H. Emre Oktay: “İnönü Yassıada’da şahitlik yapsaydı idamlar olmazdı”

HABER MASASI
Abone Ol

27 Mayıs öncesinde İstanbul Emniyet Müdürü olan ve Yassıada’da gördüğü işkencelerden dolayı hayatını kaybeden Faruk Oktay’ın oğlu psikolog H. Emre Oktay babasının vefatıyla ilgili çarpıcı tespitlerde bulundu. Ortaokul öğrencisiyken babasını darbeye kurban veren ve acısını ömür boyu yüreğinde taşıyan Oktay’ın en büyük hayali, babasını şehit olarak kabul ettirmek ve bu dünyadan bir şehit oğlu olarak göçmek.

Babanızın Demokrat Parti ile ilişkisi nasıldı? Menderes’i destekler miydi?

Babam bir bürokrattı, seçilmiş değil atanmıştı. Asker kökenliydi, yarbaylıktan ayrılmış, Emniyete girmiş. DP döneminde takdir edilmiş biriydi. Ankara Emniyetinde 1. ve 2. Daire müdürlüğü derken Ankara Emniyet Müdürü olmuş. Gümüşhane Valiliğine atanmış ancak göreve başlamadan İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilmiş. Bir vatandaş olarak DP’yi, Adnan Menderes’i çok severdi. Gerçi Menderes’i sevmeyen yoktu ki! Darbeci zihniyette olanlar hariç halk tarafından inanılmaz derecede tutuluyordu. Son derece mütevazıydı, herkesle canciğer dostmuşçasına konuşurdu. Tam bir halk adamıydı. Türkiye için şanstı.

Oktay ailesinin Ankara günlerine ait. Emre Oktay 1958’de babasıyla (ortada), Nimet-Faruk Oktay çifti oğulları Ömer ve Emre ile (sağda)...

Peki bu kadar sevilen bir Başbakana neden böyle bir son reva görüldü?

Anayasanın 146/1. maddesini ihlâlle suçlandı; İnönü’yü öldürecekti, dediler. Darbe yaptığınız zaman Anayasa zaten ortadan kalkıyor. Yani bu mantıkla bakarsanız asıl asılması gerekenler darbecilerdi! Anayasa ihlâlini Tahkikat Komisyonu kurulmasına bağlarlar. O zaman CHP orduyu baştan çıkartıp darbe yapacaklar diye söylentiler yaymıştı. Bir de DP Hükümeti için “Kars ve Ardahan’ı Ruslara sattı, Harbiyeliler imha edilecek, Bayar ve Menderes’in korkunç servetleri var” gibi dedikodular yayılıyordu. “Fısıltı gazetesi” derlerdi buna. Toplumun huzuru kaçmıştı. Tahkikat Komisyonu söylentileri kimin uydurduğunu ortaya çıkarmak amacıyla kuruldu. Anayasa ihlâlini bırakın, yürürlükteki 1924 Anayasasının 22. maddesi zaten öneriyor böyle bir komisyonu. Hükümet iç tüzüğe göre komisyona bazı yetkiler veren Selahiyetler Kanunu taslağını hazırladı. TBMM’de oylanıp kanunlaştı. Anayasayı ihlâl bunun neresinde? Zaten kararların gerekçeleri Yassıada mahkemesinde okunmadı. Mahkemede okunan, sumen altında beklemekte olan peşinen verilmiş kararlardı.

İnönü’yü öldürmeye gelince… Her gittiği yerde olaylar çıkan İnönü, Topkapı’dan İstanbul’a girecek. Gençlik teşkilatları CHP’nin elinde; yollara dizilmiş, tezahürat yapacaklar. DP’liler de gelmiş. Babam evde anlatırdı: İnönü’ye güvenli ve tenha sokakları güzergâh olarak gösteriyorlarmış; İnönü ise kalabalıkların arasına doğru sürdürürmüş arabasını.

Bakın şu nokta çok önemli: İnönü Yassıada’da Topkapı Olayları davası görülürken şahitlik yapsaydı idamlar olmazdı. Menderes ve diğer bazı sanıkların avukatları İnönü’nün şahit olarak dinlenmesini talep ettiler. Öldürülmeye çalışıldığı iddia olunan kişinin dinlenmediği bir mahkeme olur mu? Başyargıç Salim Başol ve Başsavcı Egesel avukatların talebini şiddetle reddedip “İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti bu ortama çağırmak haddinize mi?” diyorlar. Halbuki İnönü gelse, “Aramızda sert mücadeleler oldu ama beni öldürmeye kalktılar diyemem” dese, idamlardan sonra “Üzüldüm” diyeceğine mahkemede idamlara karşı olduğunu söylese, bunu ima bile etse infazlar gerçekleşmezdi. Bunu bile bile yapmadı.

Bence Menderes halkın yoğun desteğini aldığı ve bir sonraki seçimi de kazanacağı belli olduğu için asıldı. Nitekim idamlardan kısa bir süre sonra seçimler yapıldı. DP misyonunu sürdüreceği propagandasını yapan Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi mecliste çoğunluğu ele geçirdiler. Darbeyi destekleyen CHP azınlıkta kaldı. Bir de Menderes’in sağ olduğunu düşünün. Kim bilir nasıl güçlü bir destek bulacaktı!

Babanızın ölümü sonrasında neler yaşadınız?

Bizlere vatan hainiymişiz gibi davrandılar. ‘Kuyruk’ adını takmışlardı aşağılamak için. Ortaokuldayım, babam Yassıada’da ölmüş, keder içindeyim. Tarih imtihanına giriyorum. Tarih hocası hanım din dersine de geliyordu. Ortada soru kağıtları var; üç tane seçip kenara çekiliyor, kağıtları açıp cevap veriyorsunuz. Öğretmen “İlle sen şunu al” diyerek önüme bir kağıt uzattı. Ben de saflıkla aldım. Sorulara baktım ki, ne göreyim! 27 Mayıs’ın sebeplerini, DP’nin hatalarını sıralamam isteniyor. Diğer iki soruyu cevapladım ama sıra o soruya gelince başladım titremeye. Hocalardan biri “Çık evladım” dedi de beni kurtardı. Kağıdı veren hocaya baktım. Gördüm ki halimden zevk alıyor. Ufacık çocuğum, kekeliyorum, o ise bana bakıp gülüyor.

30 Eylül 1960’ta Yassıada’da vefat eden Faruk Oktay ölümünden yaklaşık iki ay önce eşine “Canım Nimet” diye başlayan bu dokunaklı mektubu göndermişti Yassıada’dan.

1960 darbesinin fikrî ve fiilî bayrağını taşıyanlar kimlerdi?

27 Mayıs olmuş, İnönü’nün evinin etrafı asker-sivil darbeyi destekleyenlerle dolu. İnönü balkona çıkmış, yanında iki asker, mutluluk içinde halka el sallıyor. Darbecilerin başı Cemal Gürsel iki üç gün sonra İnönü’ye telefon açıyor. “Paşam emirleriniz bizim için Peygamber buyruğudur” diyor. İnönü de kendisine cevap veriyor: “Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Başarınız için asıl ben sizin emrinizdeyim.” Bunu İnönü’nün damadı Metin Toker’in anılarından öğreniyoruz. Seçilmişlerden meydana gelen bir parlamentoda ana muhalefet partisi genel başkanı darbecilerin başına bunları söyleyebiliyor.

Artık itiraf etmek lazım: 27 Mayıs’ta birtakım asi subaylar silah zoruyla devleti gasp ettiler. Halkın vergileriyle alınan silahlar ellerinde TBMM kapısına kilit vurup “Meclisin tüm yetkilerini aldım, kurduğum Millî Birlik Komitesine verdim” diyorlar.

Geçtiğimiz yıl TBMM dilekçe komisyonuna yaptığınız başvuru basında yer almıştı. Sonuç alabildiniz mi?

Burhan Apaydın TBMM’ye dilekçe vermiş. Ben de İnsan Hakları Komisyonuna başvurdum. Daha sonra Komisyon darbeleri araştıran bir alt komisyon kurmuş, başında da Nimet Baş var. 17 Aralık 2012’de internetten alt komisyona başvurumu tekrarladım. Tabii rahmetli babamın adını kullanarak... Sonra Komisyonunun görevini tamamlayıp raporunu Meclis’e teslim ettiğini okuduk. Ne yazık ki bizi dinlemeden görevini bitirmiş. İçimiz burkulmadı desek yalan olur. Zira darbeyi yapanlardan Mustafa Kaplan’ı, Şefik Soyuyüce’yi, Ahmet Er’i, Numan Esin’i dinlemişler ama bizi dinlemediler. Allah kısmet ederse Başbakanımızın açıkladığı ‘Sivil Şehit’ kavramının babam için de geçerli olmasını sağlamak istiyorum. En büyük amacım bu.

Babanızın Yassıada’da yaşadıkları hakkında neler biliyorsunuz?

Darbeden 1 ay kadar önce 28 Nisan öğrenci olayları cereyan etmişti. Bu olayları CHP Gençlik Kolları olarak organize ettiklerini Orhan Birgit bizzat itiraf etti. Bunlar cereyan ederken “Polis öğrencilere ateş açmış, yüzlerce ölü var!” diye dedikodu çıkarıp kulaktan kulağa yayıyorlar. O zaman medya imkânları çok kısıtlı. “Yüzlerce öğrenci öldü” yalanı 27 Mayıs için şartların tamamlandığı noktadır.

27 Mayıs günü babamı iki cemse dolusu asker evimizden alıp götürdü. “Beyazıt Meydanında yüzlerce öğrenci öldü. Bayar’dan, Menderes’ten ateş açma emri aldın ve ateş ettiniz. Cesetler nerede?” diye soruyorlar babama. O da “Ceset falan yok, bunlar uydurma. Ateş emri veren de yok. Ceset varsa bunların aileleri nerede?” diyor. Düşünün, yüzlerce kişi ölmüş deniliyor, “Benim evladım nerede?” diyen tek bir aile çıkmaz mı?

Olaylarda sadece kaza sonucu iki ölüm var. Biri kendi tırmandığı hareket halindeki tankın üzerinden paletlerin altına düşerek ölen Nedim Özpolat. Diğeri de nereden geldiği belli olmayan bir kaza kurşunuyla ölen Turhan Emeksiz. Ceset aramaları da sonuçsuz kalınca darbeciler bozuluyorlar. “Bu darbeyi niye yaptık?” sorusu ortaya çıkıyor. Ancak utanacaklarına daha da sertleşiyorlar. Çünkü akıl hocaları olan hukuk profesörleri onlara “DP’lilerin suçluluklarını ortaya koymalısınız. Yoksa siz suçlu duruma düşersiniz” diye gözdağı veriyorlar. Babam suçlamaları kabul etse belki kurtulacaktı. Allah’a şükür yalan ifade vermemiş; şerefiyle öldü. Babam hayır dedikçe işkence üstüne işkence görüyor. Dövüp zindana atıyorlar. Yassıada’da Bizans’tan kalma zindanlar var.

Bu zindanlarda işkence gördüler Emre Oktay’ın objektifinden Yassıada’daki Bizans’tan kalma zindanlar... 27 Mayıs tutuklularına buralarda işkence yapıldığı biliniyor.

Peki nasıl vefat etmiş babanız?

Sezai Demiray’ın anısını nakledeyim. Koğuştaki dolabında küçücük bir radyo bulunmuş. Ada Komutanı Tarık Güryay sinirinden deli olmuş ve Demiray’a bir tokat patlatmış. Düşünün, yaşlı başlı vekil tokat yiyor. (Turhan Dilligil Güryay için ‘Allahsız Gardiyan’ yakıştırmasını yapmıştı.) Sonra da zindana attırmış. Yaşadıklarını şöyle anlatıyor Demiray:

“Koridorda bir elektrik ampulü yanmakta olduğu için hücrenin kalın kapı aralıklarından dışarısını görmeye çalıştım ama nafile. Tamamen karanlık olan zindanı yoklamaya başladım. Oturacak yer yoktu. Kapıdan itibaren tavan alçaldığından iç kısma yürümek için eğilmek mecburiyetinde kalmıştım. Aradan bir saat ya geçmiş ya da geçmemişti ki, yanımdaki hücrelerden birinden canhıraş sedalar gelmeye başlamıştı. ‘Ölüyorum hiç sizde din iman yok mu? Allah aşkına bana bir doktor’ diye bağırmalar duyunca kulak kesildim. Bu ses bizim arkadaşlardan değildi. Demek daha önce zindana atılan iktidar mensubu başka bir kimseydi. Nöbetçilerin ayak seslerinden koridorda gidip gelmeler olduğunu anladım. 20 dakika sonra o aşinası bulunduğumuz deniz yüzbaşısının cırlak sesini duydum. İnleyen hücrenin kapısına gelmiş, ‘Ulan doktor senin neyine!’ diyerek Türkçede ne kadar küfür varsa birer birer saymaya başlamıştı. İnleyen ses ise ‘ Vallahi ölüyorum yüzbaşım, doktor doktor’ diye kesik kesik seslenmeye devam ediyordu. Daha sonra yine koridorda birtakım sesler, gidip gelmelerden sonra inleyen ses kesildi. Sonradan bu inleyenin İstanbul’un genç ve enerjik emniyet müdürü rahmetli Faruk Oktay olduğunu ve vakadan iki üç gün sonra Yassıada’da vefat ettiğini öğrendik.”

Emniyet grubuna çok ağır işkenceler yaptılar. Tabii Bayar ile Menderes’inki 24 saat kesintisiz işkenceydi. Daracık bir oda, yatağınızın karşısında bir nöbetçi subay oturuyor, saat başı nöbet değişimleri, sabaha kadar tepenizde yanan bir lamba...

Darbenin götürdükleri Faruk Oktay 1958’de Ankara Emniyet Müdürlüğü döneminde (üstte) ve 1960’ta Yassıada’daki yargılanma günlerinde... İki yıl öncesinin fotoğrafıyla karşılaştırıldığında maruz kaldığı asılsız suçlamalar ve yargı süreci kendisini oldukça yormuş ve yıpratmış görünüyor.

27 Mayıs’ta DP’nin Arapça ezan yasağını kaldırmasının rolü var mıydı sizce?

İman dolu Anadolu halkı olmasaydı, anlamını dinimizden alan şehitlik, gazilik kavramları olmasaydı Atatürk savaştıracak kimseyi bulamazdı. Toplumumuzda din hayatî bir öneme sahip. Ezanı, ki namaza çağrıdır, Bilal-i Habeşî gibi okumanın ne mahzuru vardı, niye Türkçeleştirmeye kalkıldı? Bilinçaltında bile olsa 27 Mayıs’ta ezanın aslı gibi okunması yasağının kaldırılmış olmasının rolü vardır diye düşünüyorum. Öyle bir uygulama ki, düşünün Yahudiler sinagoglarda İbranice, Hıristiyanlar Latince ibadet ediyor, Müslümanlar ise ezanı Hz. Muhammed’in (sav) okuttuğu gibi okuyamıyorlar. Allah korusun, işgal altında olsak bunu yapmazlardı, diye insanın aklına geliyor. Zaten Menderes’in yaptığı, ezanı aslı gibi okuyanlara uygulanan hapis cezasını kaldırmaktı. İsteyen Türkçe okusun dedi. Bugün Türkçe ezan okumak yasak değil ama böyle bir talep yok.

Darbeciler DP’ye hangi ithamlarda bulunmuşlardı?

Menderes için toprak reformuna karşı geldi, derler. Aslında Menderes’in toprak reformuyla ilgili o kadar akıl dolu sözleri var ki. Kendisi de çiftçi olduğu için toprak parçalandığı takdirde randımanlı olmaz, diyor. İlk defa kooperatifçilikten bahsediyor. Toprağı bütün olarak işleyelim, kooperatifler vasıtasıyla herkes istifade etsin diyor. O dönemde kooperatifçilik hiç bilinmiyor. Menderes çağın üstünde bir anlayışla yol gösteriyor, toprak sorununun çözümü budur, diyordu.

27 Mayıs’ın sebeplerinden biri de emir erliği sorunu. Köylü evladını askere gönderiyor. Ona subayın evinde hizmetçilik yaptırıyorlar. Yerleri siliyor, subayın çocuğunu gezdiriyor, alışveriş vs. Ayaklarını yıkatan subaylar bile varmış. DP bunu kaldırdı diye düşman oldular.

Bir de ‘CHP’nin mallarını DP gasp etti’ lafı çıkartıldı. İşin aslı şöyle: Millî Şef döneminde devletle parti birleştirilmişti. Mesela bir yerin ilçe başkanı aynı zamanda belediye başkanı oluyordu. İl başkanı aynı zamanda valiydi. Bütün devlet malları CHP envanterinde gözüküyordu. Şimdi müze olan tarihî TBMM binası CHP’nin genel merkeziydi. Halk Odaları, Halk Evleri taşınmazları vs. hepsi CHP’nin malı durumunda. Halbuki çok partili hayata geçilmiş ve iktidarda başka bir parti var. DP bu haksız edinilen malları hazineye intikal ettirdi. Onlara her parti gibi kendi malınızı kendiniz tedarik edin, devletin malı devletindir, hazinenindir, denildi.

Bir de Köy Enstitüleri bahane edildi. Türkiye’de o tarihte 12 tane Köy Enstitüsü vardı. Bunların 9’u çalıştı. Ama nasıl çalıştı? Midesi açlıktan guruldayan, ayağı çıplak köylüye keman, piyano çalmasını öğretiyordu. Bir de enstitülerin masrafını, yer ve yiyecek dâhil köylü karşılıyordu. Köylü isyan ediyor haliyle. O zaman köyler sefalet içinde; yol yok, elektrik yok, su derelerden alınıyor, sağlık hizmeti yok.

Açlık ve sıtmadan ölenlerin sayısı bilinmiyor. Ortamı anlamak için Mahmut Makal’ın Bizim Köy kitabını okumak lazım. Sefalet tasvirlerinden dehşete düşersiniz. Ankara’nın yolları Polatlı’da biterdi. İzmir’den Aydın’a gitmek bir maceraydı. Suyu, elektriği olan köy parmakla gösterilirdi. Köy Enstitüleriyse köylüyü köye hapsediyordu.

1950-60 arası 40 bin km. karayolu, 30 bin km. köy yolu, 11 liman, 5 havalimanı, beton ve çelik hububat siloları yapıldı. İnönü döneminde tahıl açık havada depolanıyor, tabii çürüyordu. Menderes traktörleri devreye soktu, köylüyü karasabandan kurtardı. Gıda ihtiyacını karşılayamayan ülke ihracat yapmaya başladı. Şeker bile bulunmuyordu. 160 bin ton ihtiyaç var ama üretim 100 bin tondu. Menderes döneminde tam 13 şeker fabrikası açıldı.

İnönü döneminde Anadolu kentlerinde bile elektrik yoktu. Akşam 22:30’dan sonra jeneratörler kapatılır, şehir ve kasabalar karanlığa bürünürdü. DP döneminde yollar yapılınca köylü köyünden çıktı, çevre ilçelerle ilişkiye girdi. Bu kalkınma hamlelerinden sonra Köy Enstitülerinin anlamı da kalmadı. Bir de şimdikiler bilmez, o zamanlar komünizm tehlikesi vardı. Köy Enstitüleriyse komünistler için bulunmaz ortamlardı.

27 Mayıs olmasaydı şu an Türkiye’de neler farklı olurdu?

27 Mayıs Türkiye’yi 50 yıl geriye götürmüştür. Ülkede bütün yatırımlar durdu. Mesela Boğaziçi Köprüsü’nün ihalesi yapılmış, 1963’de hizmete açılacaktı. Darbeciler gelir gelmez ihaleyi iptal etti. Petkim’in, Erdemir’in vs. temelini Menderes atmıştı. Tabii en büyük yarayı demokrasimiz aldı. Askerî vesayet rejimi başladı. MGK gibi kuruluşlarla askerin onay vermediği hiçbir iş yapılamaz oldu. Siyasetçilerin gözünün önünden Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmış halleri yıllarca gitmeyecektir.

27 Mayıs kolaylıkla gerçekleştirilmiş ve müsebbipleri ceza görmek bir yana mükafatlandırılmışlardı. Bu, darbeci zihniyete cesaret verdi. 27 Mayıs’tan sonraki siyasal hayatımızın ayrıntılarına bakacak olursak sayıları 15-20’yi bulan darbecikler, darbeler ve müdahaleler görürüz. Mesela 1961 seçimini CHP kazanamayınca askerler 21 Ekim Protokolünü hazırladı. Özeti şu: Meclise istediğimiz adamları koymazsanız kapatırız. Sonra Çankaya Protokolü. Sivillerin Cumhurbaşkanı adayı Ali Fuat Başgil’in adaylıktan çekilmesini ve Gürsel’in seçilmesini istiyor ve istediklerini de yaptırıyorlar.

Kısaca 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin çivisi çıkmıştır. Düşman ülkemizi işgal etse bu kadar zarar veremezdi. Allah ülkemize bir daha 27 Mayıs gibi felaketler göstermesin.