Harem ‘Batılı göz’e direnişin timsaliydi

DR. HİLAL GÖRGÜN
Abone Ol

Dr. Hilal Görgün Derin Tarih dergisinde Batı'da Müslüman kadının gündeme getirilişinin çeşitli formlarını ayrıntılı olarak kaleme aldı.

Osmanlı topraklarını Müslü­manların içinde yaşadıkları muhkem ve korunaklı bir 'ev'; Batılıları da evin içini sürekli dikizlemeye çalışan, fakat tam da ne olup bittiğini anlamayan, yine de kendi yaşadıklarından yola çıkarak yaşa­nanları kurgulayan, hayal eden, meraklı, müte­cessis ve dedikoducu bir komşuya benzetebiliriz. Komşular bu evin selamlık kısmında misafir edi­lirken, mahrem alanı teşkil eden harem kısmına çok istisnai durumlarda şöyle bir göz atabilmiş­ler, bu da orada tam olarak ne olup bittiğini an­lamalarına yeterli olmamıştır.

Bu açıdan Batılıların Osmanlı'da kadın ve ha­rem hakkında söyledikleri daima eksik kalmış, fantezi ürünü olmaktan öteye geçememiştir.

Bilgi eksikliğine rağmen Osmanlı'da kadın ve haremle ilgili yazılıp çizilenler tarihî süreçte ar­tış gösteren bir grafik izler.

Bunu da dikkate alarak Batı'da Müslüman kadının gündeme getirilişinin çeşitli formlarını ana hatlarıyla birbirinden tefrik etmeye çalışa­lım. Bu formlar belli ölçüde sıraya, bir kronolo­jiye denk düşseler de genellikle çağdaştır. Bu ne­denle tarihî bir çizgi olarak değil, bazen birbiri içine geçmiş, bazen de birbirini kapsayan 'söy­lem formları' olarak anlaşılmaları gerekir.

Ahlak timsali
Birinci dönemi de Osmanlı'nın idealize edildiğini görürüz. Bu dönemdeki söylemde ön plana çıkan tasvir ciheti, mahremiyeti­ne riayet eden, bu yönden ahlak ve fazilet timsali olarak nitelenen Müslüman kadın­dır. Bu bakış açısının önemli örneklerinden birini Georgius de Hungaria -yani Macar George- oluşturur. Bu şahıs Osmanlı top­raklarına esir olarak gelip 20 yıl yaşadıktan sonra İtalya'ya giderek 1481'de yaşadıkla­rını anlatan bir kitap kaleme alır. Osman­lıların 15. yüzyıl sosyal yaşantıları hakkın­da kaynak değeri taşıyan bu eserin bir bölümü kadınlara ayrılmıştı. İlginç bir şekilde “Türk ka­dınlarının ahlaklı oluşları hakkında” başlığını taşımaktadır. Yazar, Türk kadınlarını Hıristiyan kadınlarla mukayese ederek, mahremiyetlerine riayet eden fazilet timsali şahsiyetler olarak anla­tır. “Türkiye'deki kadınların her cihetten namus­larına düşkün oluşlarına şahit olmak, buna kar­şılık Hıristiyan kadınların utanmadan giydikleri kılık kıyafetleri ve lanet olası adetlerini görmek beni gerçekten şaşkınlığa itiyor” ifadelerini kullandıktan sonra Türk kadınlarının ev içi ve dışın­daki davranışlarından takdirle bahseder.

Avrupa kadınından şanslı
İkinci dönemin söyleminde ise daha çok Lale Devri ve sonrasında yine Osmanlı sarayı ve çevre­sine yönelen ilgiye bağlı olarak oluşan, haremde eğlence ve zevk unsuru olarak kadın ön plana çıkmaktadır. Burada gerek seyyahların, gerekse bu dönemdeki oryantalistlerin eserlerinde Müs­lüman kadın bir mekânla, yani haremle özdeş­leşmiş bir şekilde ele alınıyordu. Harem hak­kında yazılanların çoğu fantezi ürünü olmakla birlikte, bu konuda Batılı kadının üstlendiği ro­lün de hakkını vermek gerekir.

Müslüman kadınları ve haremi nispeten ya­kından tanıma imkânına kavuşan ve şahit olduk­larını kaleme alan ilk Batılı, muhtemelen Lady Mary Worthley Montagu'dur (1689-1762). Eşi 1716'da İngiltere'nin Osmanlı sefiri olarak ata­nan Lady Montagu 2 yılını İstanbul'da geçirdi. Bu sırada Osmanlı haremine girme imkânı oldu ve İngiltere'deki arkadaşlarına İstanbul izlenimle­rini anlatan pek çok mektup yazdı. Ölümünden sonra defalarca baskısı yapılan bu mektuplar ilk defa haremin içine misafir olabilen bir kadının düşüncelerini göstermesi açısından önemlidir.

Lale Devri'nde İstanbul'da bulunan Lady Mon­tagu Osmanlı kadınlarını Avrupalı hemcinsleri­nin mahrum kaldığı özgürlüklere sahip olarak görüyordu. Haremdeki ihtişam ise onu cezbet­mişti. Montagu bir oryantalist değildi. Doğu hakkındaki görüş ve fikirleri oryantalizm ve sömürgeciliğin süzgecinden geçtikten son­ra oluşmamıştı. Osmanlı'nın o sırada hâlâ dünyanın en güçlü devleti olduğu göz önüne alınırsa onun saraydaki Osmanlı kadınından hayranlıkla bahsetmesini anlamak daha ko­lay olacaktır.

Tehlikeli ve risk unsuru
Üçüncü dönemde ise artık Batılıların işgal ettikleri yörelerde yaşayan, ancak hayat tarz­ları itibariyle sömürgecilerin tasarrufu dışın­da kalan, mahremiyeti dolayısıyla 'tehlikeli', denetlenemediği için bir 'risk unsuru' olarak algılanan kadın vardır. Modernleştirme işte bu kadının tahriri/hürleştirilmesi/liberalleşti­rilmesi olarak anlatılır. Sömürgeciliğin tipik özelliklerinden biri, sömürdüğü topraklarda­ki insanları aşağılamaları ve onları ilkel, tem­bel, geri gibi sıfatlarla damgalayarak, kendi geleneklerinden koparak modern 'ileri' toplu­luklar safına 'yükselmek' için çaba gösterme­lerini sağlamaktır.

Osmanlı'da ve onun mirası üzerinde kurul­muş devletlerde 19. yüzyıldan beri 'Batılı gibi kalkınma ve ilerleme' ideolojisi resmî ideoloji haline geldiği gibi aydın tabakanın ekseriyeti de bu ideolojinin peşinden sürüklenmektedirler.

İlerleme ve gelişme zihniyetinden daha çok mustarip olan kesim kadınlar olmuştur. Sömür­geciler tarafından Müslüman kadınların konu­mu, Avrupa uygarlığının İslam coğrafyasında yerleştirilmesinin önünde ciddi bir engel ola­rak görülmüştür. Kötü, istenmeyen çağrışımlar uyandıran eski harem hayatı, yerini kendini çocuklarının eğitimine adayan yeni bir anneler kuşağına bırakmalıydı. Modern eğitim ise önce görünür ve ulaşılabilir olmayı gerektiriyordu. Bütün bu düşünceler artık yeni yetişen genç ku­şaklar tarafından kabul ediliyor, bunlarla ilgili plan ve projeler hazırlanıyordu.

Sömürgeciler sömürdükleri toplumlardan ve topraklarından azami istifade etmek ister. Bu­nun için eğitim, denetim ve disiplin önemlidir. Fakat İslam coğrafyasının kendine mahsus mi­marisi ve yaşam tarzı sömürge yönetimlerinin nüfuz ve denetimini zorlaştırdığı gibi onların nüfusa ve üretim gücüne ilişkin verilere ulaşma­larını neredeyse imkânsız kılıyordu. Bu yüzden Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın İngiliz danışman­larından John Bowring İngiltere hükümetine yazdığı raporda şöyle şikayet etmekteydi:

“Nüfusun büyüklüğüne ilişkin hiç olmazsa doğruya yakın bir tahmin yapmak, toplumun yarısını denetim güçlerinin gözünden saklayan İslamî kural ve adetler yüzünden iyice zorlaşıyor. Her evin bir haremi var ve bu haremlerin hiçbi­rine ulaşılamıyor.”

19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarına ge­lindiğindeyse durum epey değişmiştir. Sömürge yönetimlerinin uyguladıkları yöntemler meyve­lerini vermeye başlamış ve artık 'içeriden' bir hareket başlamıştır. Avrupalılar arasında sömür­gecilik yarışının had safhaya ulaştığı bir dönem­de İslam dünyasında yavaş yavaş kıpırdanmaya başlayan kadın hareketleri Batı dünyasının da dikkatini çekmiş ve bu konu hakkında makale ve kitaplar yayımlamaya başlamışlardır.