Âdem ejderhası: Yeniçeri ağası Yahya

Kıymetli genç arkadaş, bu yazımızda sizlere Türk askerlik tarihinin en önemli simalarını yetiştirmiş Yeniçeri Ocağı’nın kahramanlarından birini, Âdem Ejderhası namıyla bilinen, Budin Kalesi muhafızı Yahya Ağa’nın kitaplarda kalan cesaret dolu hikayesini anlatacağız.
16. asrın sonlarıydı. Osmanlı, tüm kuvveti ile Balkanlar üzerinde hâkimiyetini tesis etmek üzere Macarlar, Avusturyalılar, Hırvatlar, Lehler ve bunların yanında tüm Hristiyan Avrupa orduları ile mücadele etmekteydi. Hudut muhafazası bu yıllarda büyük önem arz ediyor; soğuk kış aylarında Avusturya sınırındaki kaleleri, garnizon olarak bölgede bırakılan yeniçeri birlikleri koruyordu. Osmanlıların bölgede büyük önem verdiği üç kale vardı. Bunların isimleri Budin, Estergon ve İstolni Belgrad idi. Ecdadın telaffuzu bu şekilde olsa da Macarlar veyahut Avusturyalılar, bu kaleleri benzer şekilde lakin farklı isimlerle ifade ederlerdi. Bu kalelerden biri olan İstolni Belgrad (Macarcası Székesfehérvár, anlamı beyaz şehir), kış ayında 40 bin kişilik bir düşman kuvveti tarafından muhasara edildi. Kalenin yardımına çevredeki diğer Osmanlı kalelerinde yer alan yeniçeri kuvvetleri geldi. Bu kuvvetler içerisinde, yazımıza konu olan Budin Kalesi muhafızı Yahya Ağa da vardı.
Reşad Ekrem Koçu, Yahya Ağa’yı “Yeniçeriler” adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Bir resmi yoktur. Fakat askerî müzemize heykelini yapacak sanatkâr, onu tahayyül etmede güçlük çekmeyecektir. İki metreyi aşan bir boy, çınar dalı gibi kollar, demirci balyozunu andırır yumruklar, taşa yalın ayağıyla bassa taban nakşı çıkabilecek bir kuvvet, bilek kalınlığında demir çubukları incecik bir tel gibi bükebilecek pençeler.” Heybetiyle düşmana korku verecek bu dal kılıç yiğit, İstolni Belgrad’da düşmana karşı karındaşlarıyla birlikte mücadele edecekti.
O yıllarda sınırdaki kalelerde kışı geçirme imkânı olmayan Osmanlı ordusunun en büyük problemlerinden biri, kış döneminde geri dönen düşmanın sınırlarımızı işte böyle işgale kalkışmasıydı. Kuşatmalarda kaleleri müdafaa edenlerin karşılaştıkları en büyük sıkıntı ise suydu. Su, askerin yumuşak karnıydı. Susuzluk, askeri takatten düşürür; mücadeleyi kaybına sebep olurdu. Bu konuyla alakalı olarak uzun yıllar Osmanlı Devleti’nde memurluk yapmış büyük tarihçilerimizden biri olan Peçevî İbrahim’in anekdotu okunmaya değerdir.
Peçevî İbrahim’in gözünden

Muhasara altında kalede susuz kalan askerleri, Peçevî anlatıyor: “Bir ay sarnıcın suyundan içildi. Bir kolda olan 200-300 askere bir iki at yükü su verilirdi. Onu da kale kumandanı Mehmed Paşa bizzat kendisi dağıtırdı. Sarnıç etrafında susuzluğun şiddetinden sarnıcın mermerlerini yalayan ve bir katre su diye can verip can alan elsiz, ayaksız, güçsüz, yaralı ve humbaralardan haşlanıp gözü kapanmış, yüzü kabarmış, yaralarının ağır, pis kokusundan halkın burnu dolmuş dertlilerin feryatları, gönülleri mecnun ederdi. Hâl, bu minval üzereyken üç günlük suyumuz kalmadı. Yediğimiz de yalnız buğdaydı. Çekilen musibetlere nihayet yoktu. Daha nasıl ayrıntılı şekilde anlatırız?”
Benzer şartlar altında İstolni Belgrad’ı savunan Osmanlı kuvvetleri, kaleyi “vire” ile teslim etmeyi düşündü. Çünkü kışı geçirmek üzere geri çekilen Osmanlı ordusunun Sırbistan’ın başşehri Belgrad’dan buraya ancak bir ayda gelmesi mümkündü. Hâl böyleyken “vire” teklifi, Avusturya kuvvetlerinden geldi. Kale kumandanı olan Türk sancakbeyi teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Şartlar konuşulmak üzere düşman ordusunun temsilcileri kaleye geldi.
“Vire” nedir?
Reşad Ekrem Koçu’nun “Yeniçeriler” isimli eserinde vire şu şekilde izah edilmektedir: “Vire, kale cenklerinde iki taraf murahhaslarının (delegelerinin) konuşup kılıçları üzerine namus sözü vererek kararlaştırdıkları şartlar gereğince bir kalenin bütün istihkamları ve toplarıyla muhasara eden orduya teslimi ve kaleyi müdafaa eden askerî kuvvetin silahlarını ve zatî eşyalarını (özel malzeme, donanım) alarak ve askerlik şerefini muhafaza ederek kaleden çıkıp, düşman kuşatma hatlarından serbestçe geçerek kendi topraklarında diğer bir kaleye çekilmesidir.”
Vire şartlarını görüşmek üzere düşmanın temsilcileriyle bir araya gelen Türk heyetinde, heybetiyle Avusturyalıların da dikkatini çeken Yahya Ağa da vardı. Yahya Ağa, heyetlerin birbiri ile olan konuşmalarını takip ediyor, ağzını bıçak açmıyordu. “Vire” ile teslim olmak, kaleyi küffara teslim etmek, zoruna gidiyor; “Askerlik şerefim, padişahın bir kulu olarak haysiyetim leke alacak,” diye düşünüyordu. Heyetler şartları görüşüp anlaştıktan sonra beklenmedik bir olay yaşandı. Yahya Ağa, ansızın tüm heybetiyle ayağa kalktı. O ayağa kalkarken tüm askerler başlarını ona çevirdi ve “Acaba ne diyecek?” diye düşünmeye başladı. Herkes dikkatle Yahya Ağa’nın mum ışığı altında parlayan yüzüne dikkat kesilmiş ağzından çıkacak sözleri merak ediyordu. “Ben, yalnız kendim için bu vireyi kabul etmiyorum. Başımı öne eğmiş önüme baka baka kaleyi düşmana bırakıp gidemem, kalede kapanıp susuzluktan köpek gibi de ölemem. Yarın sabah önce ben, tek başıma kaleden çıkacağım ve düşmanla dövüşeceğim. Ya muhasara hatlarını yarar, geçer giderim yahut ölürüm. Vire anlaşması, benim mukadderatım belli olduktan sonra yürürlüğe girer,” dedi.
Dokuz yiğit çıktı meydana
Peçevî; kahraman Türk askeri, düşmandan korkmayan cesur ve heybetiyle yürüdüğü toprağı titreten Yahya Ağa’nın akıbetini şöyle aktarıyor: “Yahya Ağa, yanına 500 demir ok aldı. Sekiz gaza arkadaşı ile kaleden çıktı. Etrafını, çift kat zırha bürünmüş binlerce kafir sardı. Âdem Ejderhası 500 okunun bir tanesini dahi yabana atmadı. Her birini demir giyimli birer düşmanın göğsüne sapladı. Attığı oklar ikişer kat zırhları delip kalpleri, ciğerleri paraladı. Oklar tükenince kılıcına el attı, yüz kişiyi de kılıçla devirdi. Fakat düşman sağ kolunu çalıp, onu devirdi. Yahya Ağa’yı ve sekiz gaza arkadaşını İstolni Belgrad önünde şehit ettiler.”
Az bilinen bu olay, şüphesiz tarihimizin en büyük meydan okumalarından biriydi. Olayın kahramanı, cesareti ile gönüllerimizi titreten Yahya Ağa, “Devlet, başımızın üstüne. Onun varlığı sudan ve ekmekten dahi daha kıymetlidir,” diyen bir başbuğun izinden giden bir yeniçeriydi. Altın bir levha gibi karşımızda duran bu büyük Türk askerini, hangi sözlerle methetmeye kalkışsak bile eksik kalır. Onun ruhunun ve şuurunun büyüklüğünü anlatmakta aciz kalırız. Bu aciz yazıda da siz genç arkadaşımıza bu büyük tarihî kahramanımızı anlatmaya gayret ettik. Nice şerefli Türk erleri, bugün Balkan topraklarının bağrında, başlarında bir mezar taşı, bir kitabesi bile olmadığı hâlde bizlere selam gönderiyor. Selamlarını Hz. Hamza’nın otağından, cennetin altından ırmaklar akan bahçelerinden gönderiyor. Ne mutlu o selamı alan, sancağı yerden kaldıran, milletinin, vatanının aşkıyla çalışıp didinen genç yüreklere… Ne mutlu vatanını seven, namus ve haysiyetini kollayan Müslüman Türk gençlere…