevirdi. Yeni İslamî görüntüsü altında bu yapı 20. yüzyılın başlarına kadar şehrin en önemli camisi olarak kaldı.

Halen siluetleri İstanbul’un gökyüzüne hayat veren büyük Osmanlı camilerinin hiçbiri önem bakımından Ayasofya’nın yerini alamadı. Fatih, Ayasofya’nın bütün ihtiyaçlarının her daim eksiksiz olarak karşılanması için bir vakıf kurarak hizmetlerin aksamamasını sağladı. Maaşları bu kurum aracılığıyla ödenen kişiler arasında tek görevi binanın fizikî yapısını korumak olan bir mimar ve 12 yardımcısı da vardı. Kubbeyi yüzyıllar boyunca depreme karşı koruyan payandaları ve camiye İslamî karakterini veren minareleri ekleyen bu ekipti. Daha sonra imparatorluk sınırlarında inşa edilen camiler bu temel dizayndan büyük oranda etkilenecekti.

II. Mehmed eski “Stamboul” şehrini (Theodosius’un surlarıyla çevrili bölge) Osmanlı İstanbul’u haline getirmek üzere inşa etmek için de şehri yeniden iskân etmek için sarfettiği çabayı gösterdi. 1481 yılında öldüğünde Topkapı Sarayı, Fatih Camii ve Kapalı Çarşı’nın kaba yapısı tamamlanmıştı. Bu yapılar Osmanlı şehrinin en kalabalık noktalarındaydı; halen de öyleler. Fatih, surların yeniden inşa edilişi ile devasa Yedi Kule’nin güneydoğu ucunun inşa edilişini yakından takip etti. Hem giderek büyüyen serveti için bir hazine, hem de zindan olarak tasarlanan bu güçlü yapı (sonradan Osmanlı’nın gözünde bir değeri kalmayan Avrupa devletlerinin elçileri de buraya hapsedilecekti) nasıl 1452 yılında yapılan Rumeli Hisarı halen Boğazdaki yerinde duruyorsa, eski şehir üzerinde halen bir bekçi gibi bekliyor.

Şehrin yenilenme çabalarının hızından memnun olmayan Fatih, eski Bizanslı aristokrat Mahmud Paşa da dahil olmak üzere komutanlarına şehrin farklı kesimlerinden benzer faaliyetler yürütmeleri çağrısında bulundu. Komutanlar da neredeyse ışık hızında yeni mahalleler, camiler, hamamlar, imaretler, okullar, hastaneler, hanlar ve pazar yerleri inşa ettiler. Pazar yerlerindeki dükkânların kirası vakıflara gidiyor, bu para da görevli memurların maaşlarının ödenmesinde kullanılıyordu.

Madalyonun iki yüzü Fatih’in meşhur portrelerinden birinin de sahibi olan Gentile Bellini tarafından yapılan yukarıdaki bronz madalyon, 9,3 cm. çapında olup Oxford Ashmolean Museum’da bulunmaktadır.-Fatih Sultan Mehmed’in çocukken yaptığı resim ve yazı çalışmalarını ihtiva eden, yukarıda bir sayfasını gördüğünüz defter Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilmektedir. Gelenekli Türk sanatlarının günümüze ulaşmasında büyük pay sahibi olan ‘hezarfen’ Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver tarafından Topkapı Sarayı’nda bulunup 1961 yılında Fatih’in Çocukluk Defteri adıyla yayınlamıştı. Tarihseverleri şaşırtan, bir o kadar da heyecanlandıran bu defteri görmek isteyenler Panaroma 1453 Tarih Müzesi’ni ziyaret edebilirler.

Devasa bir yap-boz

Halen kendilerini vakfeden kişilerin adlarıyla anılan şehrin bütün bölgeleri (Gedik Ahmed Paşa Mahallesi, Kapalı Çarşı yanındaki Mahmut Paşa Mahallesi, Davut Paşa Mahallesi vb.) bu dönemde oluşturulmuştur. Sürekli gelen göçmenlerin gözüne şehir devasa bir inşaat alanı gibi gözükmüş olabilir. 15. yüzyılın ikinci yarısının ve 16. yüzyılın başları boyunca yeni İstanbul’u inşa etmek için sürekli artan insan gücü ihtiyacını karşılamak üzere duvar ustaları, marangozlar ve işçiler şehre akın etti. Bu kişiler denizde bulunmadıkları 6 ay boyunca inşaat alanlarında amele olarak çalışmak üzere sahipleri tarafından kiralanan binlerce köleyle birlikte yeni İstanbul’u kuracaklardı.

II. Mehmed dönüşümün her bir unsurunu ayrı ayrı yönetti. Ancak planlarının pek çoğu kontrolü dışındaki faktörlerce engellendi. En önemlilerden biri, Fatih’in hükümdarlığı boyunca (19. yüzyıla kadar bütün haleflerinin dönemlerinde olduğu gibi) şehri defalarca vuran hıyarcıklı vebaydı. 1455 ve 1467 yıllarında patlak veren yıkıcı salgınlar II. Mehmed’in şehre yerleştirmeye çalıştığı yeni nüfusun çoğunu öldürdü. Fatih’in tarihçisi Kritovulos 4,5 ay süren ikinci salgının en sert olduğu dönemde günde 600 ilâ 800 kişinin öldüğünü ve padişahın seferde bulunduğu Arnavutluk’tan dönemediğini, yıkımın bir adım ötesinde durabilmek için Balkanlarda zikzaklar çizdiğini anlatır. Fatih, salgının durumuyla ilgili şehre günübirlik elçiler yollamış, ancak salgın tamamen ortadan kalktıktan sonra, güz sonunda geri dönmüştür.

Kritovulos ölüm oranının son derece yüksek olduğunu, öyle ki, bir gün ölüleri gömenlerin ertesi gün diğerleri tarafından gömüldüğünü anlatıyor. Kritovulos’un ayrıntılı tanıklığı salgının ortalarında birdenbire kesiliyor, bu da Kritovulos’un da salgının kurbanlarından biri olabileceği ihtimalini artırıyor.

Ortaya çıkan portreye bakıldığında, genç bir fatihin hükümdarlığı altındaki bütün bölgelerdeki en üretken vatandaşları imparatorluğa yaraşır bir başkent oluşturmak için bir araya topladığı, fakat bunların büyük bir çoğunluğunun birkaç ay ya da yıl içinde vebadan öldüğü görülüyor.

Bu devasa yap-bozun bütün parçaları ayrı ve yeni bir Osmanlı uygarlığı oluşturmak üzere nasıl bir araya geldi? Osman’ın beyliği tarafından girişilen bu projenin devasa boyutunu kavrayabilmemiz için öncelikle cevaplamamız gereken soru bu. Aksi yöndeki uzun süredir var olan varsayımlara karşın İslam’ın fethedilmiş Hıristiyan topraklarında yayılmasını izleme arzusunun ikincil bir faktör olduğunu düşünüyorum. 14. yüzyılın başında Bitinya’da kurulup 20. yüzyıla kadar hayatta kalan Osmanlı Devleti Hıristiyan ve Yahudilere karşı hatırı sayılır bir hoşgörüye sahipti ve İmparatorluğa katkı sağlayabilecek kişilerin yeteneklerinden faydalanabilmek için elinden geleni yapma eğilimindeydi.

15. yüzyıl tarihçisi Aşıkpaşazade’nin anlattığına göre hanedanlığın kurucusu Osman Gazi’nin çevredeki Bizans kalelerine yapılan saldırılarda yanında hep Hıristiyan silah arkadaşları bulunuyordu, bunların en önemlilerden biri Köse Mihal’dir. Bu kişi ve onun İslamı tercih eden torunları babadan oğula Balkanlara saldıran Osmanlı birliklerinin lideri olacaklardı. Onlar devletin genişlemesine katkıda bulunan ve paylarına düşen köle ve ganimeti elde eden, bu yolla “Osmanlı” olan sayısız insanın atalarıydı. Bazıları bunu yaparken Hıristiyan olarak kaldı, bazıları Müslüman oldu. Her biri sürekli değişim içindeki Osmanlı mozaiğine kendi deneyim ve bilgi birikimini getirdi.

600 yıldır bozulmayan gelenek

Bu hoşgörü devletin ilk yüzyıllarıyla sınırlı da değildi. 1914 yılında İmparatorluk son yıllarına girdiğinde Jön Türk hükümeti Washington DC’ye bir elçi atadı. Elçi yola çıkmadan önce İstanbul’daki Amerikan Elçisi Henry Morgenthau’ya nezaket ziyaretinde bulundu. Elçiye Polonya asıllı bir Hıristiyan Osmanlı olan Alfred Bilinsky olarak tanıtıldı. Birkaç hafta sonra yola çıkmadan hemen önce Bilinsky ikinci bir ziyaret esnasında Morgenthau’yu şu sözlerle şaşırttı: “Benim adım artık Alfred Bilinsky değil. Dün Müslüman oldum, adım artık Ahmed Rüstem Paşa.” Birkaç hafta sonra Washington’a da Ahmed Rüstem Paşa vardı. Böylelikle 600 yıl önce Köse Mihal’le başlayan bir geleneği tekrarlayıp devlete faydalı olduğunu kanıtlayarak hanedanın dinine geçen Hıristiyanlar arasına katılıyordu.

Eğer Osmanlılar fethettikleri Hıristiyan topraklarında İslamı yayma dürtüsüyle hareket etmiş olsalardı bugünkü Balkanların dokusu güneydoğu Avrupa boyunca Türkçe konuşan Müslümanlardan oluşurdu. İletişimin sınırlı olduğu ve insan haklarının uluslararası düzeyde denetlenmediği bir dönemde bu işlem kolayca gerçekleştirilebilirdi. Bunun Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya’da olmamasının sebebi ise hoşgörüden çok vergilendirme sistemiydi.

Osmanlıların karmaşık bir vergi sistemi vardı. Buna göre orduda belli bir hizmet vermeyen Hıristiyanlar Müslümanlara göre daha fazla vergi ödemekteydiler. Bu sistem Osmanlı İmparatorluğu’nun başından beri vergi ödeyen vatandaşların (reaya) etkin biçimde vergilendirilmesi için tasarlanmıştı. Buradan elde edilen vergiyle askerî harcamalar yapılırdı. Devletin vergi tabanının önemli bir kısmını oluşturan milyonlarca Hıristiyanın Müslüman olması malî açıdan sorumsuz bir adım olurdu ve yönetimin değerli bir vergi gelirinden mahrum kalmasına yol açardı.

Büyük resimdeki manzarayı hiçbir zaman gözden kaçırmayan bu Osmanlı faydacılığı hem devletin büyüklüğüne, hem de nihayetinde yıkılmasına yol açtı. Eğer Osmanlılar fethettikleri Hıristiyan tebaaya kendi din ve kültürlerini empoze etselerdi 19. yüzyılda Balkanları saran ve nihayetinde devletin yıkılmasına yol açan milliyetçilik ateşi hiç alevlenmeyebilirdi. Ancak bu, Osmanlıların yöntemi değildi. Onlar “kapsama” politikasını tercih ettiler.

Bu durumu nasıl açıklayacağız? Açık ki karşı karşıya olduğumuz durum Osmanlı yazarlarının 16. yüzyılda tarihlerini yazmaya başladıklarında kafalarındaki Osmanlı hanedanlığına dair sahip oldukları fikirler değil. Bu döneme gelindiğinde Osmanlı Devleti köklü değişimler geçirmişti. Kuzeybatı Anadolu’daki Bitinya’da, ardından Balkanlarda, yani ezici bir biçimde Hıristiyan bölgelerinde bir İslam devleti olarak ortaya çıkan devlet, 1520 yılı sonunda eski İslamî bölgelerin en önemli topraklarını sınırlarına katmıştı. Irak’ın bir kısmı, Suriye, Filistin ve Mısır ile kutsal Mekke ve Medine şehirlerinin bulunduğu yarımada artık Osmanlı Devleti’nindi.

Bunların elde edilmesiyle birlikte sorumluluklar arttı (örneğin bunlardan biri göç yollarını denetlemek ve finanse etmekti) ve Osmanlı’nın kendine ait yeni bir algısı oluştu. Osmanlılar kendilerini Doğu Roma İmparatorluğu’ndan çok, geçmişin büyük İslamî hanedanlıkları olan Emeviler, Abbasiler ve Selçukluların torunları olarak addettiler. Oldukça esnek bir İslam uygulamasından çıkıp kendilerini Sünnî İslamın savunucuları olarak görmeye başladılar. Bu da Osmanlı tarihini bu doğrultuda uygun bir biçimde yeniden yazmayı gerektiriyordu. Devlet eskiden olduğu gibi resmedilmiyordu: Artık devlet, yalnızca Sünnî İslamın güzelliklerine nominal bir saygı içeriyordu.

Devlet kılıçla Hıristiyan Avrupa’ya, İslamı yayma hedefiyle yol alan bir “gazi devlet” gibi gösteriliyordu artık. Çevresinde Müslüman ve Hıristiyanlardan oluşan bir ordu bulunan, savaşçı erken dönem sultanlarının yerini, kafirlerin topraklarına İslamı yayma şevkiyle hareket eden dindar hükümdarlar aldı. Nesilden nesle aktarılan ve İmparatorluğun tarihî metinlerinde özenle korunan Osmanlı tarihi anlayışı buydu.

19. yüzyılda bu belgeler Avrupalı oryantalistler tarafından çevrilip incelendi ve Osmanlı gerçekliğine ilişkin bugünkü fikrimizin temelini oluşturdu. Ancak son yıllarda Osmanlı Devleti’nin ilk iki yüzyılında yazılmış tarihî metinlerin giderek daha fazla yayınlanmasıyla daha sonra oluşan tarihî geleneği sorgulamak, hatta bunu gerçeğe daha yakın bir tarih bilinciyle değiştirmek yavaş yavaş mümkün hale geliyor.

Osmanlı’nın büyüklüğü

Son Osmanlı Sultanının tarihe karışmasının ardından neredeyse bir asır geçtikten sonra bugün İstanbul halen daha iyi hayat şartları ve çocukları için daha parlak bir gelecek arayan insanları cezbetmeye devam ediyor. Çoğu köylü kökenli olan bu insanlar Fatih’in yeni başkent için ihtiyaç duyduğu pek çok yeteneğe sahip değil. Ne var ki bu insanlar hızlı öğreniyor ve daha önce de şahit olduğumuz gibi, çocukları bir nesil içinde İstanbullu oluyor.

Beyoğlu’nun arka sokaklarında bugün kadim şehre ve Osmanlı tarihine karşı büyüyen bir ilginin olduğunu görüyoruz. Daha moda bölgelerde girişimciler “otantik” Osmanlı restoranları açmak için birbiriyle yarışıyor. Eskiden geri kalmış Doğu’nun simgesi olan nargile dahi geri döndü: Bugün artık genç nesilleri son moda kafelerde nargilelerini üflerken görüyoruz.

2004 yılı itibariyle şehrin ulaştığı 12 milyonluk nüfusa rağmen (Osmanlı’nın en kalabalık döneminin 10 katı) Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğünü görmemek mümkün değil. Gökyüzünü delen sayısız mimarî anıt ve minareler geçmişi sürekli olarak hatırlatmaya devam ediyor. Şehri çevreleyen denizlerin oluşturduğu doğal güzelliğin ortadan kaldırılması, pek çoğunun bu konudaki amansız uğraşlarına rağmen imkânsız.

Fatih Sultan Mehmed mucizevî bir şekilde herkesten çok kendisinin eseri olan bu şehrin sokaklarına gelse ve yanından geçmekte olan taksinin altında kalmadan yürümeyi başarabilse yine de uyum sağlamakta oldukça zorlanırdı. Kontrolsüz gelişen betonarme yapıları görünce pek de hoşnut olmayacağı aşikâr. Ve şehrin nüfusu söz konusu olduğunda, 1453 yılında fethettiği, içi boş deniz kabuğunu andıran bu şehri nostaljiyle yad ederdi.

Yazı Hakkında: Yazının İngilizce aslı Cornucopia (sayı: 32, 2004) dergisinde yayınlanmış olup Türkçe tercümesi yazar tarafından gözden geçirilmiştir.