Mısır’a gitmeseydi asılabilirdi!

MUHARREM COŞKUN
Abone Ol

Kod Adı: İrtica 906 adlı kitapta gün yüzüne çıkan belgelerde sadece Millî Şair’in değil, onunla görüşenlerin de fişlendiği görülüyor. Resmî/gizli belgeler fişlenen İstiklal Şairi’nin, Mısır’a gitmeseydi İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanabileceğini, belki de idam edileceğini gösteriyor.

1873 yılında Fa­tih’de dün­yaya gözleri­ni açtığında Cihan İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekileceğini, savaş­lar, göç, yoksulluk ve çile dolu bir hayat geçireceğini nereden bilebilirdi ki? Ya ömrünü ada­dığı ülkesinde günün birinde ‘sakıncalı mürteci’ diye damgala­nacağını?

Millî şaire titiz fişleme: Akif’in fişlendiği, takibe alındığı ve tehdit olarak görüldüğü yazışmaları ‘İrtica 906’ isimli dosyada biriktirilmişti. Dosyada Mehmed Akif’in Mısır’a gittikten sonra adım adım takibini, söylediklerini, görüşmelerini, yurda döndükten sonra kimlerle görüştüğünü, Safahat adlı eserine yapılanları hayretle okuyoruz.

Halbuki gençliğinde en ağır eleş­tirileri yönelttiği, dahası ‘müste­bid’ dediği II. Abdülhamid döne­minde dahi ne takibe uğramış, ne de sürgün edilmişti. Ancak büyük ümitlerle destek verdi­ği, cephe cephe dolaşıp halkı gazaya davet ettikten sonra nice bedellerle kurulan yeni Cumhuriyet acımamıştı Millî Şair’e. Redd-i miras edip geçmişle bağlarını kesen Türkiye Cumhuriyeti, Akif’in hem gazetesini kapatmış, dostu Eşref Edib’i idamla yargılamış, hem de peşine hafiyeler takarak aldığı nefesi bile izlemişti.

O da son çare olarak çok sevdiği ül­kesini terk etmiş, ancak Mısır’dayken bile takibattan kurtulamamıştı. Türki­ye’deki şeflik rejimi izini dikkatle sür­müş, ilgili istihbarat yazışmalarını, takip raporlarını ‘İrtica 906’ kodlu bir dosyada biriktirmişti. 1924 son­rasında Akif, yeni rejime göre artık mürteci ve sakıncalı biriydi.

Bir zamanlar kulaktan kulağa akta­rılan bilgilerin birer dedikodu olma­dığını Devlet Arşivleri’nde çıkan gizli/ resmî belgelerden görebiliyoruz.

Gaziosmanpaşa Belediyesi’nin katkılarıyla bu satırların yazarı ta­rafından kaleme alınan Kod Adı İrti­ca-906 adlı kitabımızda ilk kez yer alan belgeler açıkça ortaya koyuyor ki, İstiklal Şairimiz eğer 1925’te Mı­sır’a gitmemiş olsaydı İstiklal Mahke­meleri’nde pekâla yargılanabilirmiş. Belgeleri okuyunca “İyi ki o karanlık yıllarda Mısır’a gitmiş de bizi bu tarif­siz utançtan kurtarmış” diyorsunuz.

Belgeler diyor ki...

1925’ten 1964’e kadar tutulan resmî belgelerde şunlar yer alıyor:

- Mısır’da bulunan Akif hakkında yazılan istihbarat takip raporları,

- Şapka, hilafet ve laiklik için neler söylediği,

- Safahat’ın nasıl toplatılıp imha edildiği,

- Mısır’da Arap harfleriyle bastırdı­ğı, Safahat’ın 7. kitabı olan Gölgeler’in Türkiye’ye sokulmadığı,

- Kendisiyle görüşenlerin dahi fiş­lendiği,

- Kanser tedavisi görürken bile taki­bata tâbi tutulduğu,

- Cenazesine katılanların bir bir tespit edilip fişlendiği,

- Vefatından sonra dahi Akif’i anma programlarının soruşturulduğu…

Şükrü Kaya’nın İçişleri Bakanı, İsmet İnönü’nün Başbakan ve Ata­türk’ün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde hazırlandığı anlaşılan belgelerin tarihleri ise 1935 ile 1937 yılları arasında yoğunlaşıyor. İlginçtir, Akif’in vefatından 1965 yılına kadar anma geceleri dahi yakın takibe alı­nıp soruşturmalar açılmış. Daha da çarpıcı olan ise soruşturmaların yo­ğunlaştığı dönemlerde (1961-65 arası) İnönü’nün yine Başbakan olarak kar­şımıza çıkması.

Başka ne gayesi olabilir? 29 Haziran 1936 tarihli İstanbul Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği şifreli telgrafta kanser tedavisi gören Millî Şair’in ziyaretçilerine ne söylediği, gelişinde ‘başka maksadın olup olmadığının’ araştırılacağı belirtiliyor(solda).-Akif’in şiirleri zararlıymış! Emniyet Genel Müdürlüğü, Akif’in Mısır’dan gelen Gölgeler adlı kitabı üzerine Matbuat Genel Müdürlüğü’ne şöyle yazıyor: “Arap harfleri ile basılmış ve muhteviyatı irticai propagandalarla dolu bulunduğu görülmüş olduğundan gümrükten çıkarılmasına müsaade edilmeyerek, mahrecine (geldiği yere) iadesi İstanbul Valiliği’ne bildirilmiştir. Zararlı yazıları ihtiva eden sözü geçen kitapların yurdumuza sokulmaması ve her hangi bir surette sokulacak olanların toplattırılması için müstacelen (acilen) karar istihsalini (çıkarılmasını) saygı ile arz ve rica ederim.”

Şefik Kolaylı’dan müthiş ifşaat

Millî Mücadele bittikten sonra saf­lar netleşmeye başlamış, Lozan gö­rüşmeleriyle Ankara yüzünü Batı’ya çevirmiştir. Mehmed Akif ve Eşref Edib’i Ankara’ya davet eden ve Kayse­ri nutkunu veren Trabzon Mebusu Ali Şükrü şehit edilmişti (27 Mart 1923). Lozan’a karşı muhalefet yoğunlaşınca Meclis feshedilmişti. 2. Mecliste ise Akif dahil pek çok dindar isim yer almayacaktı.

1. Meclis’in seçim kararı alarak dağılması üzerine Akif, İstiklal ma­dalyası ve mavzer tüfe­ğini yanına alarak Eşref Edib ile İstanbul’a dö­ner. Tarih 1923 Mayıs’ı­dır. İlk zulüm de burada başlar: Akif’e emekli maaşı bağlanmamış ve emekli ikramiyesi ve­rilmemiştir!

Dahası peşine ha­fiyeler takılıp adım adım izlettirilmiştir. O artık Ankara’nın vitrinine uymamak­ta, düşünceleri sakıncalı görülmektedir. Yıllar sonra Pen­dik Bakteriyolojihanesi Müdürü Şefik Kolaylı (Neyzen Tevfik’in kardeşidir) Ankara Halkevi’ndeki konferansında Akif’in Mısır’a gidiş sebebini şöyle ifşa etmişti:

“Bir Cumartesi günü idi, yanında Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve arz-ı veda’a geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğ­raması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek, kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki: Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye ta­hammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum”. (Fahri Kutluay, “Ay­dınlatılan İki Mühim Sır”, Sebilürre­şad, IV/99, s. 375-6.)

Mehmed Akif derin bir hayal kırık­lığı yaşıyordu. Millete ümit aşılamış, halkı cepheye yönlendirmiş biri ola­rak sık sık “Bu hallere mi düşecektik, bunlar için mi düşmanla dövüştük?” sorusunu yöneltiyordu kendisine.

Aslında bu soru başkaları tarafın­dan da soruluyordu. Örneğin Millî Mücadele’nin ‘İlk Beşler’inden Kâzım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay’ın attıkları adımlar dahi izlenmişti. Hat­ta Karabekir’in yazdığı İstiklal Har­bimizin Esasları adlı kitap daha mat­baadan çıkmadan el konulup imha ettirilmişti.

3 Mart 1924’te de Hilafet kaldırıl­mış, medreselere kilit vuran Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmişti. 1925’ten itibaren ise bambaşka bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Şeyh Sid ayaklanması gerekçe gösterilerek çı­karılan Takrir-i Sükun Kanunu aslın­da muhalefeti olduğu kadar basını da susturma girişimiydi.

Kimlerle görüşüyor? Emniyet Genel Müdürlüğü, 18 Temmuz 1936 tarihinde dönemin İstihbarat Müdürlüğü’ne yazı yazarak İstiklal Şairi’nin hasta iken kaldığı apartmanda dışarı ile yapacağı konuşma ve görüşmelerin takip edilmesini talep ediyor. Başka hangi ülkenin Millî Şairi böyle bir muameleye maruz kalmıştır acaba?-Şefik Kolaylı(sağda)

En yakın dostu idamla yargılandı

1925 kışını Mısır’da geçirip bahar­da İstanbul’a döndüğünde şartların daha da kötüleştiğine tanıklık edecek­ti Millî Şair. Zira başyazarı olduğu Se­bilürreşad, Takrir-i Sükun Kanunu ile kapatılmış (5 Mart 1925), kadim dostu Eşref Edib ise Şark İstiklal Mahkeme­si’nde, hem de ‘vatana ihanet’ suçla­masıyla yargılanmaktadır.

Millî Mücadele yıllarında çektiği sıkıntıları düşünüyordu. Şimdi kapa­tılan gazetesinin o zaman cephelerde nasıl elden ele dağıtıldığını, idamla yargılanan dostunun zor günlerde gece gündüz bağımsızlık uğruna koş­turduğunu... O artık işsiz, dahası bir ‘mürteci’ idi.

İşte bu manzara karşısında kesin kararını verecek ve Mısır’a gidecek, vefat edeceği yıl olan 1936’nın 16 Haziran’ına kadar da çok sevdiği yur­duna dönmeyecektir. Ancak defter burada kapanmamış, Mehmed Akif’le ilgili takibat 11 yıl hasret kaldığı va­tanına döndükten sonra daha da art­mış, hasta yatağında bile görüşmeleri izlemeye alınmıştı. Safahat hakkında toplatılarak imha kararı verilmişti. Safahat’ın 7. ve son kitabı Gölgeler ise 1933’te Kahire’de basılacak, ancak Arap harfleriyle basılmış olması ve ir­ticaî yayın kapsamına alınması üzeri­ne Türkiye’ye sokulmayacaktı.

Daha çarpıcı olan husus, bu du­rum öldükten sonra da devam etmiş, onu anmak için yapılan küçük çaplı programlar dahi soruşturma konusu olmuştu. Özetle Millî Şair milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nda asla kabul edemeyeceğini belirttiği ‘vata­nından cüda edilmişti’.

Safahat’ı oluşturan kitapların harf devriminden 1943 yılına kadar bir daha basılamayışı da acıdır fakat ha­kikattir.

Mısır’da da takip edildi

İstiklal Şairi’ni yad ellere sürük­leyen dönemin Türkiye’si, huzurlu yaşamak umuduyla gittiği Mısır’da da yakasını bırakmamıştı. 28 Ağustos 1936 tarihli ve 117 kodlu istihbarat ra­porunda Akif’in Türkiye’deki devrim­lerle ilgili görüşlerine yer veriliyordu:

“Bir zamandan beri Mısır’da ihti­yar-ı ikamet eyleyen (oturmayı seçen) İslâm şairi unvanı ile maruf Safahatçı Şair Akif, üç haftadır Antakya ve civa­rında dolaşmaktadır. Şair Akif, Antak­ya’da hep eşraf ile düşüp kalkmakta­dır. Antakya eşrafının hemen hepsi ya Arap millicisi veya Fransız uşağıdır. Şair Akif, bu ictimalarda (toplantılarda) ulu orta hilâfetten, hilâfetin lüzum-u şer’i ve akli ve siyasisinden (akli, şer’i ve siyasi açıdan gerekliliğinden) bahsetmektedir… Şapka ve Türkçe Ezan hakkında bir çok kimseler Şair Akif’ten reyini (görüşünü) sormuş, o da, “Şapka giymek, doğrudan doğruya Avrupalıya benzemek maksadı ile ya­pıldığı için tamamen küfürdür. Türkçe Ezan ise kat’iyyen mekruhtur. Namaz caiz değildir. Lâtin hurufatı (harfleri) ise, Kur’an-ı Kerim’i tağyir eylediği (de­ğiştirdiği) cihetle Şer’an mekruhtur. Aynı zamanda Türk Müslümanlarla Arap Müslüman’ı bir birinden ayıran bu üç bidat… haram, mezmum (kötü, ayıp)… cevabını vermiştir.”

Şuuru inkıta’a uğratan bu belgeler­den sonra bir soru akıl kuyumuzun derinliklerine doğru salınıyor: Millî şairine bunları reva gören başka bir ülke var mıdır?