Karabekir Paşa açıklıyor: “Laiklik Lozan’da dayatıldı”

HABER MASASI
Abone Ol

Kâzım Karabekir’in kendi ağzından Millî Mücadeleyi nasıl başlattığını, Tek Adam yönetiminin milletin özgürlüğünü nasıl boğduğunu, Lozan’ın kimler tarafından dayatıldığını ve gizlenen gerçeklerin tamamını Mustafa Armağan Derin Tarih okurları için kaleme aldı.

19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Şarktaki askeri vaziyet şöyleydi..." 1. Dünya Savaşı'nın son, İstiklal Savaşı'nın ise ilk zaferini kazanıp Aralık 1920'de Ermenilere imzalattığı Gümrü Antlaşması'yla Doğu'da güvenliği sağlayan ve Batı cephesine asker ve silah yollayan Kâzım Karabekir Paşa, Millî Mücadele'nin başlangıcındaki hayatî rolüne böyle vurgu yapıyor. Ancak tarih kitaplarımızdan adı neredeyse silinmiş olan Paşa, yalnız Mustafa Kemal Paşa'dan önce Anadolu'ya gidip Millî Mücadele'yi başlattığını yazmakla kalmamış, aynı zamanda Tek Adam yönetiminin milletin özgürlüğünü nasıl boğduğunu ve İslam'dan uzaklaşma fikrinin Lozan'da kimler tarafından dayatıldığını da açıklamış, bu yüzden kitabı yakılarak ve idamla yargılanarak cezalandırılmıştı. Derin Tarih dergisi ilk sayısında, 'Kâzım Karabekir dosyası'nı açarak yakın tarih sorgulamalarını başlatıyor.
Kâzım Karabekir Paşa yakın tarihimizin kırılma noktalarından birinde yaşamış, 1. Dünya Savaşı'nın Kafkaslardaki son zaferlerine imza atmış, 19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıkarak İstiklal Savaşı'nı başlatmış ve Millî Mücadele'ye ilk zaferlerini hediye etmiş bir kahraman. Anadolu'da Millî Mücadele ateşini yakan ve başarıya ulaştıran en önemli figürlerden olmasına rağmen nedense ders kitaplarında kendisine ancak bir-iki cümlede yer verilir. Bunun da sebebi, resmî tarihe boyun eğmeyen ve mücadelesini idam sehpasının önüne kadar sürdüren nadir cesur yüreklerden biri olmasıdır. Yaşadıkları ve yazdıkları, onu bir dönemin en önemli tanıklarından biri haline getirmiş, üzeri örtülmek istenen gerçekleri gelecek nesillerin de öğrenmesi için canla başla çalışmıştır.
Aşağıya aldığımız ifşaatı, Lozan'ın bilinmeyen bir yönünü birinci elden deşifre etmesi bakımından önemli. Paşa'nın gerek Mustafa Kemal, gerekse İsmet Paşalarla birebir görüşerek ve yer, zaman ve şahit göstererek ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet'in kurucularının Lozan'a ara verildiği tarih olan Şubat 1923 ile Meclis'te kabul edildiği tarih olan Ağustos 1923 arasında dine ve yönetim tarzına bakışları arasında nasıl bir uçurum açıldığını gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır. Balıkesir hutbesinde “Anayasamız Kur'an-ı Azimüşşandaki emirlerdir" diyen Mustafa Kemal'den “Kur'an-ı tercüme ettirip Arap oğlunun yavelerini Türklere belleteceğim" diyen bir Mustafa Kemal'e nasıl keskin bir kırılma yaşandığını ve asıl önemlisi, bu kırılmanın sebebinin Lozan'da İngilizler ve Fransızların “Siz Müslüman kaldıkça bağımsızlığınız tehlikeden kurtulmayacak" mealinde tehditvari uyarılarda bulunduklarını, bunun da bazı devletlûlarda İslamiyet'ten uzaklaşma, hatta Hıristiyanlığı benimseme noktasına varan bir değişime yol açtığını en kesin çizgileriyle Karabekir Paşa ortaya koymuştur.

Yoldaşlıktan rekabete: Kâzım Karabekir Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya Millî Mücadele'nin başlangıcından itibaren verdiği büyük destek, sonraları yerini rekabete, hatta sert bir mücadeleye bırakacaktır. (Kâzım Karabekir Vakfı arşivi)


Aşağıda okuyacağınız metin, Nutuk ve Karabekir'den Cevaplar adlı eserinin 12. cildiyle (Emre, 1997) Günlükler'inin 2. cildinden (YKY, 2009) alıntılar şeklinde oluşturulmuş ve tarafımdan yeniden yazılmıştır. Fikirlerin tamamı Karabekir'e, metni sadeleştirme ve cümle kuruluşları ile bölüm başlıkları bana aittir.
Ankara'da yeni bir hava esmeye başlamıştı. “İslamiyet ilerlemeye engelmiş." Halk Partisi “lâ-dinî ve lâ-ahlâkî" (din ve ahlaktan bağımsız) olmalıymış. Türkiye Müslüman kaldıkça Avrupa ve hele İngiltere, sömürgelerinin çoğunun halkı Müslüman olduğundan bize düşman olacaklarmış! Bizimle bu sebeple barış imzalamayacaklarmış...
10 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonu'ndaki özel kalem binasında Halk Partisi tüzüğünü müzakere ettikten sonra Gazi ile baş başa hasbıhal ettik. Kendisinden hiç beklemediğim bir cümle sarf etti. Dedi ki: “Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar." Daha düne kadar kendisini Hilafet ve Saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda girişimlerde bulunan, din ve namus lehine türlü sözler söyleyen, hatta Balıkesir'de hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde başımın açık durmasıyla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık giyilmesi teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, yüzüne hayretle baktığımı görünce şu açıklamayı yapmak ihtiyacını duydu: “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur."

“Dinsiz ve ahlâksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor."

"Gazi'ye şu cevabı verdim: “Nereden, ne maksatla geldiği bilinmeyen ve kendi millî kudretimizle işlenmeyen fikirler, millî bünyemizi sarsar. Tanzimat'ın da bu suretle kurbanı olmadık mı? Bizi kuvvetle çözemeyenler yaldızlı formüllerle cevherimizi eritebilirler. Savaşla kazandığımızı barıştaki yanlış ve vakitsiz adımlarımızla, daha doğrusu Avrupalılara aldanmakla elimizden kaçırdığımızı onlar pek iyi bilirler. Bunun için bilim ve uzmanlığa saygı göstermek ve bilgili ve karakterli adamlarımızla işlenmemiş fikirleri program diye kabul etmemek, yeniden aldanmamak için tutulacak biricik yoldur.
Kendi millî kurumlarımızda işlenmemiş veya kontrol edilmemiş bayağı fikirlerin uygulanması diğer bir bakımdan da tehlikelidir. Emirle yaptırılacak, yani şiddet uygulanacak demektir. Bu tarz, belki itaat edilmesini sağlar, fakat sevgiyi asla! Bu hususta kendi tecrübelerimize dayanarak da diyebilirim ki, itaat görünüştedir ve geçicidir."
Mustafa Kemal Paşa buna karşılık, “Dinî ve ahlakî inkılap yapmadan önce hiçbir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu ilkeyi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabilirim" düşüncesindeydi.
Tartışmamız giderek hararetleniyordu ki, ağırlığımı koymak ve bu gidişi durdurmak için şöyle bir çıkış yaptım: “Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu yeni inanç bizi Bolşevikliğe götürür. Hatırlarsanız, İngilizler de Mütareke'nin ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe teşvik ediyorlardı. Demek bizi başka yoldan yine aynı noktaya sürüklemek istiyorlar!"
Bu uyarıdan sonra sözlerime şöyle devam ettim: “Bunun anlamı açıktır: Türkiye'yi Ruslarla paylaşmak. Bu hususta Erzurum'da da aynı fikri açıklamış olduğumu ve daha önce de Amasya kararınıza engel olduğumu hatırlarsınız."
Gazi beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladım ki, yeni bir çevre onu yeni bir havaya çekmek istiyor. Fakat daha kesin kararını vermiş değil.

  1. İsmet Paşa'nın İnkılap hamlesi
  2. İsmet Paşa aniden, Lozan'dan da aldığı hızla, İzmir İktisat Kongresi'nin de, bilim kurulunun da hazırladığı programlara ilgi göstermeyerek “müthiş bir inkılap hamlesi" teklif etti. Ve aynen şunları söyledi: “Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Mevcut kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak, başka hiçbir zaman yapamayız."


Karabekir içini kitaba döktü: İstiklal Harbimiz adlı kitabında kendisine yapılan haksızlıklardan bahseden Kâzım Karabekir, hızını alamaz ve Nutuk'a Cevaplar'da Mustafa Kemal Paşa'nın İstiklal Savaşı'nı kendisinin başlattığı iddiasını eleştirir.


İslamiyet ilerlemeye engelmiş!
18 Temmuz 1923 günü Ankara İstasyonu'ndaki özel kalem binasına gitmiştim. Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye) konuşuluyormuş. Tesadüfen girmiş oldum toplantıya. Hâlbuki bana haber verilmeliydi, çünkü çok hayatî bir mesele konuşuluyordu.
İçeride kimler vardı? Tabii Gazi başkanlık ediyordu. İçişleri Bakanı Fethi (Okyar), İktisat Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Sosyal Yardımlaşma Bakanı Tevfik Rüştü (Aras), Basın Müdürü Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp vb. toplanmıştı.
Ben geldiğim zaman Anayasa'da “Devletin dini İslam dinidir" ibaresinin kaldırılması hakkında konuşuyorlarmış. Önce Tevfik Rüştü şöyle dedi: “Ben kanaatimi millet kürsüsünden dahi haykırırım. Kimseden korkmam." Ne olduğunu anlamadığımı söyledim ve sordum: “Nedir o kanaat?" Cevap Tevfik Rüştü'den değil, onun solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat Bey'den geldi. Sert bir tonla, “İslamiyet'in ilerlemeye engel olduğu kanaati! Müslüman kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!" diye cevap verdi. Mustafa Kemal Paşa'yı bu sefer de kimlerin, nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu müdahalede bulunmak zorunda kaldım:
“İslamiyet'in ilerlemeye engel olduğu iddiası, Avrupalı diplomatların uydurmasıdır. Bu meseleyi sonuna kadar tartışabilirim. Fakat tartışmaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirmek gayretidir. Bence Müslüman kalırsak mahvolmayız, tersine, yaşarız. Hem de yakın tarihteki örneklerinde olduğu gibi itibar görerek yaşarız."
Bu sefer de Fethi Bey söze karıştı. Gayet buyurgan bir edayla şöyle dedi: “Evet Karabekir, Türkler İslamiyet'i kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar. Müslüman kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar!"
Gazi başkanlık makamında, Fethi Bey onun solunda oturuyordu. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey son olarak bana kesin bir cevap verince, ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi'ye hitaba başladım:
“İddia ediyorum ki, Türk milleti ne dinsiz olur ne de Hıristiyan. Hakikat budur. Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahvedeceklerdir. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren sebebin istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamıyla iradesine sahip olarak yürüyeceğini Millet Meclisi kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisi'ni tekbirler, salatlar (dualar) arasında açtınız! İslamiyet'in en yüksek din olduğunu hutbelerle de ilan ettiniz! Hepimiz de aynı iman ve kanaatle aynı yoldan yürüdük! Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız?"

Mustafa Kemal Paşa sözümü keserek “Müzakere çok hararetlendi, burada kesiyorum" diye tartışmayı bitirdi.

Dönüm noktası Lozan: Karabekir Paşa İslamiyet aleyhindeki fikirlerin Lozan'da dayatıldığı kanaatindedir. Fotoğrafta Lozan'a giden heyetimiz toplu halde görülüyor. Ortada İsmet Paşa ve rıza Nur yan yana oturuyor.


“Arap oğlu'nun yaveleri"
14 Ağustos 1923 akşamı Türk Ocağı'nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek “Kur'an'ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek" arzusunu ortaya attı. Şer'iye Vekili Konya milletvekili Hoca Vehbi Efendi vs. sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi: “Gazi Kur'an-ı Kerim'i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur'an'ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak güya Kur'an'ı da, İslamiyet'i de kaldıracaktır. Böyle bir çevre, kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor."
Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazılarını görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle cevap verdim: “Devlet başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları harekete geçirmelidir." Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi: “Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kur'an'ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!"

Biz millî bağımsızlığımız gibi millî özgürlüğümüzü de en kutsal gaye tanımalı ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız.

Bu fikrine şöyle karşılık verdim: “Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük (Batılı) milletler Kur'an'ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vakıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan, vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur'an'ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur."
Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!" Orada bulunan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyler işin bir bilim kurulu önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek, “Paşam, çay hazır, herkes bizi sofrada bekliyor!" diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.
Tehlikeli rüzgâr Lozan'dan esti
Bu kritik günlerden 16 Ağustos'ta İsmet Paşa ile de bir görüşmem oldu. Kendisine Gazi'nin tuttuğu yolun yanlış olduğunu açık bir şekilde söyledim. Kamuoyunda yayılan İslamiyet'e yönelik bu kesin değişimle ilgili fikirlerin Lozan'dan geldiği eleştirilerinin muhataplarından olan İsmet Paşa fikrini bana dolaylı yoldan söylemeyi tercih etti.
Ona bakılırsa Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta İtilaf devletlerine karşı savaştıkları ve aynı şekilde yenildikleri halde, bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Hıristiyan olmalarıydı. Aynı saflarda savaştığımız halde bizim bağımsızlığımızın elimizden alınmasının tek sebebi vardı, o da Müslüman olmamızdı. Biz kendi kuvvetimizle kurtulup bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını ve bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan'dan ve İtilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esat Beylerle Mustafa Kemal Paşa'nın Lozan'ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söyleminin gerçek adresini tespit etmiş oluyordum.
İsmet Paşa'ya bu düşünceye katılmadığımı şu değerlendirmelerime dayanarak ifade etmek ihtiyacını hissettim: “Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha uğursuz bir istibdat (diktatörlük) yönetimi getirecektir. Daha kazanamadığımız millî neşe kaçacak, nice emeklerle kurulan millî birliğimiz de bozulacaktır! Biz içeride birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar, yarın “Türkler Hıristiyan oldular" diye bütün İslâm dünyasını bizden nefret ettireceklerdir. Bizim değişmemiz, İslam dünyasının ruhunda bizden intikam alma duygusunu uyandıracaktır. Böylece İngilizler ve Fransızlar, Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle ulaşamadıkları emellerini, İslam ordularını ve hele Arapları “Salli ala Muhammed!" diye üzerimize saldırtmakla elde etmeye kalkışacaklardır.
Esasen imkânsız olan bir işi yapıyor görünmek bile maddî-manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv ve harap eder. Sonucu almaya bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri yeterli gelmeyeceğinden, kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Sonuçta Bolşeviklik akımları arasında mahvolmak veya sömürge olarak bağımsızlığımızı kaybetmek de kaçınılmaz olur." Sözlerimi kendisini de iğneler tarzda bağladım: “Lozan bize istibdat ve tehlike göndermesin!"
İsmet Paşa dikkatle dinledi. Hiç cevap vermedi. Artık bunu, Mustafa Kemal Paşa'nın arzusuyla yaptığına şüphem kalmamıştı. Nitekim bir süre sonra onu bu arzularından sonsuza kadar uzaklaştıracak bir girişimde bulunmaya mecbur kalacaktım.
Günlerden 19 Ağustos 1923 Pazar'dı. Akşam Mustafa Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım bana yemeğe geldiler. O akşam İsmet Paşa ile yine tartıştık. Mustafa Kemal Paşa bizi sessizce dinledi. İlk olarak Fethi Bey grubundan, sonra da Mustafa Kemal Paşa'dan bizzat işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa bir çırpıda tamamlamış oluyordu. Aradaki zaman boşlukları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin şu üç maddelik programları kulaklarımda tekrarlanıyordu: 1) İslamiyet ilerlemeye engeldir. 2) Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli. 3) Hocaları toptan kaldırmalı!
Bu birleşik cephe karşısında tek başıma da olsa mücadele etmeye kararlıydım. “Peki ama ne olmak istiyorsunuz?" dedim. “Hıristiyan mı, dinsiz mi?" Ardından cevap vermelerine fırsat düşürmeden devam ettim: “Hıristiyan da, dinsiz de olmaya imkân yok; olsa dahi her iki yol da hem tehlikeli, hem de geridir! Aydın Hıristiyanlık dünyası bilim zihniyetine daha uygun yeni din esasları araştırırken bizim, onların köhne kurumunu benimsememiz hem müthiş tehlikeli, hem de geri bir hareket olur! Hem bir millette duygu birliği, inanç birliği ve çıkar birliği olmazsa yönetenler ile yönetilenler arasında uçurum açılır ve bu uçurum, günün birinde millete mezar da olabilir! Ben her fırsatta söylediğim gibi dinle uğraşmanın bizi daha çok ilerlemekten alıkoyacağı ve daha çok geri götürebileceği kanaatindeyim. Bence dini olduğu gibi kendi haline bırakmalı ve hükümet, ne buna etki yapmalı, ne de etkisi altında kalmalıdır! Biz millî bağımsızlığımız gibi millî özgürlüğümüzü de en kutsal gaye tanımalı ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız. Bunun için medenî hedefl erimizde süratli olmalı, fakat sosyal gayelerimizde tekâmül yolunu tutmalıyız."
Sessizce dinlediler. Hiç cevap vermediler. Böylece konu kapandı.
Karabekir Paşa'nın çok tartışılacak iddiası:

“19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım!"
Kâzım Karabekir, Milli Mücadele'nin farklı bir öyküsünü anlatmaya işte böyle başlar. Bu keskin cümleler, basit bir kafa karışıklığı yaratmanın çok ötesinde, resmî tarihin tanıdık çehresini bir hamlede ters yüz eder. Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın Nutuk'una başlarken kullandığı “19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım." ifadesine meydan okur. Demek ki yakın tarihimizi, “tarih yazan" bir figür olarak Karabekir Paşa'nın kaleminden okumuş olsaydık, bugün bambaşka bir inkılap tarihi karşılayacaktı bizi. Karabekir Paşa'nın bu sözlerin devamında anlattıkları, yakın tarihe yönelik alternatif bir okuma yapmamız gerektiğine dair alarm zilleri çaldırır. İşte Kâzım Karabekir'in ağzından Millî Mücadele'nin başlangıcı:
"7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Filistin'de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu'nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana'ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı haberi geldi. Benim başında bulunduğum 15. Kolordu (eski 9. Ordu) ise elde kalan en güçlü askerî birlikti. Morali düzgündü ve yenilmemişti. Ancak Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul'a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm. Hepimizi birden yakalayıp Malta'ya sürseler, Doğu'dan başlayacağına inandığım Millî Mücadele'yi kim yapacaktı?
İşte bu yüzden hem Padişah Vahdettin, hem de Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu'ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Fakat herkes çok ümitsizdi. En çok da arkadaşım İsmet (İnönü). 'Bu iş bitti Kâzım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kâzım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım' diyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul'da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli'deki evinde yaptığımız görüşmede (o sırada ameliyatlıydı, hasta yatıyordu) benim Anadolu'ya geçme fikrime biraz soğuk baktı. 'Bu da bir fikirdir, sonra görüşürüz' dedi. Ben de ona 'Fikir değil, karardır' diye cevap verdim. En kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu'ya gideceğimi, gelmesi halinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana 'İyi olayım, düşünürüz' dedi.

XV. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir, Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlatan komutanların arasında Anadolu'ya ilk geçen komutan oldu ve 19 Nisan 1919 tarihinde Trabzon'a geldi.


12 Nisan 1919'da İstanbul'dan “Gülcemal" vapuruyla hareket ederek Millî Mücadele'yi bizzat başlattım. Siyasî ve askerî esas planlarını tespit ettim. Bir hafta sonra, 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sırada Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıkmamıştı.
1918'de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi'nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa'yı davet ettik. Erzurumlular onu, millî hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı. Bu yüzden kongreye almak istemediler ve benden güvence istediler. Ben de hem kendilerine güvence verdim, hem de huzurumda Paşa'ya yemin ettirdim. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey benim etki ve baskımla üye seçildiler. M. Kemal'i başkan seçtiren de benim. Böylece Millî Mücadele, Erzurum Kongresi'yle başlamış oldu. Hayret: Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek tekrar gelmek durumunda kaldı..."