İzmir’in İşgali’nde gerçek kahraman Hasan Tahsin değil, Süleyman Fethi Bey’dir

GÖKSEL BAYKAN
Abone Ol

İzmir’de Yunan işgaline ilkdirenen, şehit SüleymanFethi Bey’dir. Peki neden odeğil de Hasan Tahsin “ilkdirenişçi” olarak lanse edildi?“Yaşasın Venizelos” demediğiiçin hakaretler altında şehitedilen, bugün adı ve mezarıdahi unutturulmuş meçhulbir kahramanın bilinmezlerledolu hayat hikâyesi…

İzmir’i işgal eden Yunanlara ilk mukavemeti kim gösterdi desek, resmî eğitimden geçen hemen herkesin cevabı Ha­san Tahsin olacaktır. Oysa 70’li yıllara kadar Hasan Tahsin ismi bile bilinmi­yordu.

1970’lerde yapılan bir algı operas­yonuyla “ilk kurşunu atan gazeteci” imajı topluma sunuldu. Bu imajın ger­çekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. 1942’ye kadar Hasan Tahsin’in adına sadece şehit edilenler listesinde rastla­nırken, 1970’lerde Rahmi Apak’ın ha­tıratındaki ifade çarpıtılarak, “Yunan’a ilk kurşunu sıkan kahraman” haline getirildiğini görüyoruz.

İşgal sırasında İzmir’de bulunmayan Apak, belge veya delil göstermeden sa­dece kendisine anlatılanları nakleder: “Bu silahı Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de ora­da Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor”. Böylece 50 ve 60’lı yıllarda bu cümleden hareketle Konak meydanındaki heykele giden yolun taşları döşeniyor.

Hasan Tahsin’in İstiklâl Harbi’nden yarım asır sonra “ilk direnişçi” olarak lanse edilmesi tesadüf değil. Bu isim ön plana çıkarılarak aslında başka bir isim unutturulmuş oldu: İzmir’in işga­linde düşmana ilk direnişi gösteren, Kurmay Albay Süleyman Fethi Bey.

Vatan uğruna canını seve seve feda eden Süleyman Fethi Bey’in fe­dakârlığı İstiklal Savaşı’nı başlatan ilk kıvılcımlardandı. Yunan işgalinde 4. Kolordu Asker Alma Heyeti Reisi olan Süleyman Fethi Bey, “Zito Veni­zelos” (Yaşasın Venizelos) diye bağır­ması istendiğinde “Kato Venizelos” (Kahrolsun Venizelos) diye haykırmış ve Anadolu halkının işgali asla kabul etmeyeceğini ispat etmiştir. Bu tav­rın zaman içinde unutturulması daha da üzücü.

Süleyman Fethi Bey köklü bir aileden geliyordu ve iyi yetişmişti. Babası Eminö­nü’nde eskiden “Salkım­söğüt” denilen yerdeki Aydınoğlu Tekkesi’nin 27 yıl (1893-1920) şeyhli­ğini yapan, son asrın önemli mutasavvıfla­rından Mehmed İzzî Efendi’dir. Kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldığı günden itibaren Se­lanik’te, Hicaz’da, Yemen’de, kısaca imparatorluğun her kö­şesinde çalışmıştı.

Yunan kuvvetleri İzmir’i işgal ediyor. Sarıkışla’da Süleyman Fethi Bey Kur’an başında ilk süngüsünü yerken Metropolit Hristostomos elinde haçıyla Yunan askerlerini katliama teşvik ve tahrik ediyordu (Tablo: Vittorio Pisani, “Kurtuluş Savaşı”).

İşgale karşı toplantı!

İzmir’in işgal edileceği söy­lentileri üzerine İzmir Müda­faa-i Hukuk-ı Osmani Cemi­yeti 17 Mart 1919’da toplandı. İzmir’in işgal edilemeyeceği, işgal olursa karşı konulacağı hususunda görüş birliğine va­rıldı. Toplantıdan hemen son­ra İzmir Valisi Nureddin Paşa Yunanların çabasıyla görevden alındı, yerine İzzet Bey vekâleten atandı. 17. Kolordu Komutanlığına da Nisan sonunda Ali Nadir Paşa ta­yin edildi.

Paris Barış Konferansı’nda İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilme­si üzerine Yunanlar İzmir’i kendi şehirleri olarak görmeye başlamış­lardı. 17 Nisan’da bir grup Yunan askeri kimseye danışmadan Kordon açıklarında demirli bulunan Averof zırhlısından kıyıya çıktı. Rumlar, as­kerleri gösterilerle karşıladılar. Ancak bu sırada ummadıkları bir tepkiyle karşılaştılar.

17. Kolordu Komutanlığını vekâ­leten yürüten Albay Süleyman Fethi, karaya çıkan askerlerin komutanını çağırtarak hareketlerinin mânâsını sordu. Yunan subay, “Devriye dolaşı­yoruz” cevabını verdi. Süleyman Fethi Bey hemen gemilerine dönmelerini, aksi takdirde meydana gelecek olay­lardan sorumlu olamayacaklarını be­lirtti. Yunan subay da durumu kendi amirlerine bildireceğini söyledi. Bu uyarı Yunan devriyesini Averof’a geri dönmek zorunda bırakmıştı.

Bu olay İngiliz askerî yetkilisi Bin­başı Dickson’a bildirildiğinde, “Yunan askerlerinin gelmesiyle ne gibi bir

hadise çıkabileceğini” sorunca Süley­man Fethi Bey, “Halk galeyan halin­dedir. Asırlarca bu memlekette huzur içerisinde yaşamış, kendilerine daima iyi muamele edilmiş, hiçbir zaman tehdit ve tazyik görmemiş Rum azın­lığın yaptıkları haklı bir mukabeleye sebep olabilir” dedi. Dickson ise “Pek zannetmem” cevabını verdi.

Durumun kötüye gideceğini anla­yan Süleyman Fethi Bey, Belediye Baş­kanı Hasan Paşa ile görüştü ve halkı haberdar etmek için neler yapılması gerektiğini sordu. Belediye Başkanı şaşkın ve perişandı. Süleyman Bey daha sonra Genelkurmay Başkanı Fev­zi Paşa (Çakmak)’a durumu bildirip yapılması gerekenler hakkında emir istedi. Telgraf başında, “Yunanları ge­rektiğinde silah kuvvetiyle mi engelle­yeceğiz?” diye sorunca Fevzi Paşa, “Si­lahla gelene silahla mukabele edilir” karşılığını verdi.

Averof’tan Rum Metropolitini ziya­ret bahanesiyle karaya çıkan Yunan müfrezesine yerli Rumların gösterdiği taşkınlık öyle bir hâl aldı ki, Süleyman Fethi Bey, onların tekrar gemiye dön­meleri ve bir daha karaya asker çıkarmamaları için Dickson’a başvurdu. O da Yunan temsilcisi Mavrodis’ten karaya asker çıkarıl­mamasını istedi.

Yunanların hareketini işgalin baş­langıcı olarak değerlendiren Süley­man Fethi Bey, durumu Harbiye Ne­zareti’ne yazıyla bildirdi. Fevzi Paşa, “Yunanların herhangi bir tecavüzüne karşı müdahale edilmesi ve durumun bütün ya­bancı devlet temsilcilerine bil­dirilmesi” emrini verdi. Ayrıca “askerî birliklerin ve memurla­rın yerlerinden ayrılmamasını” istedi.

Averof zırhlısının İzmir’e gelmesi işgalin ön deneme­siydi. Nabız yoklaması yapan Yunanlar en sert cevabı Süley­man Fethi Bey’den almışlardı. Karaya çıkmak isteyen asker­leri geri gönderen ve taşkın­lıklarına göz yummayan bu kahraman Türk subayı, artık mimlenmiştir.

Nureddin Paşa’nın 17. Kolordu Ko­mutanlığından ayrılmasından sonra Süleyman Fethi Bey, 24 Şubat-29 Nisan 1919 tarihlerinde Kolordu Komutan Vekilliği yaptı. Rumların ve Anado­lu’da teşkilatlanmak isteyen Yunan Kızılhaç’ının faaliyetlerine karşı çıktı. Merkezi İstanbul’da bulunan Kordus ile Etnik-i Eterya cemiyetlerinin en bü­yük amacı, Yunanistan’dan gönderilen çete ve komitelerin uygun yerlere sev­kini sağlamaktı. Yunan Kızılhaç’ı tara­fından açılan hastane ve dispanserler sevkler için kullanılan birer merkeze dönüştürülmüştü.

Yunanların İzmir’e taaruzları 15 Mayıs’tan önce başlamıştı. Tehlikeyi fark eden ve İstanbul’daki hükümeti bu yönde uyaran ilk kişi Süleyman Fethi Bey’di(solda).- İzmir’de Hasan Tahsin’in heykeli(sağda).

Tek başına direniş

Süleyman Fethi Bey 5 Mart 1919’da Harbiye Nezareti’ne gönderdiği rapor­da “Umum Söke kazasının yerli Rum­larından adalara kaçanlar 791 kişi olup şimdiye kadar 622’si silahlı olarak dön­müşlerdir. Bu miktara ordudan terhis olmuş genç Rumlar ile köylerde ka­lanlar da dâhildir. Düşmanla beraber hareket edenlerin sayısı 1000 kişiye ulaşmaktadır” demektedir.

Bu sıralarda İzmir, Ayvalık ve Ku­şadası’na Rum çetelerinin taarruzları eksik olmuyordu. Ayvalık’a gelen bir Yunan torpidosundaki askerle adalar­dan gelen Rumlar Ayvalık hapishane­sini tahliye etmişlerdi. Benzer olaylar üzerine Rumların oturduğu mahalle Harbiye Nezareti’nden kâfi miktarda jandarma gönderilmesi istendi. Ay­valık’taki Yunan Kızılhaç efradından 5 şahsın vazife yapmakta olan polis müfrezesine ateş etmeleri üzerine ya­kalandıkları, daha sonra olay yerine gelen Kızılhaç doktoruna iade edildik­leri Harbiye Nezareti’ne bildirilmiştir. Ayrıca 3 Nisan 1919’da Dâhiliye ve Ha­riciye nezaretlerine gönderilen rapor­da Bornova ve Urla’da asayişsizliklere sebep olan Rumların ve bunları des­tekleyen Yunan Kızılhaç’ının tahrikle­rine mani olunması talep edilmişti.

İzmir’e vali olarak atanan İzzet Bey ile 17. Kolordu Komutanlığı’na getiri­len Ali Nadir Paşa işgalden önce hiçbir tedbir almamışlardı. Ali Nadir Paşa emir almadıkça harekete kalkışacak karakterde biri değildi. Nitekim Sü­leyman Fethi Bey, Paşa’ya, “İzmir’in belki yabancılar tarafından işgal edi­lebileceğini, hükümetten emir gelme­diği takdirde işgale karşı nasıl hareket edeceğini” sorduğu zaman “Orasını hiç düşünmedim” demişti. Cevaptan memnun kalmayan Fethi Bey, “İşgal vaki olduktan sonra mı düşünecek­sin?” diye çıkışınca Nadir Paşa, “Ne zaman lazım gelirse o zaman düşü­neceğim” diye terslemişti. “Hımbıl” lakaplı İzzet Bey de Damat Ferid Paşa kabinesinin İngiliz yanlısı siyasetini destekliyordu.

Paris Barış Konferansı’nda Lloyd George’un çabaları sonucunda 6 Mayıs 1919’da Yunan kuvvetlerinin İzmir’e çıkmasına karar verildi. Fethi Bey’in işgale silahla mukabele edilmesi için Ali Nadir Paşa’ya yaptığı müracaat so­nuçsuz kaldı.

İzmir’in ileri gelenleri işgale karşı İzmir Türk Ocağı’nın Kemeraltı’ndaki merkezinde toplandılar. Toplantıya sivil kıyafetle katılan Süleyman Fethi Bey dikkat çekiyordu. İzmirli vatanse­verler heyecanlı bir şekilde işgale karşı çıkılacağını dile getirdiler ve protesto amacıyla bir miting yapılmasına karar verdiler. 14 Mayıs 1919’da İngiliz

Amirali Calthrope, İzmir’in işgali ile ilgili notayı İzzet Bey ile Ali Nadir Pa­şa’ya verdi. Aynı gün Redd-i İlhak Ce­miyeti bir bildiri yayınladı. Ragıb Nu­reddin’in kaleme aldığı bildiride İzmir halkı işgale direnmeye çağrılıyordu.

14 Mayıs’ı 15’ine bağlayan gece Bahri Baba Parkı’nda büyük bir miting düzenlendi. Başta Cami Bey ve Şevki Bey olmak üzere Süleyman Fethi Bey de bir konuşma yaptı. Fethi Bey konuş­masında işgale karşı her türlü direni­şin gösterileceğini söyledikten sonra sözlerini, “Yemin ediniz, düşmanlar Türklerin istiklâl ve hayat hakkını ta­nıyana kadar hiçbir zulüm, hiçbir çile, hiçbir meşakkat önünden kaçmayaca­ğız” diye bitirdi.

Süleyman Fethi Bey işgalden bir gün önce Harbiye Nazırıyla makine başında hemen konuşmak istediği­ni söyledi. Nazır Şakir Paşa, yanında Fevzi Paşa (Çakmak) ve Ahmed Fevzi Paşa ile beraber nezarete geldiler. Sü­leyman Fethi Bey “Paşam, İzmir Lima­nı’na girip demirleyen İtilaf donanma­sından Amiral Calthrope ateşkesin 7. maddesine göre İzmir’deki istihkâm­ların teslimini istedi. Karaburun’dan gelen haberlere göre körfez dışında as­ker dolu birçok Yunan nakliye gemisi bekliyor. İstihkâmları biz verir vermez Yunanlar işgal edecekler. Halk galeyan halindedir. Müsaade ederseniz bu iste­ği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir’i müdafaa edeceğiz. Kuvvetimiz buna elverişlidir” diyordu.

Şakir Paşa notu okur okumaz ya­nındakilere “Haydi evlatlar, Allah mu­vaffakiyet versin” diye seslendi ama söylediklerini kâğıda dökmeye gelince Mondros’un 7. maddesi üzerinde an­laşmazlık çıktı. Neticede Şakir Paşa ke­derli ve üzüntülü bir biçimde İzmir’e, “Amiral Calthrope’un talebini yerine getiriniz. Ben Bâbıâli’ye gidiyorum, lazım gelen teşebbüste bulunacağım” şeklinde bir cevap gönderdi.

Kur’an’ı ayaklarıyla çiğnedilerİşgal Süleyman Fethi Bey’in bütün çabalarına rağmen engellenemedi. Ali Nadir Paşa bütün subayları evlerin­den çağırarak Sarıkışla’da toplamaya başladı. Süleyman Fethi Bey, bu emre şiddetle karşı çıktı. İşgale direnilmesi için Paşa ile tartışarak kendisinden is­tenenleri asla yerine getiremeyeceğini söyledi.

15 Mayıs 1919’da Yenikale’den içe­riye giren nakliye gemileri karaya as­ker çıkarmaya başladılar. İzmir Rum Metropoliti ve rahipler diz çökmüş halde gözyaşlarıyla, ilahiler söyleyerek Yunan bayrağını öpüyorlardı. Metro­polit Hristostomos arkasında bir grup papazla Yunan İşgal Kumandanı Albay Zafiru’ya “Hoş geldiniz” dedi. Sevinç ve gözyaşları içinde gelenleri takdis etti ve Yunan askerlerini Türklerin aleyhine kışkırtan bir konuşma yaptı.

İşgal kuvvetleri saat kulesinin önündeki kışla ve hükümet konağını ele geçirmek için iki kola ayrıldı, son­ra kışlaya ateş açtılar. Birkaç er şehit oldu. Bütün Türk subay ve askerleri İzmir’in askerî merkezi Sarıkışla’da toplanmıştı. Subaylara işgal sabahı Sü­leyman Fethi Bey de katıldı.

15 Mayıs sabahı Karantina semtinde evinden çıkıp vazifesine gitmek için hazırlanıyordu. Eşi Fatma Latife Ha­nım, böyle bir günde Sarıkışla’ya git­memesini ve bir süre evinde kalıp durumu değerlendirmesini rica etti. Fethi Bey eşine, “Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem başka ne zaman gideceğim?” deyip kışlaya gitti.

Sarıkışla’da 250 kişiden ibaret su­bay ve asker, silahsız bir halde işgalin gerektirdiği muamelelerle meşguldü. Bir taraftan dairelerdeki önemli evrak ve eşya toplanmakta, bir taraftan da maaş dağıtılmaktaydı. Teslim olma­ları istendiğinde Ali Nadir Paşa sırığa bağlanmış beyaz bayrağı eline alarak Yarbay Hürrem Bey ile Erkân-ı Harb Reisi Abdülhamid Bey ve askerlerle Sarıkışla’nın Konak Meydanı’na açılan kapısından çıktı.

Bundan sonra kışla içerisinde su­baylarımız süngü ve dipçik darbeleri altında üstleri aranarak, üzerlerinde bulunan para, saat, yüzük, sigara taba­kası ve mendil gibi malzeme gasp ve yağma edildi. Kalpakları alınarak yırtıl­dı, çiğnendi ve bir kısmı da süngülere takıldı.

Yunan askerleri en ağır sözlerle ha­karete başladılar. Subayların rütbeleri söküldü. Kafile zorla “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos) diye bağırtıldı. Yerli Rumlar da iştirak etti.

Yunan askerleri sille tokat ve küfür­ler ederek Ali Nadir Paşa’nın şakağına tabancayı dayadılar. Paşa hakaretlere uğradı fakat susup boyun eğdi. Müfre­ze Komutanı üstleri aranan subay ve erlerden “Zito Venizelos” diye bağır­malarını istiyordu.

Paşa’nın arkasında duran Süleyman Fethi Bey bu zillete zor dayanmakta ve hudutsuz bir izzet-i nefis yarasıyla dişini sıkarak bakmaktaydı. Zaten Yu­nanların ilk girişimlerine mani olduğu için mimlenmiş ve orada birkaç yerli Rum tarafından Yunan subaylarına gösterilmişti.

Nihayet Sarıkışla’da Kur’an-ı Kerim okurken hücuma maruz kaldı ve bir Yunan zabiti ayaklarıyla elinden dü­şen kutsal kitabımızı çiğneme cüreti­ni gösterdi. Kahraman Albay, Yunan zabitin yüzüne şiddetli bir sille attı ve şehadete giden yolda ilk süngüsünü omzundan yedi. Ardından yarasından akan kanlara aldırmaksızın Kur’an’ı yerden aldı ve gözyaşlarıyla ıslatarak öpüp başına koydu.

Bu sırada etrafını saran 20 kadar Yu­nan askerinin ikinci hücumuna maruz kaldı. Ellerini havaya kaldırmasını em­rettiklerinde cevabı, “Ben bir komu­tan ve albayım. Amirimden başkasın­dan emir almam ve kendimi muayene ettiremem” oldu. Buna verilen karşılık yine süngü darbeleriydi.

Yunan Müfreze Komutanı, kendisi­ne boyun eğmeyen bu Türk subayının bakışındaki ateşle sarsılıyor ve hiddet­le, “Çıkar kalpağını!” diye bağırıyordu. Bütün baskılara rağmen Fethi Bey, “Ordumun ve milletimin şerefini tem­sil eden o kalpak, ancak başım boy­numdan ayrıldıktan sonra çıkar” diye karşı geldi. Bu cevapla üçüncü bir yara daha aldıktan sonra “Üniformaları

nı çıkar” denildi. O bir Tük subayına yakışacak şekilde, “Bu üniformayı bana padişahım verdi. Onu ancak onun emri çıkarttırır” dedi. Bunun üzerine Yunan askerleri üniforması­nı parçalamaya çalışmış ve belinden çıkardıkları kayışla kafasını birkaç yerinden yaralamışlardı.

Boyun eğmedikçe üzerine gidi­yor, “Zito Venizelos” diye bağırma­ya zorluyorlardı. Reddettikçe yeni bir süngü darbesi alıyordu. Müfre­ze Komutanı sonunda emir verdi: “Öldürün”. Yunan askerleri onu süngü ve dipçik darbeleri altında Kordon’a götürdüler. Sekizinci süngü yarasını aldığı sırada “Al­lah’ım, sen Müslümanları bun­lardan kurtar” deyip yere yığıldı.

Müdahale eden Amerikalı ve İtalyan subaylar cinayetin tamamlan­masına izin vermediler. Başta Fethi Bey olmak üzere Sarıkışla’daki subay ve askerlerin bir kısmı Patris vapuru­na, bir kısmı da Averof zırhlısına sevk edildi. Üzerlerine ateş açıldı, bazıları şehit oldu. Süleyman Fethi Bey’in de aralarında bulunduğu 20 kişi ağır ya­ralanmış, 27 kişinin ise akibetleri meç­hul kalmıştır.

Sancağa sarılarak ölmek istediSüleyman Fethi Bey yaralara rağ­men hayattaydı. İtalyanların yardımıy­la Rum Hastanesine kaldırıldı ve bir koğuşa yatırıldı. Haber alan arkadaşı Karşıyakalı Süreyya Bey (İplikçi) has­taneye koştu. Arkadaşını görünce göz­yaşları içinde haçı ve Yunan bayrağını göstererek “Ben bunların arasında mı öleceğim?” dedi. Süreyya Bey başhe­kimle konuşarak izin aldı ve Yunan bayrağı yerine Türk sancağını koyup haçı indirdi. Fethi Bey, bayrağı görünce gülümseyerek “Allah’ım, sana şükürler olsun” sözleriyle ruhunu teslim etti. Takvim 23 Mayıs 1919’u gösteriyordu.

Naaşı dostu Ali Şefik Bey’in Küçük Fettah Sokağı’ndaki evine getirildi. Ce­naze töreni düzenlendi ve Emir Buha­ri Tekkesi Haziresi’ne defnedildi.

O şehit edilmişti fakat milletin ba­ğımsızlığını koruma ve vatanını kur­tarma azmi şahlanmıştı. Bu olayla baş­layan Millî Mücadele, Türk ordusunun 9 Eylül 1922’de sancağı hükümet ko­nağına çekmesiyle sona erecekti.

Dönemin tanınmış şahsiyetlerin­den çoğu Fethi Bey’i hayırla yâd etmiş­lerdir. Celal Bey (Bayar) onun herkesin takdirini kazanan faziletli bir subay olduğunu söylemiş, Fahrettin Paşa (Al­tay) kibar bir şeyhin vatanperver oğlu olduğundan bahsetmiştir. Yahya Galib Bey Hicaz’da birlikte bulunduğu Süley­man Fethi Bey’in dindar, vatansever ve muhterem bir insan olduğunu övgüy­le anlatmaktadır.

BMM’de 13 Eylül 1922 günü Musta­fa Necati Bey (Uğural), ailesine taziye telgrafı gönderilmesi talebinde bulu­nur. Erzurum Mebusu Nusret Efendi ruhu için Fatiha okunmasını ister. Kır­şehir Mebusu Yahya Galib (Kargı), “din­dar ve muhterem bir Müslüman” diye nitelendirdiği Fethi Bey’in namus, din ve bayrak uğrunda canını seve seve verdiğini söyleyerek medeniyetin ona yapılan hakarete göz yumduğunu haykırır. 25 Eylül 1922’de İzmir’e abi­desinin dikilmesi önergesi de Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’ne gönderilir. Ne tuhaftır ki, onun adı­na dikilemeyen heykel, Hasan Tah­sin adına dikilecektir.

Ne yazık ki Süleyman Fethi Bey’in naaşı başka, mezar taşı bir başka yerdedir. Bu kahraman suba­yımıza yeteri kadar kıymet verme­diğimiz ortada. Özellikle Agora Mü­zesi’nde bulunan mezar şahidesinin bakımsızlıktan 19 parçaya ayrılmış olması tam bir skandal.

Onun gösterdiği asil davranış son­raki dönemde unutturulmaya çalışıl­mıştır. İzmir’deki görevi dahi yanlış verilmiş; 15 Mayıs 1919’da ölmüş gibi gösterilmiştir. Birkaç kaynak dışında ölüm tarihi verilmemiş, verenler de yanlış vermiştir. Kitaplar ve ansiklo­pediler onun hakkında yanlış ve eksik bilgilerle dolu.

Peki İzmir’in işgali konuşulurken isminin bilinmemesi bir tesadüf mü? Yoksa burada bir kasıt mı var?

Kur’an okuyan, Yunan dipçikleri al­tında bile “Yaşasın Müslümanlık” diye bağıran ve padişahın giydirdiği ünifor­mayı ölümü pahasına çıkarmayı red­deden birini kahraman ilan etmek bir dönemin zihniyetine ters gelmiş olma­lı. Onun yerine Sabetayist bir İttihat ve Terakki taraftarının heykelini dikmek­ten bahtiyarlık duymuş olmalılar!

İnanıyoruz ki, bir gün uğruna şe­hadeti göze aldığı ülkesi ona vefasını gösterecektir. İzmir’e yapılacak bir abideyle işe başlayabiliriz mesela. ­