İhtilal Meclisi değil İstiklal Meclisi

HABER MASASI
Abone Ol

İngilizlerin İstanbul'u işgal etmesi Heyet-i Temsiliye adına bir fırsat olmuştu. Yeni açılacak meclis düşünüldüğünde bir çırpıda akla gelen sorular şunlar olsa gerek: Bu meclis niye toplanacak ve hangi adı alacaktı? Niteliği ne olacaktı? Yoksa iddia edildiği gibi bir ihtilal meclisi niteliği mi taşıyacaktı? En önemlisi, Mustafa Kemal Paşa bu konularda ne düşünüyordu? Düşüncesini daha işin başında bu kadar açık edebilecek miydi? Hasıl-ı kelam, bu işin aslı neydi?

Nisan 1920'de TBMM'nin açılması 1876'dan bu yana parlamentolu siyasî hayatın tecrübe edildiği bir ülkede taze bir başlangıcın habercisiydi. Öyle ki, bu başlangıç Mustafa Kemal Paşa'nın dışında belki de kimsenin düşünemediği bir siyasî rejim değişikliğine giden sürecin kilometre taşıydı. Gerçi Mustafa Kemal Sivas Kongresi'nden sonra meclisin Anadolu'da toplanmasını istemişti ama özellikle Kâzım Karabekir Paşa'nın başkent İstanbul dışında bir meclis toplamanın Milli Mücadele hareketinin meşruiyetini zedeleyeceğini söylemesi üzerine bundan vazgeçmişti.

Ancak bu fırsat 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgal ederek Meclis-i Mebusan'ı basmaları üzerine doğacak ve üç gün sonra, 19 Mart'ta Heyet-i Temsiliye adına “Vilayetlere ve Müstakil Livalara ve Kolordu Kumandanlarına" bir genelge gönderilerek Ankara'da yeni bir meclisin açılacağı duyurulacaktı. Hem de bu meclis “olağanüstü yetkilere sahip milletin işlerini görecek ve kontrol edecek bir meclis" olacaktı.

Bu arada 18 Mart'ta son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, “fikir hürriyeti ve vicdan istiklaline bağlı olan bu mukaddes vazifenin emniyetle yapılmasına imkân verecek bir hal ve vaziyetin husule gelmesini bekleyerek umumi toplantıların" ertelenmesini kararlaştıracaktı. Nitekim bu hal 5 Nisan'a kadar sürecek ve o tarihte Sultan Vahdeddin meclisi kapatacaktı.

Sondan başlayarak söyleyebiliriz, Ankara'da bir meclis açmaktaki amaç, “devlet merkezinin korunmasını, milletin istiklalini ve devletin kurtuluşunu temin edecek tedbirleri almak ve uygulamaktı". Tabiatıyla bu görevi üstlenecek meclis de olağanüstü yetkilere sahip olacaktı. Bu ifadeler, Mustafa Kemal Paşa'nın yeni bir meclis çağrısını yaptığı 19 Mart tarihli genelgesinde yazılıydı. Kendi genelgesi olmasına rağmen bu nitelemeler Nutuk'ta yazdığı üzere onu memnun etmemişti.

TBMM duası TBMM önünde Abdullah Azmi Efendi tarafından okunan duaya Mustafa Kemal ile solunda Ali Fuat Cebesoy ve sağında Rauf Orbay ellerini açarak iştirak ediyorlar (28 Mayıs 1922).

Bu meclise rejim değiştirme yetkisine sahip olduğunu göstermek için Meclis-i Müessesan adını vermek istemiş ancak uyarılar üzerinde bundan vazgeçmişti. Hatta Ankara'daki meclis açılışını duyurmak için 21 Nisan'da yetkililere gönderdiği bir telgrafta, devrin meşruiyet kuralları içinde kalma zorunluluğundan dolayı BMM'nin görevi olarak “vatanın istiklali, makam-ı refi'-i hilafet ve saltanatın istihlası" diyecek, bununla da yetinmeyerek “Büyük Millet Meclisi'nin açılış gününü cumaya tesadüf ettirmekle o günün kutsallığından istifade ve bütün mevcut milletvekilleri ile Hacı Bayram Cami-i Şerifi'nde cuma namazı eda olunarak Kuran'ın nurları ve namazdan da yararlanılacaktır" demek zorunda kalacaktı. Zaten başka türlü davranması mümkün değildi. Çünkü milletvekilleri dahil çoğu kişi için BMM'nin açılmasında amaç vatan ile halife-sultanın kurtarılmasıydı.

Şartlar nasıl gerektiriyorsa...
Dahası, Mustafa Kemal Paşa yoğun dinî içerikli açılışa istekli olmamasına rağmen bu durumu devrin şartları ve hassasiyeti gereği kabul etmek zorundaydı. Üstelik İstanbul Hükümeti, Ankara merkezli hareketi hem din düşmanı İttihatçı, hem Bolşevik, hem de hilafete karşı bir hareket ilan etmiş, bununla da yetinmeyerek 11 Nisan 1920'de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi'nin fetvasıyla Mustafa Kemal Paşa asi ilan edilmiş ve öldürülmesinin “caiz" olduğu belirtilmişti. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa'nın böyle davranmaktan başka çaresi yoktu.

Mustafa Kemal Paşa bu tavrını TBMM'nin açılışından sonra da sürdürmüştü. Öyle ki, 24 Nisan 1920'de Başkan seçildikten sonra yaptığı teşekkür konuşmasında meclisten “makam-ı hilafet ve saltanatın duçar olduğu esaretten tahlis ve memleketin tamamiyet ve selameti uğrunda her fedakârlığı büyük bir azim ile iktihama (katlanmaya) karar vermiş olan" olarak söz ederken (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I (I-III), Ankara 1997, s. 65), 25 Nisan 1920'de bu kez BMM Reisi sıfatıyla yayımladığı “Düşman Propagandasına İnanılmaması İçin BMM'nin Memlekete Beyannamesi" nde de padişah ve halifeye isyan iddialarına karşılık “Millet Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu'nun parça parça şunun bunun elinde kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenab-ı Hak ve Resül-ü Ekrem'in namına yemin ederiz ki, Padişaha, Halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir" demek zorunda kalıyordu (Atatürk'ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Ankara 1991, s. 317).

İstanbul'un işgalinden TBMM'ye İngilizlerin 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal ederek Meclis-i Mebusan'ı basmaları üzerine Ankara'da yeni bir meclisin kurulması için gerekli şartlar oluşmuştu. Üstte, yaklaşık 5 yıl süren işgalin ardından İstanbul'a giren Türk askerleri görülüyor.

Hatta BMM'nin açılması üzerine 27 Nisan'da padişaha telgrafla gönderilmiş olan “sadakat arizası"nda İstanbul'un işgali ve sonrasında yaşanan facialar üzerine durumu araştırmak ve “hukuk-ı Saltanat-ı Seniyyeleriyle istiklâl-i millimizi (millî bağımsızlığımızı) müdafaa ve temin etmek maksadıyla" Ankara'da BMM halinde toplandıklarını bildiriyordu (age, s. 320-322).

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa özellikle BMM'nin açıldığı dönemde devrin duyarlılığını göz önünde tutmak suretiyle dinî yoğunluklu bir söylemi tercih etmişti. Kendisi olmasa bile çoğunluk halife-sultanın da kurtarılmasını ümit ediyordu. Aksine bir tutum kendi aleyhine olabilirdi. Bu yüzden Mustafa Kemal Paşa devrin icabına göre hareket ediyordu. Sonradan anlaşılacaktır ki, bu tavır bir strateji gereğiydi ve zamanı geldiğinde planlandığı siyasî hamleleri arkadaşları aracılığıyla gerçekleştirmekten çekinmeyecekti.

Ve taşlar döşeniyor!
Ankara'daki meclisin adı üzerine tartışmalar açılmasından önce başlamıştı. Nitekim 11 Nisan'da Ankara vilayetindeki tartışmalarda Cumhuriyet tarihçisi İhsan Güneş'e göre İslamcılar meclisin adının “Meclis-i Kebir" veya “Meclis-i Kebir-i Millî" olmasını savunurken, Türk Ocağı yanlıları “Kurultay", Osmanlıcılar ise “Meclis-i Mebusan" olmasını istediler. Devrimcilerin tercihi “Büyük Millet Meclisi" idi. 21 ve 22 Nisan tarihli Mustafa Kemal Paşa imzalı Heyet-i Temsiliye genelgelerinde Büyük Millet Meclisi adı kullanılırken, 23 Nisan'daki açılışta yaşlı üye sıfatıyla Şerif Bey de Büyük Millet Meclisi'ni açtığını söyleyecekti. Bu tarihten sonraki meclis yazışmalarında ve özellikle Mustafa Kemal Paşa imzalı yazılarda BMM adı kullanılacaktır.

Her ne kadar BMM'nin 23 Nisan 1920 tarihli ilk kararı “Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Suret-i Teşekkülü Hakkında Heyet-i Umumiye Kararı" başlığını taşımış ve zaman zaman iç ve dış politikayla ilgili resmî yazışmalarda BMM'nin önüne Türkiye kelimesi getirilmiş ise de bu kullanım sürekli olmamıştır. Ancak Londra Konferansı öncesinde (1921 Ocak sonu) hem Mustafa Kemal Paşa'nın, hem de Tevfik Paşa'nın telgraflaşmalarında TBMM Reisi unvanını kullanmalarıyla birlikte bu şekilde yazılmaya başlanmış ve sonunda 8 Şubat 1921 tarihli İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi'nden başlamak üzere TBMM Reisi veya TBMM Hükümeti gibi kullanımlar süreklilik kazanmıştır.

1.BMM hem azaların seçilme yöntemi, hem de sosyolojik yapısı itibariyle ilgi çekici bir özelliğe sahipti. Her şeyden önce bu meclis iki seçim ve üç kaynaktan oluşmuştu. Bunlardan birincisi, Son Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimleri (Ekim-Aralık 1919) idi. 1. TBMM, çoğunlukla Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın devamı kabul edildiğinden İstanbul'dan gelebilen milletvekillerinin kabulü hiç zor olmadı. İkinci seçim ise Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mart çağrısı sonrası Trakya ve Anadolu'da yapılmıştı. Dolayısıyla BMM iki seçim sonucunda oluşmuş bir meclisti. Bu meclisin Meclis-i Mebusan kaynağı doğrudan İstanbul'dan gelebilenlerle Malta sürgünü sonrası gelen vekillerden oluşuyordu. Yeni seçilenler de BMM'nin diğer kaynağını teşkil ediyordu.

BMM'nin 23 Nisan'daki açılış gününde 115 milletvekili vardı; dolayısıyla salt çoğunluğun altındaydı. Sonradan bu sayı artış göstererek 18 Ağustos 1920'de 365'e ulaştı. Yine de BMM'nin üye tam sayısı kesinlik kazanamadı. Bunun sebepleri arasında İstanbul Meclisi'nden gelenlerin sayısının belirsizliği ile ölüm, istifa ve izin vardı.

Gerçekten BMM'nin sosyolojik olarak milleti temsil yeteneği çok yüksekti. Bu meclis, çoğunluğu sivil bürokratlar olmak üzere serbest meslek sahipleri, askerler, din adamları ve eski yerel yöneticilerden meydana geliyordu. Anlayacağınız, BMM farklı toplumsal grupların temsil edildiği bir meclis hüviyetindeydi. Eğitim düzeyleri de oldukça yüksekti. Milletvekillerinin yüksekokul oranı %60, medreselilerin oranı %19, ortaokul mezunlarının oranı da %25'tir. Bunun yanısıra milletvekillerinin %43'ü bir yabancı dil bilmektedir.

Rousseau’nun kuvvetler birliği Fransız yazar, düşünür ve Fransız İhtilali’nin teorisyeni J.J. Rousseau’nun (üstte) kuvvetler birliği ilkesinden mülhem olarak meclis hükümeti sistemi BMM üzerinden Türkiye’de uygulamaya geçmişti

Rousseau'nun izinde
Hemen belirtelim ki, 23 Nisan 1920'de açılan TBMM, anayasa hukuku açısından Meclis Hükümeti Sistemiyle yönetilmekteydi. Ne demekti Meclis Hükümeti Sistemi? Kuvvetler birliği esasına dayanan yasama, yürütme ve yargı erklerinin meclisin elinde olduğu bu sistem bir tür başbakansız hükümet öngörüyordu.

Peki hükümet üyeleri nasıl seçilecekti? O da kolaydı: Meclis tarafından tek tek seçilen üyeler vekil adını alarak İcra Vekilleri Heyeti'ni oluşturacaklardı. Bu heyetin başkanı da BMM'nin başkanı olacaktı. Sözün özü, yasamanın başkanı olan BMM'nin başkanı, aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti Başkanı olarak yürütmenin başkanı görevini üstlenecekti. Böylece Fransız İhtilali'nin teorisyeni Rousseau'nun fikri olup Jakobenlerin uyguladığı kuvvetler birliği ilkesinden mülhem olarak meclis hükümeti sistemi BMM üzerinden Türkiye'de uygulamaya geçmiş oluyordu.

Diğer taraftan bu ilkeye eşlik eden ve onun olmazsa olmazı bir başka kavram da genel irade veya millî hakimiyet anlayışıdır. Rousseau'ya göre hakimiyet/otorite bölünemez olup bireylerin genel iradeye teslimiyeti bir zorunluluktu. Aslında genel irade, tek tek bireylerin iradelerin toplamı değildir. Teorik olarak bireylerin iradelerini gönül rızasıyla daha üst bir iradeye, yani genel iradeye devretmeleri anlamına gelir. Genel irade, kamu yararına, o gücü elinde tutanın otoritesine ve icraatına meşruluk sağlar. Çoğu zaman anlaşılmaz bir kavramdır. Rousseaucu fikirler milletvekili yemininde yer alan vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü, millî irade ve millî hakimiyet gibi klişeler şeklinde Türk siyasetinde varlığını sürdürmektedir.

Tüm bunlara bakarak 1920'lerden bu yana TBMM'nin kuruluşu ve faaliyetleri “ihtilalci" olarak nitelendirilir. Mesela 2. Grup liderlerinden Ali Şükrü Bey, 1. BMM'yi kastederek “Ahval- i fevkaladeden (olağanüstü durumlardan) doğmuş bir Meclis'tir ve bunun nam-ı diğeri (diğer adı) bir ihtilal meclisidir" demişti. Aynı şekilde Tevfik Bıyıklıoğlu TBMM'nin ihtilalci karakterinden söz etmekteydi. Daha sonraları ise Tarık Zafer Tunaya ve Samet Ağaoğlu 1. BMM'yi normal bir parlamento değil, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini elinde toplamasından dolayı “diktatör meclis" olarak tanımlarken Bülent Tanör, İhsan Güneş ve Taha Akyol “ihtilal meclisi" tabirini uygun göreceklerdir.

Tabiatıyla bu düşünceler anayasa hukuku açısından anlamlıdır. Oysa yürütülen mücadele olağanüstü şartlar içinde gerçekleşmiş, TBMM de olağanüstü şartlar içinde açılmıştır. Unutmayalım ki söz konusu mücadele sadece meclis açma, hükümet kurma ve dış ilişkileri yürütme gibi faaliyetlerden ibaret değildi. Milli Mücadele esasında vatanın işgalden kurtarılması hareketiydi. Ama aynı zamanda meclisin açılmasıyla birlikte şiddeti gittikçe artan bir iktidar mücadelesine dönüşmeye başlamıştır diyebiliriz.

TBMM'nin Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile 16 Mart 1920'den sonra İstanbul Hükümeti'nin yaptığı tüm antlaşmaları geçersiz sayacaklarını açıklayan 7 Haziran 1920 tarihli kararı bunların ikisidir. İstanbul Hükümeti'nin isyancı suçlamasıyla Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına yönelik idam fetvaları da bu cümledendir. Tüm bunlar Ankara-İstanbul arasındaki mücadelenin karşılıklı siyasî hamleleridir. Buna rağmen Ankara temkini elden bırakmayarak vatanın kurtarılmasıyla birlikte halife-sultanın kurtarılmasından söz etmekten vazgeçmeyecekti. En azından Ankara'da BMM'nin açılma sürecinde böyleydi.

Neden İhtilal Meclisi değil? Türkçülük akımının öncülerinden Yusuf Akçura İstanbul'un teslim alınışıyla ilgili tarihî belgeyi imzalıyor (6 Ekim 1923). Ona göre ihtilal kısa süreli, aniden ortaya çıkan kanlı toplumsal ve siyasal olayların adıdır. Bu yüzden TBMM'nin faaliyetleri ihtilal olarak değerlendirilemez.

Kanaatimizce Ankara'da BMM'nin açılması ve sonrasındaki belli bir süreçte Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları her ne kadar sistem ve rejim değişikliğine giden siyasî hamleler gerçekleştirmişlerse de, mevcut sistemin meşruiyet kurallarına uyma gereğini duymuş olmalarından dolayı TBMM'nin açılış ve faaliyetlerini ihtilal kapsamında değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü Yusuf Akçura'nun dediği gibi ihtilal, kısa süreli, aniden ortaya çıkan kanlı toplumsal ve siyasal olayların adıdır. Tıpkı Fransız, Bolşevik ve İran ihtilalleri gibi...

Bundan dolayı 23 Nisan 1920'de açılan BMM ortaya çıkışı itibariyle bir ihtilal meclisi değildir. Aksine, açılış süreci devrin meşruiyet değerlerine “azamî itina ve riayet" gösterilerek yaşanmıştır. En önemlisi de Mustafa Kemal Paşa Fransız ihtilal fikir ve yöntemlerini kullanmasına rağmen kendi eylemlerine ne Milli Mücadele, ne de Cumhuriyet dönemlerinde ihtilal dememiş, “Türk inkılabı" nitelemesinde bulunmuştur. Üstelik 1925'ten sonra ortaya çıkan siyasî, iktisadî ve sosyal gelişmeleri “ıslahat" olarak değerlendirmeyi tercih etmiştir. Bu durum 1. TBMM'nin bir İstiklal Meclisi olduğu gerçeğini değiştirmez.