Turan Kışlakçı: "Ortadoğu Osmanlı sonrası yetim kaldı!"

MUNİSE SİMSEK
Abone Ol

Ortadoğu’nun yüzü bir türlü gülmüyor. Ardında yüzbinlerce ölü ve milyonlarca mülteci bırakan Suriye iç savaşı küresel bir krize dönüşmüş durumda. Derin Tarih editörü Munise Şimşek bölgeyi yakından tanıyan Turan Kışlakçı ile yalnız Suriye krizini değil, Osmanlı’nın çekilişinden günümüze Ortadoğu’daki hazin tablonun sebeplerini konuştu.

İster istemez gündemimizi en fazla meşgul eden konu Suriye iç savaşı. Bu savaşın tarihî ve siyasî sebepleri nel­er? Sürecin bu noktaya gelmesinde Baas yönetiminin rolü nedir?

Arap coğrafyası Osmanlı sonra­sında yetim kaldı. Sahipsiz kaldı. İki Cihan Harbi arasında bu coğ­rafyanın halkları Emperyalist yö­netimlere direndi. 2. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarını ka­zanmış olsalar da, emperyalistler bölgeyi piyonlarına bırakıp ayrıl­dılar. Soğuk Savaş döneminde KGB veya CIA aracılığıyla darbelerle ik­tidara gelen diktatör rejimlerin Do­ğu ya da Batı Bloku uğruna halkla­rına yapmadıkları zulüm kalmadı. Bu dönemlerde iktidarlara taşınan isimler azınlıklardan veya tanın­mamış ve sömürgecilerle iş tutmuş ailelerden seçiliyordu. Esed ailesi de bunlardan biriydi. Beşşar Esed’in dedesi Süleyman, Fransızlarla bir­likte çalışmış bir işbirlikçiydi.

2011’de başlayan ayaklanmadan önce de Suriye’de uzun bir direniş ve muhalefet tarihi var. 1920-46 arasında Fransızlara, 1963-2011’de de Baas rejimine karşı direniş sür­dürüldü. Ancak halk iktidar tara­fından her dönemde barbarca katle­dildi. Öyle ki, Osmanlı döneminde Arap edebiyatının anayurdu olan Suriye’de Fransız mandası dönemin­de “Mehcer Edebiyatı”, Baas rejimi dönemindeyse “Cezaevi Edebiyatı” gelişti. En basitinden Tedmür Ceza­evi’ndeki işkenceler, Hama Katliamı zihinlerde tazeliğini korumakta.

Suriye’de Esed (Baas) rejimine karşı yapılan gösteriler, Tunus dik­tatörü Bin Ali’nin ülkesini terk et­mesinden sonra başlamıştı. Protes­tolar aylarca “silmiyye” (barışçıl) olarak devam etti. Deraa, Duma, Harasta, Hama, Humus, Baniyas, Lazkiye, Kamişli, Deyr ez-Zor ve Tel Kalah gibi şehir ve kasabalarda göstericiler, “Allah, Suriye, Hurri­ye ve Bes” (Allah, Suriye, Özgürlük ve Yeter) gibi sloganlar atıyorlardı. Bir yılın sonunda gösteriler Suriye muhaberatının halkı katletmesi ve ordudan ayrılanların artmasıyla si­lahlı çatışmaya evrildi. Halk Esed rejiminin vahşi katliamlarına kar­şı sloganlarını değiştirerek, “Yalla irhal ya Beşşar” (Haydi Beşşar, terk et!) ifadelerini kullandı.

Rejim, muhalifleri mezhepçilik ve terörizmle suçlayarak kendini aklamayı ve Alevileri, Kürtleri, Hı­ristiyanları, Dürzileri protestolar­dan aşamalı olarak uzaklaştırmayı hedefliyordu. Göstericiler bu kez, “La Selefi ve la İhvani… Ene taife­ti el-Hurriye” (Ne Selefi, ne İhvan... Benim mezhebim özgürlük) ve “Va­hid, vahid, vahid, eş-Şeab es-Su­ri vahid” (Bir, bir, bir, Suriye halkı birdir) sloganları ile Esed’e cevap verdiler. Esed rejiminin 3 yıl sonra en büyük başarısı, Kürt bölgelerini PYD’ye terk ederek onları devrim­den uzaklaştırması ve DAEŞ’in or­taya çıkmasıyla Sünni kesi­mi terörist göstermesi­dir. Hâlbuki herkes çok iyi biliyordu ki PYD de, DAEŞ de Esed mu­haberatının bir ürü­nüydü.Suriye devrimi bugün 5. yılında. Esed mu­haberatı ve uluslararası bütün komplolara rağmen Suriye halkı bu kez, “Eş-Şeab es-Suri ma bihaf” (Suriye halkı kork­muyor) sloganları atıyor.

Arap Baharı dışarıdan ihraç edilen bir hareket mi, yoksa bunun gerçek­ten halkta tarihî ve siyasî karşılığı var mı?

Arap dünyasında 2010’un sonun­da şahitlik ettiğimiz ayaklanmalar hakikatte uzun zamandır “geliyo­rum” diyordu. Bunun içtimaî, siyasî ve ekonomik alt yapısı var. Oryan­talist bakış açısının sonucu olarak Ortadoğu rejimlerinin gücüne ve sağlamlığına veya insanların “ata­letine” öyle inan(dırıl)mışız ki, “Ki­faye” (artık yeter) deyip meydanları dolduran insanların görüntülerine ve birbiri ardına sarsılan rejimle­re inanamıyor, halk hareketlerinin ardında bir bityeniği arıyorduk

Şüphesiz şaşkınlığımızın haklı se­bepleri de vardı. Ortadoğu’da despot aileler, Batı’nın da desteğiyle 60 yıl­dır iktidarlarını koruyorlardı.

ABD, Avrupa ve İsrail dostlarını (Bin Ali, Mübarek vb.) koruyama­yınca gitmelerine razı olmak zo­runda kaldı. Ortadoğu halkları sa­dece diktatörlerine değil, yıllardır bu coğrafyada “böl ve yönet” politi­kalarını uygulayan Batılı emperya­listlere karşı da ayaklanmıştı. Fakat lideri ve yön vereni olmadığı için ayaklanmalar büyük komploların kurbanı oldu.

Arap Baharı’nı “Arap Kışı”na çe­virenlerin unuttukları bir gerçek var. O da Osmanlı sonrası ışığı gö­ren halkların bu kez umutlarını terk etmeyeceğidir. Önümüzdeki yıllarda ışığı gören halklar “Arap Dirilişi”ni başlatacaklardır. Nasıl insanın adalet ve özgürlük arayı­şı tarih boyunca devam etmişse, bu coğrafyanın halkları da ada­let ve özgürlük arayışlarından as­la vazgeçmeyecekler. Araplar önce emperyalistlere karşı ayaklandılar (1936-39, Es-Sevre el-Arabiyye). 50 yıldır da diktatörlerine karşı ayak­lanarak tepkilerini gösteriyorlar.

Arapların son 5 yıldır ortaya koy­dukları direniş, hem emperyalistle­rin, hem de diktatörlerin 100 yıldır yaydıkları “algı rejimleri”ne karşı veriliyor. Arap isyanları Ortadoğu hakkında uzun yıllardır sorgusuz sualsiz kabul edilen birçok kanaa­ti boşa çıkardı. Araplara yönelik ön­yargı ve husumeti kırdı. Bunun için Arap dünyasını eski anlayışlardan uzaklaşarak yeniden tanımalı ve okumalıyız. Küresel emperyalistle­rin ve onların piyonları olan dikta­törlerin tahakkümlerine tepki ver­me zamanı geldi de geçiyor.

Bu bir dünya savaşı

Suriye’de aslında bir dünya savaşı yaşanıyor: Rusya, ABD, Çin, İran ve diğer Arap ülkeleri burada. Bu süreçte Türkiye’nin bir payı veya ih­mali var mı?

Bugün Suriye’de şahitlik ettiği­miz mücadele, Osmanlı sonrası ya­rım kalan savaşın tekrar sahneye konulmasıdır. Batı’nın Sykes-Picot anlaşması, I. Kahire ve San Remo Konferansları sonrasında inşa etti­ği düzen bozuldu. Dolayısıyla mü­cadele kaldığı yerden devam edi­yor. Şunu unutmamak gerek: Eğer bu coğrafyada tarihi belirlemek is­tiyorsanız yolunuz Suriye’den geç­mek zorunda. Muhammed İkbal’in meşhur bir sözü var: “Afganistan Asya’nın kalbidir. Afganistan iyi ise bütün Asya iyidir. Afganistan has­ta ise bütün Asya hastadır.” Bu sözü bölgemize uyarladığımızda diyebi­liriz ki, Suriye Ortadoğu’nun kal­bidir. Suriye iyiyse bütün Ortadoğu iyidir. O kötüyse bütün bölgede sı­kıntılar var demektir.

Tarih boyunca Ortadoğu’ya, ya­ni Biladu’ş-Şam’a tahakküm etmek isteyen her imparatorluk önce Suri­ye’yi alarak işe başlamıştır. Suriye stratejik bir yerdir ve Ortadoğu’nun kapısıdır. Mısır kralı II. Ramses ve Hitit kralı III. Hattuşili arasında im­zalanan Kadeş Antlaşması bugün halen Suriye’nin önemini ortaya ko­yan bir metindir.

Türkiye Arap Baharı’nın başlan­gıcından bu yana isyanlar konusun­da soğukkanlılığını korudu. Olay­ları dikkatle ve duyarlı bir şekilde izledi. Birçok provokasyona rağmen kendisini maceraya sokacak söylem ve eylemlerin içine girmedi. De­mokrasi vurgusu yaparak ve ülke­lerin içişlerine müdahale etmeksi­zin gayet dengeli bir politika izledi. Ortadoğu’da büyük hesaplaşmalar gerçekleşirken Türkiye’nin neden şeytanlaştırılıp yalnızlaştırıldığına dikkat edilmeli. Halkımızın da, bu coğrafyanın halklarının da bu oyu­nu bozacağını düşünüyorum.

Hâlihazırda Suriye’deki mücade­le, ülkenin tarihî jeopolitik önemi dolayısıyla hem Arap Baharı’nın, hem bölgenin, hem de dünya siya­setinin kaderini belirleyecek bir noktaya geldi. Bu savaşa yeni bir Ça­nakkale ve Kutu’l-Amare diyebili­riz. Bunu Türkiye-Suriye sorununa indirgemek hem bölgemizdeki ba­zı devletlerin, hem de Batılı emper­yalistlerin istediği bir şey. Bu oyuna gelinmemeli.

Şu anda Suriye’de dünyanın ka­deri belirleniyor. Gelecekte Orta­doğu’da bu coğrafyanın çocukları mı söz sahibi olacak, yoksa Batılı­lar yeni bir Sykes-Picot ile mi karşı­mıza çıkacaklar? Sonucu göreceğiz. Türkiye yalnız bırakılmak pahası­na, bu toprakların çocukları adına konuşup haykırıyor! Türkiye hata­lar yapabilir. Ancak bunlar emper­yalistlerin büyük komplolarını ve oyunlarını meşrulaştırma girişim­lerine kurban edilmemeli.