Musikinin Mevlanası Tanburi Cemil Bey

SAMET TİNAS
Abone Ol

Osmanlı İmparatorluğu’nunyıkılış devrinde musıkîtarzımızı yenidenşekillendiren büyük ustayıdinlemeye hazır mısınız?İlginç hayat hikâyesi,enstrümanlara benzersizhakimiyeti ve günümüzeintikal eden tesirleriylevefatının 100. yıldönümündeTanburî Cemil Bey…

Zihnim bu şehirden bu devirden çok uzakta
Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta
Yahya Kemâl

Modern Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Yahya Kemâl’in Paris’ten döndüğü yıllardı. Hayranı olduğu Paris ile hamurunun yoğrulduğu İstanbul arasında bocalayan şairin, Fransız kültürünün amansız tesiriyle Avrupa’ya dönmek sevdasında olduğu günler... Orhan Şâik Gökyay’dan öğrendiğimize göre İstanbul’da kalmasını isteyen bazı dostları “Tanburî Cemil Bey’i dinletelim ona, o musikîyi sever, o münâsebetle gitmez, kalır!” derler. Bunun üzerine Şevket Bey’in musikî meşklerine açtığı Kadıköy’deki evine Yahya Kemâl Bey’i götürürler. Fasıl başlar. Eline bir kemençeyi, bir tanburu alan Cemil Bey harikulâde taksimleri ve icralarıyla büyüler genç şairi.

Bu hatırasını nefis Türkçesiyle anlatan Yahya Kemâl, “O zaman karşımda altından bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim!” demekten kendini alamaz.

Neydi Yahya Kemâl Bey’e “buralı” olduğunu hatırlatan nağmeler, neydi bu kuvvetli arzuyu tebdil eden sır? Bunu henüz bilemiyoruz. Çünkü neyzenlerin kutbu Niyazi Sayın’ın dediği gibi hâlâ Cemil Bey’i tefsir etmekle uğraşıyoruz. “Ölülerimizi sevdiğimiz kadar, onlardan kaçıyoruz da galiba” diyen oğlu Mesud Cemil Bey’in hercaî hayatı dolayısıyla vesikaları muhafaza edemediğine hayıflandığı hatıralarında arıyoruz onu. Eski taş plak kayıtlarında, gazetelere yazdığı makalelerinde, günümüze intikal eden siyah-beyaz resimlerinde...

10-12 yaşlarındayken içerisindeki hazine belirmeye başlamıştı küçük Cemil’in. Kilerin raflarından aldığı bardaklara suları dolduruyor; bir elinde maşrapa, diğer elinde değnekle sesleri dinliyordu. Zaten bütün hayatı sesleri aramak ve dinlemekle geçecekti. Sonraki zamanlarda bu hal kendisinde o derece tesirli oldu ki, henüz gençlik yıllarında müptelâ olduğu asabiyet hastalığının da saikiyle Mozart gibi garip tavırları sâdır olmaya başladı.

Hayatın dar kalıplarına sığamaz, hiçbir şeye odaklanamaz oldu. Gittikçe artan melankolik hali, gayet ciddi olan mizacında tebessümü hepten silmişti. Son zamanlarında evine kapanmış, münzevî bir hayat yaşıyor, okuyor, yazıyor, saz çalıyor ve çok sevdiği kedileriyle meşgul oluyordu. Hayatın keşmekeşinden uzakta tutmak istediği oğlunun da ya Mevlevî olmasını yahut kunduracılık gibi bir zanaatla iştigal etmesini istiyordu.

1871 yılında dünyaya gelen Tanburî Cemil Bey’in çocukluğunda uğradığı mekânların başında Âdile Sultan’ın hediye ettiği Taşkasap’taki çiftlik evi gelir. Amcası Refik Bey ve ağabeyi Ahmed Bey’le beraber yaz tatillerinde gittikleri bu evde tabiatla iç içe vakit geçirir, engin ufuklara bakar ve tefekkür ederdi.

Çiftliğin hizmetkârı Lenber Ağa çocukları göz önünde tutmakla vazifelendirilmiş tanbur çalan biriydi. Belki de küçük Cemil’in sanat cevherini gören ilk insan… Cemil, o yokken duvardan tanburu alır, garip nağmelere dökerdi içini. Bu tecrübenin getirdiği bir hediye, kısa zamanda Cemil’e ağabeyi Ahmed’den geldi. Ahmed Bey’in verdiği küçük tanburu koynuna alıp yatan Cemil’in hayalleri gerçekleşmiş, ruh dünyasının namütenahi hazzını tellere dökmek fırsatını bulmuştu.

Cemil Bey’in kendisine idiyeti hâlâ tartışılan kabrinin Merkezefendi Mezarlığı’ndaki eski ve yeni hali.

Her sazda mahir

Küçük yaşta babasını kaybeden Cemil, “İstanbullu Türk münevveri tipinin hâlis vasıflarını” uhdesinde barındıran amcası Refik Bey’in yanında yetişmişti. Burada Greguar Efendi’den Fransızca dersleri alıyor, meşhur Kemanî Ağa’dan musikinin teknik bilgilerini öğreniyordu.

Refik Bey’in vefatıyla 13 yaşında olan Cemil Bey amcazâdesi Mahmud Bey’in himayesine geçti. Artık İstanbul’un musikî sever muhitlerinde şöhreti alabildiğine yürüyor, eline aldığı her sazı mahir bir üslupla çalıyor, lakin hissiyatını ezgilere tam mânâsıyla intikal ettirecek bir vasıta bulamıyordu. Tanbur, kemençe, lavta, çöğür, viyolonsel, ud, keman gibi mızraplı ve yaylı sazları adeta dans ettiriyor fakat gayesine bir türlü ulaşamıyordu.

Kim bilir, belki de gayesinin dahi farkında değildi. Yalnız bu sebepten alto kemençeyi yaptırmış ve sırf bunun için yaylı tanburu bulmuştu. Sineklibakkal’daki evinde büyük beyaz bir gemiyi dev bir çalgı haline getirmek tasavvuru, o müthiş muhayyilesini anlamamıza kâfi değil midir? Onun makamları alışık olmadık tarzda kullanışı “Acaba farklı ne yapılabilir?” diye zihninden geçirdiğini tedai ettiriyor insana.

Süratle yayılan şöhreti sayesinde Cemil Bey soluğu devrin büyük tanbur üstadı Ali Efendi’nin yanında aldı. İcra ettikleri meşklerden birinde Ali Efendi’nin, “Evladım, bunca senedir bu sazı çaldım. Eh, şöyle böyle biraz yendik de sanırdım. Şimdi, seni dinledikten sonra bir daha tanburu elime almayacağım” sözleri dillerden dillere dolaşıyor; Cemil Bey’i adeta efsaneleştiriyordu.

Tanbura yepyeni bir hayatiyet kazandıran Cemil Bey’e klasik tavrın haricinde bir tavır geliştirmesinden dolayı “Bu tanbur tavrı değil” şeklinde itirazlar da geliyordu. Rauf Yektâ Bey bunu “Şüphesiz Cemil Bey’in tavrı tanbur tavrı değil idi. Öyle olsaydı Cemil Bey’in, diğer tanburîlerden büyük bir farkı olmaması lazım gelir idi. Cemil Bey ise tanburda bütün mânâsıyla bir mübdi, bir müceddid (yenilikçi) idi” şeklinde ifade eder.

Bu tavır farkı meselesine en güzel noktayı, son devrin büyük münevveri İbnü’l-Emin Bey Hoş Sadâ isimli eserinde koyar: “Bize gelince ‘Gönül güzellere hep başka başka mâildir’ (düşkündür) mısraına mâsadak olarak (mısraında söylendiği gibi) ruhu gaşy edecek (coşturacak) derecede üstâdâne çalındıktan sonra ‘atik’ini (eskisini) de ‘cedid’ini (yenisini) de kemâl-i zevk ile dinler, inleriz.”

Cemil Bey’in musikîdeki bu muvaffakiyetini, en veciz şekilde oğlu Mesud Cemil Bey, Üstad Niyazi Sayın’a ifade etmişti. Şimdi kulaklarımızı Cemil Bey kâşiflerinden Niyazi Bey’e verelim:

“Mesud Bey’in ve babasının değeri hakkında söz söylemek kolay değil. Babası hakkında radyoda hiçbir şey söylemez, programa Cemil Bey’e ait bir şarkı koysalar, derhal ‘Bunu çıkarınız!’ der, sadece babasına olan iltimas gibi bir halin zuhur etmemesi için… Kadıköy’e giderken vapurda bana ‘Babam musikînin Mevlana’sıdır’ dedi. Ben de o anda nasılsa zuhur eden güzel bir şey söylemiş olduğumu zannediyorum, ‘Siz de musikînin Sultan Veled’isiniz’ dedim.”

Türk Sanat Musikîsi, İmparatorluğun siyasî ve askerî tarihinin aksine bir mumun sönmek üzere iken bir anda parlaması gibi son devirde müthiş bir ivme kazanmıştı. Bugünkü müzik kulağımızı borçlu olduğumuz büyük deha III. Selim’den Dede Efendilere, Yusuf Paşalara kadar klâsik tavır zirvesine ulaştı. Fakat Tanzimat’ın Doğu-Batı arasındaki ikiliğinden musikîmiz de nasibini alacak ve Batı müziği saraya usulca yerleşmeye başlarken, Türk müziği de bu rüzgar karşısında ayakta kalmaya çalışacaktı.

Son Sultan’ın huzurunda

II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri ordusunun yanında Mehterhâne’yi de lağvetmesi, Avrupaî ordu tesisini beraberinde getirdi. Kurulan Muzika-yı Hümâyun saray çevresinde Batı müziğine revaç verirken Türk müziğinin geri plana atılmasına sebep oldu.

Sultan Abdülaziz Han’ın Türk müziğini sevmesi, hatta lavta ve ney çalacak seviyede bu sanata hâkimiyeti Saray’ın alaturka takımını kuvvetlendirmiş ve zenginleştirmişti. Bilâhare tahta geçen Sultan II. Abdülhamid ise Türk musikisine de vakıf olmakla birlikte gamlı şarkılar yerine daha çok alafranga müziği dinlemekten hoşlanıyordu. İşte Cemil Bey’in şöhretinin İstanbul’da nam saldığı devirler II. Abdülhamid’in saltanat yıllarında denk geliyordu.

Tanburî Cemil’in eşsiz kabiliyetinin saray duvarlarının ardına geçmesiyle bir gün bir çavuş Cemil Bey’in kapısını tıklatır: “Efendimizin irâde-yi seniyyeleriyle Cemil Bey’i huzur-ı hümâyuna götürmek üzere geldim. Aceledir, hemen hazırlansınlar; birazdan bir araba gelecek.”

Lâkin Cemil Bey evde değildir. Çağırılış sebebinin ne olduğu bilinmediği için telaşa kapılan ev ahalisini teskine komşuları koşar. Akşam saatlerinde bu sefer bir yaverin Cemil Bey’i gelip sorması neticeyi yine değiştirmez. Cemil Bey yoktur… Meğer o esnada, Nişantaşı’nda Âtıf Bey’in evinde meşkteymiş. Çok geçmeden evin kapısı çalınır ve Cemil Bey’in saraydan beklendiği beyan edilir. Cemil Bey telaşa kapılır. Muzika-yı Hümâyun sazendelerinin yanına verileceğinden endişe etmektedir. Sırmalı esvaplar içine girmek istemeyen, resmî törenlerin intizamının sanatını ve kendisini daraltacağı fikriyle sarayın kupa arabasına biner.

Nihayet Cemil Bey Padişahın huzurundadır. Sultan Hamid, kendisine beklenenden daha fazla teveccüh eder. Hâriciye Umûr-ı Şehbenderî Kalemi’ndeki hulefâlığını başkâtipliğe yükseltir, bir Mecîdî nişanı ile tâltif eder, 300 de altın verir.

Cemil Bey o gün huzurda iki saat kalır. Evvela kemençeyle Marş-ı Sultânî çalar. Sonra tanbur ile Tâhirbûselik Peşrevi ve akabinde taksimler… Fakat bir müddet sonra kulağına “teessür-i şâhânenin mûcib olduğu” fısıldanınca, ustaca tertiplediği, büyük maharet gerektiren bir eğlenceyi devreye sokar. Kemençe ile ninni çalar; çocuk ağlayışını taklit eder, hatta ‘Fatma Hanım!’ ve bekçinin ‘yangın var’ diye bağırması gibi insan sesleri çıkartır.

Bunun üzerine Sultan Hamid’in paravanın arkasından: “Âferin Cemil Bey! Kemençede bu pek güçtür” dediğini sonraları Cemil Bey’in ailesinden öğreneceğiz.

Gerek müziğimize getirdiği canlılık, gerekse okumaya ve dinlemeye doyamadığımız ilginç hayat hikâyesiyle Tanburî Cemil Bey 1916 yılının Temmuz’unda 45 yaşında dünyaya veda etti. Ölmeden evvel son dakikalarında hayat arkadaşına “25 sene rindâne yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum. Lâkin sizin için bâdi-yi ıztırâb (ızdırap sebebi) oldum. Afvediniz! Kendinize ve Mesud’a iyi bakınız…” diyerek zaten hiç ünsiyet kuramadığı hayata gözlerini yumdu.

  • Musiki dehası
  • Tanburî Cemil Bey, o zamana kadar az mızrap vuruşu ve nazlı bir edayla çalınan tanbur tavrını, sert vuruşlar ve süratli perde basışlarıyla değiştirmiş, Türk müziğinde yepyeni bir ekol oluşturmuştur. Ayrıca enstrümanlardan insan ve hayvan sesleri çıkarmak suretiyle sazları konuşturarak musikideki maharetini göstermiş, Klasik musikimizi Halk Müziğiyle beslemiştir. Gerek plakları, gerekse verdiği konserlerle devrinin en büyük “virtüözü” olarak kabul edilen Cemil Bey, “dâhi” olarak kabul edilmiştir.