Yavuz'un Ağustos armağanları: Çaldıran ve Mercidabık

HABER MASASI
Abone Ol

Yahya Kemal’in ifadesiyle “bir seferde peygamberler ülkesini fetheden kaderin büyük kumandanı” Yavuz Sultan Selim 5 asır önce âlem-i İslâmı son defa tek bayrak altında toplamıştı. Türklerin hakanı, Rumların sultanı, Müslümanların halifesi Yavuz’u 500. yıldönümlerinde hatırlanmayan zaferleriyle yâd ediyoruz.


2017 Ağustos'ta Mehmet Doğan Derin Tarih için yazdı.

D. Mehmet Doğan

» İran’ın Isfahan şehrindeki Çehel Sütun: (Kırk Sütun) Sarayı’nın duvarlarından birinde bulunan Çaldıran Savaşı tasviri.

Osmanlı hükümdarından kaç tanesi ilk seferde zihnimizde canlanır? Kurucu şahsiyet olarak Osman Gazi elbette unutulmaz. Ondan sonra ilk hatırladığımız İstanbul’un fatihi II. Mehmed’dir. Üçüncü isim büyük ihtimalle Sultan Süleyman olacaktır. Onun ihtişamlı devri önemli olmakla beraber, babası Yavuz Sultan Selim bükülmez karakteri ve başardığı işlerle Fatih’le birlikte hatırlanması gereken büyük bir isimdir.

500 yıl önce devletimizin başında Sultan Selim Han vardı. Osmanlı tarihinin Fatih’ten sonra devir açan büyük hükümdarı beş asır önce bugünlerde Mısır’da idi. 22 Ocak 1517’de Ridaniye Zaferi’ni kazanmış, bir hafta sonra Kahire’yi fethederek 15 Şubat’ta merasimle şehre girmişti. 10 Eylül 1517’de Kahire’den ayrılana kadar sadece bir defa İskenderiye’ye gidip gelmiş, belki de hükümdarlığı sırasında İstanbul dışında en uzun süre Kahire’de yaşamıştı.

II. Mehmed, yani Fatih, İstanbul’un fethiyle çağ açmıştı. Torunu Selim Han, hem bugünkü Türkiye sınırlarını çizdi, hem de İslam dünyasının birliğini son defa sağladı. Bununla birlikte devir açan büyük bir devlet adamı oldu. Dedesinin İstanbul Fatihi olarak kazandığı şöhretten sonra oğlu Süleyman’ın muhteşem bir imparatorluğun hükümdarı olarak anılması, Sultan Selim’in öneminin yeterince kavranamamasının sebepleri arasında sayılabilir. Halep’te (veya Kahire’de) hatibin hutbede adını hâkimülharameyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi) şeklinde anmasına itiraz ederek bunu “hâdimülharemeyn” şeklinde düzelttiği bilinir. “Mekke ve Medine’nin hizmetçisi” unvanı bundan sonra Osmanlı sultanlarının unvanları arasında yer almıştır.

Peki, Yavuz Mekke ve Medine’yi, Hicaz’ı silah zoruyla, savaşla mı almıştır? Eğer Memlûk Devleti’ni tarihten silerek bütün arazisini Osmanlı sınırları içine alması kastediliyorsa, Hicaz da bu şekilde Osmanlı toprakları içindedir. Fakat bunun ötesinde Mekke Şerifi Bereket, oğlunu Kahire’ye göndererek Selim Han’a tebriklerini ve bağlılıklarını bildirmiş, Mekke ve Medine’nin anahtarlarını takdim etmiştir. Yavuz da Şerif’e vazifesinde devamı adına hilat ve teşrif (gösterişli bir elbise) göndermiştir.

İslam dünyasının kalbi mahiyetindeki Hicaz bölgesinin rıza ile Osmanlı hâkimiyetini kabul etmesi büyük önem taşıyor. Bugün İslam dünyasının düzmece devletleri/devletçikleri ve kifayetsiz muhteris yöneticileri, birbirlerine sömürgeci güçler adına kumpas kurarken, beş asır önce güçlü bir otoritenin şemsiyesi altında varlığını devam ettiren mahallî otoritelerin ne kadar şerefli bir mevkide olduklarını görmemek idraksizlikten başka bir şey değildir.

Tarih şuurumuzu tecdid etmek, yenilemek zorundayız! Bunu yaparken Yavuz Sultan Selim’e çok mahsus bir yer vermemiz gerekiyor. 100 yıl önce büyük şairimiz Yahya Kemal’in bunu yapmak istediğini söyleyebiliriz. İşte onun Selimname’si böyle bir şiirdir:

Eflâkden o dem peyâm-ı kader gelür

Gûş-ı cihane velvele-i bâl ü per gelür

Devr-i fütuhu sûr-ı Sirafil müjdeler

Hak’dan nizam-ı âlemi te’mine er gelür.

Göklerden kaderin haberi ulaştığında cihanda var olanların kulağına (meleklerin) kanat sesleri gelir... Fetihler devrini İsrafil suruyla müjdeler, çünkü yeryüzüne nizam-ı âlemi sağlamak için bir kahraman gönderilmiştir!

Yavuz Sultan Selim’in kısacık (sekiz buçuk yıl) saltanat döneminde yaptıklarıyla devir açan bir kahraman olduğundan şüphe edebilir miyiz? İstanbul’un fethinden sonra, Sultan Mehmed Anadolu’nun siyasî birliğini geniş ölçüde sağlamıştı. Türkiye’nin doğusu ile İran’a hükmeden Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli’nde (11 Ağustos 1473) mağlup etmiş, böylece İran-Anadolu zeminine oturan bu Türkmen devletinin Anadolu ayağını budamıştı.

Fatih’ten sonra II. Bayezid, Cem Sultan gailesi ile epeyce meşgul oldu. Bu arada Akkoyunlu Devleti Sünnî temelli bir tarikatken, Şiileşen Erdebil tekkesinin genç lideri İsmail tarafından yıkılmış, onun hâkimiyet alanlarına Safevî Devleti oturmaya başlamıştı. Şah İsmail, bir devlet başkanı olmakdan öte, kutsal-karizmatik bir lider konumundaydı. İran’ın batısı ve Türkiye’nin doğusuna hükmeden İsmail tamamen Türkmen kabilelerine dayanıyor, onların yaygın olarak bulunduğu Türkiye’nin diğer bölgelerine de el atarak propaganda faaliyetleriyle taraftar kazanıyor, hatta buralar halkının önemli bir kısmı göç ederek Azerbaycan’a gidiyordu.

» Padişahlık yaptığı 8,5 yıllık kısa süre içerisinde Osmanlı Devleti’ne büyük zaferler kazandıran Yavuz Sultan Selim Han.

Devran senindir!

Bu sırada Trabzon sancağında bulunan şehzade Selim, Şah İsmail’in Anadolu’daki faaliyetlerini daha yakından görmekte ve rahatsız olmaktadır. Osmanlı kamuoyu “sofu” veya “velî” olarak anılan Bayezid’in Safevîlere karşı gereken tepkiyi vermediği görüşündeydi. İran’da ortaya çıkan ve Türkiye’yi olumsuz etkileyen gelişmelere gereken cevabı verebilecek şahsiyet halkın dilinde türküleşmişti: Yürü Sultan Selim, devran senindir!

Sultan Selim’in tarihin çelik iradeli şahsiyetlerinden biri olduğundan şüphe yok. Önünde iki ağabeyi varken ve büyük ağabeyi veliahd olarak tahta hazırlanırken yaptığı hamle güçlü bir irade eseriydi ve karşılığını bulacaktı: Yeniçerilerin ve ulemanın desteğini sağlayan “Selim Şah”, babasının “oğlum Sultan Selim Han’ı yerime nasbeyledim, Allah mübarek eyleye” diyerek hükümdarlıktan feragati üzerine tahta çıktı (14 Nisan 1512).

Tahta çıktıktan sonra daha önce veliahd konumundaki kardeşi Ahmed’le mücadeleye mecbur oldu. Onu bertaraf ettikten sonra 1514 Mart’ında İran seferi için yola koyuldu. Bu, coğrafyalar arası bir hâkimiyet mücadelesi olduğu kadar, dinî anlayış farklarına dayanan bir siyaset mücadelesidir. Osmanlı başlangıçtan itibaren Sünnî İslam’ın temsilcisi olmuş, Anadolu’nun batısında uç veren bu gaza devleti kısa sürede Balkanlarda önemli bir güç haline gelmiş, Avrupa’nın ortalarına doğru ilerlemiştir. Avrupalıların bu şartlar altında Osmanlılara karşı bir güç olarak ortaya çıkan Safevîlerden yararlanmak istemeleri tabiî idi.

Yavuz, Safevî yayılma siyasetinin Osmanlı’nın asıl merkezini çökerteceğini ve Balkanlardaki varlığını temelsiz bırakacağını bildiği için engellenmesinin şart olduğunun şuurunda idi. Safevîler daha önce Osmanlılardan güçlü bir önleyici tepki görmediklerinden şımarmışlar, nitekim İsmail’in Diyarbekir Beylerbeyi Ustaclu Mehmed, Yavuz tahta çıktıktan kısa süre sonra Osmanlı sarayına kadın elbisesi göndermişti! Her ne kadar Yavuz tahta oturmuşsa da, kardeşleri ile taht mücadelesi sona ermemişti. İşte o fasıl kapandıktan sonra Selim Han, İsmail’e inancının bâtıl olduğunu, pişmanlık gösterir de İslam’a dönerse affedileceğini belirten bir mektup yazdı.

Şeyh Safiyüddin’in tekkesinin başlangıçta Sünnî olduğu, Somuncu Baba olarak tanınan Hamidüddin Aksarayî’nin Erdebil’de ondan el aldığı biliniyor. Devlet olmak isteyen Safevîlikte, Sünnî Osmanlı otoritesine karşı Şiîlikten güç alarak varlığını kabul ettirmekten başka seçenek olmadığını kavrama şeklinde seyreden bir zihnî dönüşümden söz edilebilir. Üçüncü nesilden itibaren Şiîlik üzerinden siyaset yürüten Safevîlerin, Şah İsmail’in gücü ele geçirdikten sonra halkını Şiîleştirmede nasıl sert davrandığını ifade etmek için kendisini doğurup büyüten, uzun süre Akkoyunlulardan saklayan annesine Şiî olmasını emretmesi, kabul etmeyince de onu öldürtmesi iddiası yeterli bulunabilir. Devlet olduktan sonra kızılbaş sufî romantizmi terk edilerek Şiî fıkhı esas alınmak yoluna gidilmiş, Şah İsmail o zamana kadar Sünnîliğin hâkim olduğu İran’ı kılıç zoruyla Şiîleştirmiştir. Bu cebrî dönüşüm İran’da parlak ilim, fikir ve edebiyat hayatının sonu olmuştur.

Safevî devletine karşı savaşmak üzere yola çıkan Osmanlı ordusu Sivas’ta sayıldı, 140 bin mevcudun 40 bini ihtiyaten orada bırakıldı. Şah İsmail’le karşılaşmanın Erzincan’da olacağı tahmin ediliyordu fakat İsmail ve ordusu ortalıkta yoktu. Ulaşılan yerlerde tarım ürünlerinin talan edildiği görülüyordu. Yavuz, İsmail’e yeni mektuplar yazdı. Ona tasavvuf bağını kastederek aba ve hırka gönderdi. Karşısına çıkmaması yüzünden kadın elbisesi göndermeyi de ihmal etmedi. Nihayet İran sınırları içindeki Maku şehrine yakın Çaldıran Ovası’nda iki ordu karşı karşıya geldi (23 Ağustos 1514).

İsmail’in ordusunun neredeyse tamamı süvari Türkmenlerden oluşurken, Osmanlı ordusunda Balkanlardan gelen unsurlar da bulunuyordu. Süvari birlikleri yanında, tüfek kullanan piyadelere ve topçulara sahipti. Savaş Osmanlı ordusunun tüfek ve top atışlarıyla başladı. Eski Türkmen usulü süvari birliklerinden oluşan Şah’ın ordusu daha baştan şaşkınlığa uğradı ve Osmanlı gücü karşısında mukavemet edemedi. İsmail canını kurtarmak için arkasına bakmadan kaçtı. Yavuz zaferden sonra Tebriz’e kadar gitti. Rivayete göre İran’ı geçip Türkistan’a gitmek, böylece bir asır önceki Timur’un seferini iade etmek istiyordu. Fakat Yeniçerilerin daha öteye gitmeye niyetleri yoktu.

Yavuz bu seferle Anadolu’nun doğusunu kesin olarak kontrol altına aldı. Bu sefer aynı zamanda bölgedeki Kürtlerin mezhep birliği üzerinden Osmanlı Devleti’yle bütünleşmesiyle sonuçlandı.

Türkiye-İran mücadelesi elbette Çaldıran’la sona ermedi. Yavuz’un oğlu Süleyman ve daha sonra bilhassa IV. Murad İran’ı hedefleyen seferler yaptılar. 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile savaşlar çağı kapandı. Bu arada, İran’da Safevî hanedanının yıkıldığını ve yerine Kaçar hanedanının geçtiğini unutmamak gerekir.

» İran’ı Şiîleştiren lider: İran coğrafyasını Şiîleştiren ve bugünkü İran devletinin ideolojik temellerini atan Şah İsmail, Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı orduları karşısında tutunamayarak savaş meydanından kaçtı.

Selim nasıl Yavuz oldu?

Sultan Selim Han, ki onun adı ve unvanı budur, Yavuzluğu sonradandır. Devletin hassas bir döneminde Selim Şah olarak hükmettiği Trabzon’dan kalkarak İstanbul’a geldi ve babasını tahttan çekilmeye ikna etti. Ağabeyi Korkut, Yavuz’un padişahlığını tanıdı, diğer kardeşleri isyana kalkıştı. Sonra Korkut da asi oldu. Sultan Selim yufka yüreklilik yapmış, Fatih kanunnamesini uygulamamıştı. Ağabeyi Ahmed’e ve Korkut’a karşı savaşmak zorunda kalınca bu kanunu tatbik etmeye mecbur oldu. Nizam-ı âlem için bu gerekli idi. Çünkü kardeşler o zamanın dünya güçleriyle (Safevîler, Memlûklar) işbirliği yaparak devleti ele geçirmeye çalışıyorlardı. Nizam-ı âlemi temin etmek bir zaruretti, kardeş katli pahasına da olsa... Bugün yaşadıklarımızı bir de bu zaviyeden değerlendirmek lâzım.

Selim Han Çaldıran’da bir Türk hükümdar ve onun neredeyse tamamen Türkmenlerden oluşan ordusunu mağlup etti. Bu zaferden sonra İstanbul’a dönen Yavuz, Amid’in (Diyarbakır şehrinin eski adı) stratejik mevkiinden ötürü Safevîlerden alınmasını emretti. Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Osmanlı askerleri yanında İdris-i Bitlisî’nin 10 bin Kürt gönüllüsü de Amid’in alınması için harekete geçti. Şehrin Safevî valisi Kara Han, böyle büyük bir gücü karşısında görünce vuruşmadan şehri teslim etti.

Amid’in bu şekilde alınması Kürtlerin Osmanlı’ya bağlılığının parlak bir sonucu idi. Bu yüzden 500 yıl sonra hainler Bıyıklı Mehmed Paşa’nın mimarî değeri yüksek Kurşunlu Camii’ni bütün imkânlarını kullanarak tahrip etmeye çalıştılar. Amid’in Osmanlılara teslimi Diyarbakır’ın şanlı bir zafer günüdür (19 Eylül 1515). Bu zafer Yavuz’un Bıyıklı Mehmed Paşa’nın ve İdris-i Bitlisî’nin yâd edildiği bir gün olarak lâyıkıyla kutlanmalı.

» Bir devletin sonu: 1516’da Şah İsmail ile ittifak ettiği için Kansu Gavri üzerine giden Yavuz Sultan Selim Mercidabık Ovası’nda büyük bir zafer kazandı. Bu savaşla Memlûk Devleti tarih sahnesinden silindi. Mercidabık Savaşı’nı tasvir eden bir minyatür.

Mercidabık: Nebîler diyarının fethi

Bugünkü Türkiye’nin doğu sınırlarını Çaldıran’da belirleyen Yavuz, güney sınırlarının selâmeti için de gerekeni yapmıştı. Mısır merkezli başka bir Türk devleti olan Memlûklar üzerine yürümesi öncelikle iki güçlü otorite arasında kalan, bu yüzden de zaman zaman bocalayan güney bölgemizdeki beyliklerin Türkiye bütünlüğü içine alınmasını sağlamıştır. Mısır seferi aynı zamanda Osmanlı iktisadiyatının Afrika, Arabistan ve Hint Okyanusu’na açılmasına zemin hazırlamıştır.

İşin dinî-siyasî boyutuna gelince: Yavuz’un kendine mahsus bir otoritesi olmayan Abbasî hilafetine son verdiği de bilinir. Hilafeti üstlenmiş midir? Bu hususta bir hayli tartışma var. Fakat Abbasî hilafeti sona erdiğine, mukaddes emanetler İstanbul’a getirildiğine ve Topkapı Sarayı’nda muhafaza altına alındığına göre tabiî olarak Yavuz’un hilafeti üstlendiğini düşünmeliyiz. Buna rağmen Osmanlı padişahları, saygı ifadesi olarak halife unvanını 19. yüzyıla kadar pek öne çıkarmamışlardır.

Sultan Selim, Anadolu’nun güney bölgelerinde de nüfuzu olan Mısır merkezli Memlûklarla savaşmayı stratejik hedefleri arasına almıştı. Çaldıran’dan iki yıl sonra Mısır seferine girişti. Birinci defa Şiî Safevî Türk devleti ile savaşan Selim Han ikinci defa yine bir Türk devleti ile savaşa tutuşuyordu. Memlûklar, çoğu Türk asıllı, Türk asıllı olmayanları da Türkçe konuşan köle bir askerî sınıfın yönettiği bir devletti. Memlûk Devleti, İbni Haldun’un deyimiyle dahi Devleti’t-Türkiye idi, yani “Türk devleti”.

Tam 501 yıl önce, 24 Ağustos 1516’da Selim Han Mercidabık’da Memlûk Sultanı Kansu’nun ordusunu mağlup ederken, daha önce böyle bir mağlubiyete maruz kalmamış olan, dünyanın o zamanki ikinci büyük devletini yenmiş oluyordu. Büyük şairimiz Yahya Kemal, Selimname’de Mercidabık Zaferi’ni şöyle şiirleştiriyor:

Seyreylesün felek kaderin şehsüvarını

Fethetti bir seferde nebîler diyarını

Mercidabık coğrafî olarak Halep’e çok yakındır. Beş asır önce Osmanlı ordusunun Halep’e girişi yeni bir devrin başlangıcı idi. Halep Osmanlı döneminde en parlak devrini yaşadı. Ya şimdi? Suriye’nin en fazla tahrip edilen, medenî varlığı en fazla yok edilen şehri. Ahalisi hunharca katledilirken, şehirden tarihin izleri de siliniyor.

Sultan Selim, İslam dünyasının varlığı açısından Kılıçarslan, Selahaddin ve Baybars serisinden büyük bir kahramandır. 5 asır önce âlem-i İslâmı son defa tek bayrak altında topladı. Mercidabık’ı Ridaniye takip etti. Kudüs’te durak verildi, Mescid-i Aksa’da iki rek’at hacet namazı kılındı; Filistin, Sina aşıldı ve nihayet Kahire’ye ulaşıldı.

Abbasi halifesi Mütevekkil’in emaneti Halep’te veya Kahire’de Osmanlı Sultanı’na teslim ettiği yönünde rivayetler vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 29 Ağustos 1516’da hatip Cuma hutbesinde ondan “hâkimül haremeyn” olarak bahsedince, Selim Han cemaatin içinden “hayır, hâdimülharemeyn” (Haremeyn’in hademesi) düzeltmesini yapmıştı. Bu vak’a muhtemelen Halep Ulu Camii’nde, yani şimdi tamamen yıkılmış olan Halep Emeviye Camii’nde cereyan etmiştir. O artık “halife” idi. Tevazuundan bu unvanı kullanmadı. Fakat dünyanın en güçlü Müslüman devleti tabiî olarak hilafet makamını da deruhte ederdi, bunun ilânına gerek yoktu.

Ridaniye Zaferi’nin (22 Ocak 1517) 500. yılındayız. Bu, İslam dünyasının birlik ve bütünlüğünün de 500. yılı demektir. Ne Mısır hatırladı bu yıldönümünü, ne de Türkiye. Günümüzde tarih hızlı akıyor, bu akış içinde mutlaka zihmizi diri tutan sabiteler olmalı. Sadece bizim değil, bütün yakın coğrafyanın hâfızasını harekete geçiren büyük şahsiyetler, büyük olaylar, kalıcı kurumlar üzerinden konuşarak zihnimizi diri tutabiliriz. Bu çerçevede düşünülürse, beş asır öncenin büyük kahramanı Yavuz Sultan Selim’in hatırlanması büyük önem taşıyor. Türklerin hakanı, Rumların sultanı, Müslümanların halifesi... Yavuz Sultan Selim Han nasıl unutulur?

Yahya Kemal’la birlikte söyleyelim: “Felek, bir seferde peygamberler ülkesini fetheden kaderin büyük kumandanını görsün!”