Film inceleme: “Kule” (The Tower)

ALİ BURAK CESUR
Abone Ol

Bir terör yapılanması gibi hareket eden İsrail Devleti, Filistin’de yaşayanların üçte ikisinin topraklarını işgal ettiğinde, takvim yaprakları 1948 senesini gösteriyordu. İşte o sene, 15 Mayıs’ta bağımsızlığını ilan eden İsrail, diğer Arap ülkeleri ile savaşıyor ve savaş sırasında topraklarına el koydukları Filistinlilerin savaş sonrasında bir daha evlerine geri dönmelerine müsaade etmiyordu. Bu savaşın başladığı gün ise Nekbe, yani “Büyük Felaket” Günü olarak tarihteki yerini aldı.

Filmimiz de işte bu Nekbe Günü’nün yıl dönümünde geçiyor. O günü protesto etmek için yapılan gösterilerde, yine işgalci İsrail askerleri tarafından iki genç vuruluyor. Bu hadiseyi, filmin başrolündeki Wardi ve dedesi Sidi arasında geçen diyalogdan öğreniyoruz:

Sidi: “O iki çocuk haklı oldukları için vuruldular.”

Wardi: “Hangi konuda haklıydılar?”

Sidi: “Evlerine dönme konusunda.”

Gösterilerde vurulan çocuklar, aileleri kendi vatanlarından sürüldüğü günden beri Lübnan’ın güneyinde bir mülteci kampında yaşıyor. Başka bir ülkede sığıntı olarak yaşamak, elbette kolay değil kimse için. Kısıtlı imkânlar, yerel halk tarafından hor görülmek, sıkış tepiş bir ortamda yaşamaya çalışmak, kalplerinde vatanlarından edilmenin bastırılmış acısı, her an başlarına yağma ihtimali olan bombaların korkusu… İşte böyle bir ortamda, en azından protestolara katılarak tepkilerini diri tutuyorlar, işgale karşı. Bu da elbette işgalcilerin hoşuna gitmiyor ve her sene birilerini vuruyorlar gözdağı vermek için.

Başka bir ülkede sığıntı olarak yaşamak, elbette kolay değil kimse için.

Filmin başından sonuna kadar hikâyesine tanıklık ettiğimiz Wardi’den bahsedelim biraz da. Henüz ikinci sınıfa giden ve oldukça başarılı bir öğrenci olan Wardi, Büyük Felaket Günü’nden, yani Nekbe’den sonra doğuyor. Lübnan’da bir mülteci kampında, ebeveynlerinin umutsuz geçmişine rağmen, yaşadığı mahallenin dar sokaklarında umut dolu bir kız olarak büyüyor. Ayrıca her çocukta olan hayata umutlu bakabilme duygusu da henüz körelmemiş, çevresine karşı da heyecanlı ve meraklı bir tavrı var.

Filmimizin ikinci karakteri, 1948'de Nekbe'de zorla evinden çıkarılan ve sevgiyle baktığı bahçesini ve harika meyve ağaçlarını geride bırakmak zorunda kalan bir Filistinli: Adı, Sidi.

Lübnan’da bir mülteci kampında, ebeveynlerinin umutsuz geçmişine rağmen, yaşadığı mahallenin dar sokaklarında umut dolu bir kız olarak büyüyor.

O gün askerler tarafından evinden zorla çıkarılınca, kapısını kilitleyip boynuna astığı anahtarı hiçbir zaman yanından ayırmıyor. Zira onun için o anahtar, “eve geri dönebilme umudunu” temsil ediyor, yıllarca. O da umutla tutunuyor hayata. Bir gün bu anahtarı, artık öleceğini düşündüğü için Wardi'ye emanet ediyor. Eve geri dönebilme umudu, böylece nesiller boyu aktarılıyor.

Wardi’nin, çevresinde olan biteni çözmeye çalıştığı yaşlarda, fotoğraf albümlerine baktığını görüyoruz bazı sahnelerde. Teyzesi de bir yandan ona fotoğrafların geçmişini anlatıyor. Film, stop-motion animasyon tekniğiyle çekilmiş olsa da fotoğrafların tamamen gerçek görüntüler olduğunu görüyoruz, bu sahnelerde. Sanırım yönetmen gerçek hayattan görseller kullanarak, duyguyu izleyiciye daha fazla geçirebileceğini düşündüğü için böyle bir yönteme başvurmuş. Başka bir sahnede televizyon izlediklerini görüyoruz mesela. Orada da gerçek video kayıtlarını izliyoruz, televizyondan.

Bu konteynerler arasında, merdiven kullanılarak inilip çıkılıyor.

Wardi balkona çıkıp baktığında, yukarıda doğru düzensizce yükselen binalar görüyoruz. Günümüz binaları gibi değil elbette. Sanki konteynerleri düzensiz bir şekilde üst üste dizmiş gibi bir görüntü. Bu konteynerler arasında, merdiven kullanılarak inilip çıkılıyor. Yazının başında okuduğunuz diyalog, işte bu durumun sebebini açıklıyor bize. Her geçen gün yeni nesiller yetişiyor ve kampta yer olmadığı için, yukarı doğru yükselen evler yapılıyor. Her yükselen kat, eve dönme umudunu da azaltıyor. İşte o katların en yükseğinde bir genç var. İnsanlardan daha çok anlaşılır olduğunu düşündüğü için, daha çok güvercinlerle vakit geçiren bir genç. Uzaklara bakıyor sürekli, az konuşuyor. Umudunu içine kapanarak korumaya çalışıyor, hayattan kendini soyutlayarak mevcut düzene tepkisini ortaya koyuyor.

Norveçli yönetmen Mats Grorud, Lübnan mülteci kampından yaşananları, evinden vatanından kovulan Filistinlilerin hayata baktıkları açıyı bize kısa ama etkileyici bir animasyonla aktarmayı başarmış diyebilirim. Film animasyon olarak değil de gerçek karakterlerle çekilse muhtemelen etkisi çok daha fazla olurdu. “Kefernahum”u izleyenler, o filmdeki ortamı ve gerçekçiliği hatırlar. Bu filmin de Filistin meselesiyle ilgili bize anlattığı çok şey var. Filmi izleyince beni Nekbe’yi araştırmaya itmesi bile tarihte bilmediğim yeni kapıların açılmasına vesile oldu.

Tarihe kayıt düşsün diye yazıyorum, daha geçen hafta büyük bir hastaneyi bombaladı ve çocuk, genç, kadın, erkek, sivil demeden hastanedeki herkesi bir gecede öldürdüler.

Bu yazıyı yazdığım sıralarda işgalci terör devleti İsrail, havadan ve karadan yaptığı müdahale ile zaten bir açık hava hapishanesinde yaşayan Gazze’deki Filistinlileri de Mısır’daki Sina Çölü’ne sürmeye çalışıyordu. Tarihe kayıt düşsün diye yazıyorum, daha geçen hafta büyük bir hastaneyi bombaladı ve çocuk, genç, kadın, erkek, sivil demeden hastanedeki herkesi bir gecede öldürdüler. Şimdi elektriği ve suyu da kestiler ve dünyanın gözü önünde soykırım yapıyorlar. Bizimse elimizden hiçbir şey gelmiyor. Sadece dua ediyoruz: “Allah’ım zalimleri helak eyle, kardeşlerimizi ise muzaffer eyle. Vatanları işgal edilmiş Filistinli kardeşlerimize zafer nasip et ve onları kendi topraklarında mutlu bir şekilde yaşayacakları günlere en yakın zamanda eriştir.”

Yazıyı Sidi’nin, mülteci olduğu için itilip kakılmaya çalışıldığında söylediği şu sözle bitirmek istiyorum: “Pasaportumda mülteci yazıyor ama ben nereden geldiğimi biliyorum: Filistin!”