Osmanlı eyaletleri nasıl yönetmişti?

PROF. DR. ABDÜLKADİR ÖZCAN
Abone Ol

İlk zamanlarda “beylerbeyilik” ve “vilâyet” kavramları kullanılmış, “eyalet”kavramı sonraları ortaya çıkmıştı. Kuruluş yıllarında fethedilen yerler,emeği geçen beyler ile hanedan mensuplarının idaresine verilirdi.

Çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin taşra idaresinde eyalet dışında çeşitli idarî birimler vardı. Yarı bağımsız sayılabilecek birimlerden Raguza (Dubrovnik) Cumhuriyeti Edirne’nin fethinden hemen sonra Osmanlı Devleti’nin haraçgüzarı olmuş ve bu durum 1806’da Fransızların işgaline kadar devam etmiştir.

Fatih Sultan Mehmed Ege adalarını fethederken itaat eden Sakız Cumhuriyeti’ni haraçgüzar olarak bırakmış, bu durum 1566’ya kadar sürmüş, vergisini göndermeyi ihmal edince merkeze bağlanmıştır.

1475’te Osmanlı himayesine giren Kırım Hanlığı ise 1774’e kadar varlığını sürdürmüş ve 9 yıl sonra Rus işgaline uğramıştır.

1517’de Memlük Sultanlığı’nı ilhak eden Osmanlılar Mekke-i Mükerreme’nin idarî yapısını değiştirmemişler, bu kutsal belde Emirlik olarak adeta yarı bağımsız bir şekilde varlığını 19. yüzyıla kadar sürdürmüştür.

Eflak ve Boğdan voyvodalıkları özel idarî statülerini Osmanlı himayesinde yüzyıllarca devam ettirmişlerdi. Günümüz Romanya’sının kuzeybatısında Transilvanya diye de anılan Erdel ise Kanuni Sultan Süleyman zamanından 19. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Devleti’ne tâbi bir krallık olarak yaşamıştır.

Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Mısır’ı da içine alan Ortadoğu’daki ilhakları sonrasında Arap (Şam, Halep), Alâüddevle (Dulkadırlı=Maraş-Elbistan) ve Diyarbekir eyaletleri teşkil edilmişti. Bu arada Anadolu Yarımadası’nın doğu ve güneydoğusunda Diyarbekir, Bağdat ve Van beylerbeyliklerine bağlı çok sayıda Yurtluk-Ocaklık, Hükümet veya Hakimlik denilen yarı bağımsız görünümlü aşiret sancakları da bulunuyordu. Bunların çoğu İdris- i Bitlisî’nin (ö. 1520) özel girişimleriyle Osmanlı Devleti’ne bağlanmış ve yüzyıllarca genellikle sorunsuz bir şekilde yönetilmişlerdi.

Bitlisî aşiretler arasında dolaşırken Yavuz tarafından kendisine üzeri tuğralı boş kâğıtlar verilmiş, o da bunları yöre beylerini ve halkı devlete ısındırmak amacıyla kullanmıştı.

Bu yerlerin hakimleri vergileri toplar, gerekli harcamayı yaptıktan sonra artarsa kalan meblağı merkeze gönderirlerdi. Gerektiğinde merkezin emriyle bağlı oldukları eyalet valisinin emrinde seferlere katılırlardı.

İlk zamanlarda “beylerbeyilik” ve “vilâyet” kavramları kullanılmış, “eyalet” kavramı daha sonraları ortaya çıkmıştı. Kuruluş yıllarında fethedilen yerler, emeği geçen beyler ile hanedan mensuplarının idaresine verilmişti. Karacahisar’ın fethinden sonra Orhan Bey babası tarafından buraya gönderilmiş, Osman Gazi’nin son zamanlarında onun isteği ve izniyle ordu kumandanlığı yapmıştı.

Gelibolu üzerinden Avrupa’ya geçtikten sonra ‘Rumeli Fatihi’ olarak anılan Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşa icraatları bakımından gayrı resmî ilk sancak beyi kabul edilebilir. Henüz eyalet yoktur.

Edirne’nin fethinden sonra 1362’de Osmanlı Devleti’nin ilk eyaleti olan Edirne merkezli (daha sonra Sofya ve ardından Manastır, Paşa Sancağı olacaktır) Rumeli Beylerbeyliği teşkil edildi ve başına hanedan dışından I. Murad’ın lalası Şahin Paşa getirildi. Orhan Gazi’nin azatlı kölelerinden olması kuvvetle muhtemel bulunan bu zat, Osmanlı Devleti’nin ilk resmî beylerbeyisidir.

Bir süre sonra Yıldırım Bayezid döneminde sorunların daha kolay çözümlenmesi için Boğaz’ın Anadolu tarafında 1393’te önce Ankara, sonra Kütahya merkezli Anadolu Beylerbeyliği teşkil edildi ve başına Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından olması kuvvetle muhtemel Aykut Alp’in torunu Kara Timurtaş Paşa getirildi. Fakat üstünlük Dârü’l-cihâd olan Rumeli Beylerbeyliği’ndeydi.

Yüzyıllarca bu böyle devam etmiş, taşra valilerinden Divan-ı Hümâyûn’a katılma hakkı sadece Rumeli beylerbeyine verilmiştir. Hatta gerekli durumlarda Fatih ve Kanuni’nin ünlü veziriâzamları Mahmud ve İbrahim paşalar sadaretle birlikte uzunca bir süre Rumeli beylerbeyliğini de uhdelerine almışlardı.

Osmanlı beylerbeyliklerinin üçüncüsü Sivas merkezli olup Amasya-Tokat yörelerini de içine alan ve 1413’te kurulan Eyâlet-i Rum’dur. Teşkilinin başlıca sebebi, Timur ve oğullarının sürekli tehdididir. Zamanla sınırları Karadeniz’e doğru genişlemiştir.

1468’deki kesin zaptından sonra bir şehzade ve lalasının idaresine verilen Karaman ili bir süre sonra eyalet haline getirilmiş ve bir beylerbeyinin yönetimi altına sokulmuştur.

Karaman dışında Manisa, Amasya, Kütahya, Kastamonu ve Menteşe gibi eski beylik merkezleri genellikle şehzade sancağı olarak padişah oğullarının idaresine verilmiştir. Bundan amaç, eski bey ailelerinden olanların beyliklerini ihya girişimlerini önleme endişesi olmalıdır.

Kanuni döneminde Arap vilayeti Halep, Şam ve Mısır beylerbeyliklerine ayrıldı. 1533’te Kuzey Afrika’da Cezayir Beylerbeyliği kuruldu ve başına Kaptanıderya Barbaros Hayreddin Paşa getirildi.

Makbul İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı yıllarında Osmanlı Devleti’nde Rumeli, Cezayir, Anadolu, Karaman, Rum (Amasya-Tokat ve Sivas), Alâüddevle/Dulkadırlı (Maraş-Elbistan yörelerini içine alan bölge), Diyarbekir, Şam ve Mısır eyaletleri vardı. Kanuni dönemindeki fetih ve ilhaklar yeni beylerbeyiliklerin ortaya çıkmasında etkili olmuştu.

Yakına ayrı, uzağa ayrı sistem

Daha sonra Cezayir-i Bahr-ı Sefid adıyla Akdeniz ve günümüz Ege Denizi’ndeki adalardan oluşan KaptanPaşa eyaleti kurulacaktır. Buradaki sancak beyleri “derya beyi” unvanıyla anılırdı. Doğuda Azerbaycan, Bağdat, Van, Erzurum; batıda Budin ve Temeşvar beylerbeyilikleri de bu padişah zamanında kuruldu.

II. Selim zamanında 1568’de Kefe Sancağı müstakil beylerbeyilik olarak merkeze bağlandı. Kıbrıs, Tunus ve Trablusşam eyaletleri teşkil edildi. 1578-90 yılları arasındaki Osmanlı- Safevî ilişkileri sonrasında doğuda yeni beylerbeylikler teşkil edildiyse de, Kars ve Çıldır dışındaki eyaletler uzun ömürlü olmadı. Bazı eyaletlerin geçici ve stratejik amaçlı olduğu belirtilmelidir. Mesela küçük olmalarına rağmen askerî önemlerinden dolayı Eğri 1596’da, Kanije ise 1600 yılında eyalet yapılmıştı. 16. yüzyıl sonlarında eyalet sayısının çoğalması Selânikî ve Gelibolulu Âlî gibi tarihçiler tarafından eleştirilmiştir.

Uzak ve büyük eyalet beylerbeylerinin vezir rütbesinde olmasına özen gösterilirdi. 17. yüzyıldan itibaren hemen her beylerbeyinin vezir rütbesine tayini vezirliğin değerini düşürmüştür.

Aynı yüzyılın başlarında yaşamış Ayn Ali Efendi’nin eserinde imparatorlukta 32 eyaletin varlığından söz edilir. Bulundukları bölgeleri daha etkili denetleyebilmek için 17. yüzyılda Balkanlarda Özi (Silistre) ve Ortadoğu’da Sayda, eyalete dönüştürülmüş sancaklardandır.

Osmanlı Devleti’nde eyaletler timarlı ve sâlyâneli olarak ikiye ayrılırdı. Timar sistemine bağlı olanlarda toprağın mülkiyeti devlete ait olup işletilmek üzere timarlı sipahi denilen kişilerin tasarrufuna verilirdi. Onlar da işledikleri toprağın getirisine göre her türlü masrafı kendilerine ait olmak üzere ‘cebelü’ denilen atlı asker yetiştirmekle yükümlü tutulurlardı. Mirî arazilerde zeamet ve has tevcihleriyse yüksek rütbeli devlet ricaline yapılırdı. Bu toprakları tasarruf edenler de aynı yükümlülüğe, yani cebelü yetiştirme mecburiyetine tâbiydiler. Beylerbeyiler topladıkları gelirleri önce eyaletlerindeki askerî ve malî giderler için harcar, artanı ‘irsaliye’ adı altında merkeze gönderirlerdi.

Sâlyâneli eyaletlerdeyse durum farklıydı. Buralarda toprak timar, zeamet, has diye tevcih edilmez, yıllık maktu (belirli) vergi karşılığında merkezden gönderilen beylerbeylerinin idaresine verilirdi. Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Şehrizor, Lahsa, Yemen ve Kuzey Afrika’daki Cezayir, Trablusgarp ve Tunus gibi merkeze çok uzak eyaletler sâlyâneli olup timar sistemi dışında örgütlenmişlerdi. Buralardan toplanan vergiler yerinde yapılan gerekli harcamalardan sonra artanı merkeze gönderilirdi. Habeş eyaleti ve Mekke Emirliği gibi geliri çok düşük yerlere başta Mısır olmak üzere yüksek gelirli yerlerden destek gönderilirdi.

Kimler beylerbeyi olabilirdi?

Osmanlılarda eyaletin idarî ve askerî amiri olan beylerbeyi, Selçuklu, İlhanlı ve Memlüklerdeki “mîr-i mîrân”, “emîrü’l-ulus” veya “emîrü’l- ümerâ” karşılığı kullanılmıştır. Bu kavram son yüzyıllarda vali şeklinde ifade edilmiştir. Fatih’in Teşkilât Kanunnamesi’nde mal defterdarının, nişancının, yüksek rütbeli kadı ve sancak beylerinin beylerbeyi olabileceği belirtilir. O sıralarda henüz ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıfları net olarak ayrılmamıştır.

Sonraları beylerbeyilik makamına genelde Acemi Ocağı’nda veya sarayda Enderûn Mektebi’nde eğitim almış, yıllarca hassa ordusu ve saray hizmetlerinde bulunup daha sonra çeşitli yerlerde sancak beyliği yapmış kişilerle yüksek rütbeli bürokratlar getirilmişti. Bazen yüksek rütbeli bir saray görevlisiyle yeniçeri ağası da dış hizmete doğrudan beylerbeyi olarak tayin edilebilirdi. Bunun sebebini anlayabilmek için ‘Kul Sistemi’nin bilinmesi gerekir.

Kul sistemi neydi?

Bu kavram devşirme kökenli mülkî ve askerî idarecilerle kapıkulu askerleri için kullanılırdı. Bu görevlilerin hukukî anlamda köle olduklarını söylemek mümkün değildir. Zira bunlar devletle zimmet akdi (sözleşmesi) yapmış hür Hıristiyan ailelerin çocuklarıdır. Başta yeniçeriler olmak üzere kapıkulu askerleri padişahın hassa askeri statüsündeki ordusudur. Enderûn’da yetiştirilen seçme kullar ise aldıkları eğitim gereği benliklerini padişahın şahsında eritmiş kişilerdi. Nitekim 16. yüzyılın ünlü nişancısı Feridun Ahmed Bey, “Kul huddâm-ı saltanattır. Sadâkat ve ubûdiyet bunlardadır” (Kul taifesi saltanatın hizmetçileridir, sadakat ve kulluk bunlardadır) derken bu gerçeğe parmak basar.

Osmanlılarda devlet hizmetlerinde Türk asıllı olmayan kişilerin istihdamı Osman Gazi’ye kadar gider. Savaş esirlerinden asker olarak yararlanma ise I. Murad, hatta Orhan Gazi döneminde kadar uzanır. Kulların devlet idaresinde kullanımının tarihi de oldukça eskidir. Fakat Enderun’un açılması ve eğitime başlaması II. Murad zamanında, teşkilatlanması ise oğlu Fatih zamanında olmuştur.

Eyaletler sancak (liva) adı altında daha küçük idarî birimlere ayrılırdı. Osmanlı taşra idaresinde çekirdek birim sancaktı. Hatta beylerbeyinin oturduğu merkez sancağa Paşa Livası veya Paşa Sancağı denilirdi. Beylerbeyinin başlıca görevi, halkın güvenliğini sağlamak, kanun dışı davranışları takip etmekti. Kadılar ve mal defterdarları beylerbeyinden bağımsız olup doğrudan merkeze bağlı görevlilerdi.

Barışın ve savaşın beyleri

Aynı şekilde kalelerde görevli yeniçeri garnizonları da beylerbeyinin denetimi dışındaydı. Bu uygulamada amaç, eyalet idaresinde hassas bir denge ve kontrol sistemi kurmaktı. Sık beylerbeyi tayin ve azilleri biraz da bu amaca yönelik olup idarecilerin bulundukları bölgede fazla güçlenmelerini önlemeye yönelik bir tedbirdi.

Vali diye de anılan beylerbeyiler bulunduğu eyaletin mülkî amiri ve en yüksek askerî kumandanıydılar. Onlar her şeyden önce emri altındaki timarlı sipahilerin zapturaptından sorumluydu.

Hiyerarşik olarak timarlı sipahiler alay beylerine, alay beyleri sancak beylerine, sancak beyleri de beylerbeyilere karşı sorumluydu. Eyalet kuvvetleri devlet ordusunun çok önemli bir kısmını oluştururdu.

Merkezden sefer emri alan beylerbeyi ve sancak beyleri yukarıdaki hiyerarşik düzene göre timarlı sipahileri toplar ve en kısa sürede belirlenen yerde esas orduya katılırlardı. Timarlı sipahilerin tayin ve terfilerinden beylerbeyiler sorumluydu. Beylerbeyi kendi eyaletinde merkeze sormadan belirli miktara kadar timar tevcihi yapma yetkisine sahipti.

Önemli ve büyük eyaletlere üç tuğlu ve vezir rütbesinde, küçüklere iki tuğlu beylerbeyiler atanırdı.

Beylerbeyilerin barış ve savaş zamanlarına mahsus görevleri vardı. Barış zamanındaki başlıca görevleri reayanın haklarının korunması, eyaletinde emniyet ve düzenin sağlanması, seferlere katılma, belli bir miktara kadar timar tevcihi (tezkiresiz) ve başkanlığında toplanan divanı yönetmektir.

Divan-ı Hümâyûna müracaat hakkı Beylerbeyileri, görev yaptıkları sancakta belli zamanlarda divan toplar, halkın sorunlarına çözüm ararlardı. Çözümden memnun kalmayan kimse payitahttaki Divan-ı Hümâyûna başvurabilirdi. Süleymanname’de yer alan üstteki minyatürde Kanuni devrinde yapılan bir divan toplantısı görülüyor.

Önceleri uzunca süre makamda kalabilen beylerbeyiler 17. asırdan itibaren sadece bir yıl kadar görevde kalabilmişlerdir. Ancak uzak eyaletlerden Şam’da Azmzâdeler, Musul’da Celilîzâdeler, Mısır’da Kazdağlılar, Tunus’ta Muradîler ve Hüseynîler, Trablusgarp’ta Karamanlılar, Bağdat’taysa Eyüplü Hasan Paşazâdeler ve ardından Kölemen (Memlûk) asıllı valiler uzun süre iktidarda kalmışlardır.

Mahallî hanedanlar

16. asırda merkezde başlayan bozukluklar, çok geçmeden taşraya da sirayet etti. Kanuni zamanında oğulları Selim ve Bayezid arasında başlayan taht kavgaları, Selim’in düzenli devlet ordusuna karşı Bayezid’in halktan yazdığı “yevmlü” denilen ücretli askerleri Anadolu’yu kargaşa içinde bırakmıştı. Bundan böyle taşrada önemli merkezlere yeniçeri garnizonları gönderilmeye başlanacaktı. Bu yeniçeriler zamanla bazı eyaletlerde, özellikle uzak olanlarda güçlenip kontrolü ele geçirdiler.

Merkezde devşirme, taşradaysa timar sisteminin bozulmasından sonra timarlı sipahi ve toprak düzeni de işlemez hale gelmişti. Vergi gelirleri iltizam yoluyla nakdî olarak toplanmaya başlanmış, beylerbeyilere maiyetlerinde “kapı halkı” adıyla askerî ve sivil her türlü işlerini görebilecek kişiler bulundurma hakkı verilmişti. Bunların her türlü gideri bağlı oldukları beylerbeyilere aitti.

17. yüzyıldan sonra sıklaşan azil ve tayinler yüzünden başıboş kalan bu levendler bulundukları bölgelerde adeta terör estirirlerdi.

Bunu önlemek için merkezden ‘adaletnâme’ adıyla padişah fermanları gönderilirdi. Mısır’da ise kontrol mahalli Memlük beylerinin eline geçmişti. Anadolu’da 17. yüzyılda Abaza Paşa’ya bağlı mahallî güçler hakim durumdaydı.

Eyaletlerde asıl değişiklikler timar sisteminin bozulmasıyla başladı. Bu sistemin işlemez duruma gelmesiyle merkezî idare iltizam sistemini devreye sokmuştu. Buna göre vergi gelirleri doğrudan nakit olarak hazine adına toplanıyordu.

Zamanla valilerin makamlarında kalabilmeleri bu gelirleri düzenli toplama şartına bağlandı. Bu, uzak eyaletlerde zaten öteden beri uygulanan salyâneli sisteme benziyordu. Bu arada timarlı sipahi de kalmadığından valilere her türlü masrafları kendilerine ait olmak üzere kapı halkı bulundurma müsaadesi verilmişti. Ancak sık azil ve nakillerde bir süreliğine işsiz güçsüz kalan kapı halkı bulundukları bölgede adeta terör estirirlerdi. İltizam sistemi ve bunun getirdiği kapı halkı uygulaması eyaletlerin 18. yüzyılda daha özerk olmaları sonucunu doğurdu. ‘Ayan’ denilen taşra ileri gelenleri gittikçe güç kazandılar; merkezden gönderilen valiler bile kısa sürede onların güdümüne girdiler. Hatta bazı ayanlar bulundukları yerin valiliğini bile ele geçirdiler. Böylece zamanla mahallî hanedanlar ortaya çıkmaya başladı.

II. Mahmud zamanında merkezî devletle masaya oturacak kadar güçlenen ayanlarla Sened-i İttifak (1808) adıyla bir sözleşme imzalandı. Adeta tahtını borçlu olduğu Alemdâr Mustafa Paşa’yı sadrazam yapmak zorunda kalan Padişah, çok geçmeden doğrudan merkezî otoriteyi güçlendirmenin yollarını aramaya başladı.

1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra eyaletler malî ve askerî bakımlardan güçlü ‘müşîrlerin’ idaresine verildi. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonraysa eyaletlerin malî idaresi bağımsız ‘muhassıllara’ bırakılarak müşirlerin malî yetkileri ellerinden alındı. Daha sonraki yıllarda eyalet sisteminde Batı etkisi altında önemli değişiklikler yapıldı.

Valilerin sorumluluğunu paylaşan eyalet meclisleri kurulurken birçok eyaletin sınırları da daraltılacaktır. 1864’te Eyalet Nizamnamesi çıkarılınca eyaletin yerini vilayet kavramı aldı ve bu sistem Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürdü. Günümüzde vilayetler “il” adıyla anılmaktadır.