‘Halk için tarih’ mi? ‘tarih için tarih’ mi?

HABER MASASI
Abone Ol

Şekli bir ayrım içinde kalarak tarih yazmak; ya popüler tarihçilik gözeterek ya da bilimsel tarihçiliğin katı kalıplarına uymak zorunda kalarak. Prof. Dr. Mim Kemal Öke iki tarih kitabını tarih yazım yöntemini dikkate alarak Derin Tarih okurları için kritik etti.

Dergimiz tanıtım için bu ay 2 kitap koydu önüme. İlki François Kersaudy'nin Çiçero Olayı 1943: II. Dünya Savaşı'nın En Büyük Casusluk Vakası, ikincisi ve daha hacimli olanı (534 sayfa) ise Sean McMeekin'in Berlin-Bağdat Demiryolu: Almanya'nın Dünya Hakimiyeti Mücadelesi ve Osmanlı İmparatorluğu isimli kitabı.

Çok farklı konuları işlemelerine ve ayrı zaman dilimlerinden söz etmelerine rağmen her 2 kaynağın da ortak bir özelliği -aynı yayınevinin ürünleri olmanın dışında- var. O da 'tarih yazım yöntemi'.

Tarihi yazmak bir bilim, hem de bir sanat. Bizim bu bilimin öğrencisi olduğumuz zamanlarda tarih yazımı büyük ölçüde yazarının ideolojik, hatta felsefi bakış açısından etkilenirdi. Ancak hangi akademik 'mezhebe' yakın durursanız durun, tarihi yazarken, şeklî bir ayrım hemen göze çarpardı: Bilimsel tarihçilikle popüler tarihçilik arasındaki yalıtılmış kalıplar! Bu ayrım, kendi tarih yazımımızda 'mektepli-alaylı' kavgasına da bel vermişti bir yerde.

Meslekten olanlar, sanıyorum büyük ölçüde disipliner yaklaşımı benimseyen hocalarının baskısıyla araştırmalarını okunur kılmaktan ziyade akademik rütbelerinin gerektirdiği katı ve/ya katî kalıplara uymak zorunda kalırlardı. Eh, ne de olsa bilim yapıyorlardı. Tarihi seven kitlelerin ya da genel okuyucunun iltifatına mazhar olmak onların kaygılarından değildi. Bu eserler sadece dar bir akademik çevre içinde kalarak, toplumun ihtiyaçlarını gideremezdi. Öyle ki, bu iklimde popüler tarih yapanları, yani 'alaylıları' küçümser, tarihi olmadık yerde 'magazinleştiriyorlar' diye onlara içerlerdik.

Çok yakınımdan bir örnek vereyim. Hayat Tarih dergisini (o zaman mecmua denirdi) hiçbir zaman başucundan ayırmayan babam, benim bol dipnotlu, arşiv belgeli eserlerimi “Evladım, bana bu yazdıkların ağır geliyor" diyerek okumazdı. Okuyamazdı daha doğrusu.

Piyasanın elit tarih yazımından intikamı
Hani kültürümüzdeki 'arabesk' müzik fenomeni gibi bu popüler tarih eserleri ciddi bulunmaz, dikkate alınmaz ya, bu tür çalışmaları içeren mecmualar da 'hurafedir' diye dışlanırdı. Hocalarımız bize bu tür çalışmalara atıf yapmanın araştırmalarımızı rencide edeceğini tembihlerdi.

Ve piyasa bu zihniyetten intikamını alıverdi. Soğuk Savaş sonrası küreselleşen dünyada tüm doçentlik ve profesörlük tezleri gibi tarih kitapları da basılma şanslarını kaybetti. Müşterisi olmayınca yayıncı ne yapsın? Evet, bu arada basılanlar arasında tarihi avamlaştıranlar çıkmıyor değil. Hele tarihi, komplo teorilerinin merceğinden görüp, içine bazı ezoterik bağlantılar da yerleştirerek toplumu esrarengiz bir dünyaya taşıyanlar revaç buluyor.

Bu akıma rağmen, ilginçtir, 'alaylı' cephesinde ciddi bir kalite patlamasını da gözlemlemeye başladık. Şöyle ki, bir yanda bu cephede artık birinci elden kaynakların önemi anlaşıldı. Olaylar öykülendirilirken, gerçekten sapmadan kurgu yapmaya özen gösteriliyor. Asıl önemlisi, diğer yandan (cepheden), yani bilimsel ekolün müdavimlerinden akademik taviz verilmeksizin tarihi genel okurun tercih edebileceği formata kavuşturma gayreti görülüyor. Bu, yeni bir açılım! Bence hiç de fena bir açılım değil.

Gelelim söz konusu eserlerin tanıtımına… Picus'un yayınladığı, yukarıda adını zikrettiğimiz 2 kitap, mukaddimede kaydettiğimiz üsluba -dışarıdan- gayet iyi 2 örnek. Her ikisi de birinci elden kaynaklara (arşiv belgelerine) yaslanarak kaleme alınmış. Üstelik bu belgeler ilk kez gün yüzüne çıkıyor. Söz konusu bilimsel veriye rağmen, anlatım bir tez kuruluğunda değil. Bilakis, akıcı bir dil her 2 eserin de ortak noktası. Böylece, artık mektepli-alaylı eksenindeki talihsiz ayrışma bizi meşgul etmeyecek mi, diye düşünüyor insan. Uzlaşmada yarar var canım!
1. Çiçero Olayı 1943
Kersaudy, Çiçero Olayı 1943 adlı kitabında Ankara'da geçen bir casusluk olayını işliyor. Daha doğrusu üzerinden 'sır perdesini' kaldırıyor. 1943'te Ankara'daki İngiliz Büyükelçiliği'nden 'çok gizli' ibareli belgeleri araklayan, kod adı Çiçero olan şahıs bu evrakı Almanlara teslim ediyor. Filmlere konu olan bu istihbarat hırsızlığının arka planını bulacaksınız kitapta. Tavsiyemizdir.
2. Berlin-Bağdat Demiryolu
Sean McMeekin'in kaleme aldığı Berlin-Bağdat Demiryolu isimli eserin geçtiği zaman dilimi ise daha gerilere gidiyor. Bu kez bir tren yolunun uluslararası istihbarat rekabetine nasıl konu edildiğini okuyacaksınız. Emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu'na girip, bu ülkeyi iktisadî açıdan ele geçirişinin baş aktörü demiryolu yatırımlarıydı. Bu düzlemde en tartışılan hat da, hiç kuşkusuz ki, Almanlarca inşa edilen Berlin-Bağdat demiryoluydu. II. Reich'ın 'Doğu'ya Açılma Politikası'nın simgesi haline gelen bu yatırımla II. Wilhelm Almanya'sı Osmanlı'daki nüfuzunu, diğer Büyük Güçler'i 'ekarte' ederek arttırıyordu.

Bu konu çok işlendi. Ne var ki, McMeekin'in eseri, bize yeni açılan arşiv kaynakları ışığında daha doyurucu açılımlar kazandırıyor. Gerçekten de yazar Alman, Avusturya, Rus, Türk (Osmanlı), Fransız ve İngiliz belge depolarını tüketerek en küçük ayrıntıyı bile atlamadan anlatımını şekillendirmiş. İkincisi, bugüne değin Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi'ni ele alan çalışmalar daha ziyade ekonomik rekabet üzerinde durmuşlardı. Oysa ki McMeekin, rayların döşendiği bu coğrafyada aktif görev almış ajanlar, arkeologlar, diplomatlar ve askerlerin maceralarını da disiplinler arası bir yaklaşımla kitabına katmış. Böylelikle zengin bir repertuarla okurun karşısına çıkıyor. Özellikle McMeekin Almanya'nın İslamcılık ile 'flörtünü', Siyonizmle 'seviyeli birlikteliğini', Şiiliğe yaklaşımını da belgeleyerek savaş içinde dinsel boyutun nasıl kullanıldığını işliyor.

Sonuç olarak kitap, Nazi Almanya'sına kadar uzanan izdüşümlerin varlığıyla ilginç bir eksene oturuyor. Hadi bu kısmı da siz okuyun, filmin sonunu anlatmış olmayayım burada! Kitabı alın ve kütüphanenizdeki referans kaynakları arasına yerleştirin derim. Tabî, farklı yorumlara varan diğer Türk ve yabancı kaynak eserlerin de olduğunu unutmadan… Kıyaslayın, kendi hükmünüzü kendiniz verin. Ne kadar olsa sosyal / beşerî bilimlerde tek bir doğru / mutlak doğru yoktur. Tarih, sayfalar üzerinde yeniden inşa edilirken asıl unutmamamız gereken (başka bir deyişle bilimsel olan) o bulguların halde ve ileride 'yanlışlanabilir' olabileceğidir.