Okumama sorunu ve dijital çağda kitaplarla bağ kurmanın yolları
Okumamaktan ya da okuyamamaktan şikâyet edebiliyorsak, hâlâ bir umut var demektir. Neden okuyamıyoruz? Bir de şuradan bakalım, okumak zorunda mıyız? Kim dedi bize bunu?
“Okuyun yavrum okuyun, okuyun da memur olun!” diyen teyzeleri/amcaları bu seferlik dışarda bırakıyorum. Onlar başka şeyler söylemeye çalışıyorlar. Bir şarkının da söylediği gibi, “Okudum yıllarca hep okudum, okumaktan boynumu büktüm yoruldum. Ama ben hâlâ memur olamadım.” Bence memur olmak istesek olurduk. Öyleyse burada başka bir denklem var. Şimdi okumaktan kastımızın “ne olmadığını” söyledik sanıyorum. Peki kastettiğimiz ne? Aslında buradaki okumak, “okur olmak” anlamına gelecek biraz. Roman okuru, öykü okuru, dergi okuru, belgesel okuru, tarih okuru… Hocam, “tweet” okuru da olur mu? Eğer hâlâ tweet akışını sonuna kadar okumaya tahammülünüz varsa neden olmasın?
Okumama sorunu
Okumak bir alışkanlık ile ilgiliyse belli ki insanların yetiştikleri aile, okul, arkadaş, çevre, şehir, ülke, kültür vb. ile kaçınılmaz bir ilgi içindedir. Kitap okumak, kişinin kendine vakit ayırabildiğine işarettir. Kendine vakit ayırma lüksü ve imkânı olmayanlar için bu eylem hep arka plana itilir. Bir de okumanın çok gerekli görülmemesi, her zaman okumaktan daha önemli işlerin var olması, kişiyi bu eylemden uzaklaştırır. Buna “okumama” sorunu diyeceğiz. Bu çok uzun ve çetrefilli, kanser gibi kişinin içine geçmişte yapışmış ve hızla büyüyen bir mesele. Eğer onu ameliyata alırsam, hasta masada kalabilir. Buna şimdilik cesaret edemiyorum. Bu yüzden buna burada bir nokta koyup, okuyamamaktan şikâyet edenlerin meselesine gelelim. Şikâyet varsa bir çözüm arayışı da vardır diye düşünmek istiyorum. Bu alışkanlığı kazanmak istiyorsak eğer ilk yapmamız gereken, mükemmeliyetçiliği bir kenara koymak olur. “Ben kitabı elime alınca bir saat, 50-100 sayfa okumadan bırakmam”, “Benim kitap okuyacağım yerde hiç ses olmaması lazım”, “Ben sandalyede, yerde, otobüste, ayakta, mutfakta, salonda, parkta, bahçede okuyamam”, “Benim kitap okuyacağım saat bellidir, vakti geçerse gün içinde bir daha kitap alamıyorum elime.” Bu tür prensipler çoğumuzda var ki (bir dereceye kadar) kabul edilebilir şeyler. Fakat bir o kadar da okumayı güçleştiren, onu belirli kalıplara sokan şeyler. Hayat bizim kalıplarımıza göre işleyen, her hâliyle bizim hükmettiğimiz bir oluşum değil. Okuma saatimizde yemek yapılması gerebilir, bir misafir gelebilir, bir aksilik çıkabilir, evde bebek varsa uyanabilir, bir telefon gelebilir, arkadaşımız bir kahveye uğramış olabilir. Kontrolümüzün dışında gerçekleşen şeyler her zaman olacaktır. Uygun şartların oluşmasını beklemek, ertelemeyi de beraberinde getirebilir ve nihayet alışkanlığımızı peyderpey yitirebiliriz.
Yemek yapmak zorundaysak yemeğin soğanı pembeleşene kadar ya da yemek için gerekli su kaynayana kadar okuyabiliriz. Bir rutin insanıysak ve programlı ilerliyorsak uzmanların da söylediği üzere bu programı biraz esnek tutmakta ve kontrolümüzü dışında gelişecek şeylere izin vermekte fayda var. Bu nedenle kitap okuyacağımız sırada telefon çaldığında, öyle ki konuşma sonrasında okumaya dönebilelim. Okuduğum bir yazıda yazar şöyle diyordu: “Bir sayfa mı okuyabileceksiniz? Bir paragraf mı? Üç satır mı? Önemli değil. Kimseye verecek hesabımız yok.” Evet kimseye verecek hesabımız yok. Büyüklerin nasihatlerine kulak kesilirsek bir işin az ama devamlı olanı makbuldür. Belki 50 sayfa okumaya niyet etmiştik ama telefon çaldı, o zaman 20 sayfa okunabilir. Bu, bizi okuma eyleminden ve niyetinden caydırmamalı. Yeter ki devam edelim.
Doğru odaklanma
Bir de okumakta tereddüt eden bir kesimin olduğunu fark ediyorum. Yani, “Ama okuduklarım aklımda kalmıyor. Daha sonra unutuyorum. Okuduğum boşa gidiyor,” diyenler... Şöyle düşünelim, hızlı okuma teknikleriyle bir yılda 70-80 kitap okumak mümkün. Bir yılın sonunda kişinin bunların hepsini hatırlaması mümkün mü? Hızlı okuma eğitmenleri de her bir kitabı hatırlayamayacağımızı, belki de adlarını bile unutacağımızı söylüyor. Beynimiz böyle işlemiyor çünkü. Hedefimiz, bir kitabı üç - beş günde bitirmek olmamalı. Bu şartlanma da insanı bir nevi mükemmeliyetçiliğe götürür. Okuduğumuz şeyin aklımızda kalmasını sağlayan bazı yöntemler var. Doğru odaklanma bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Kitabı 100 sayfa okumak için elimize aldığımızda, zihnimizi ve odağımızı bölmüş oluyoruz. Sayfalar ilerledikçe ne kadar okuduğumuza ne kadar ilerlediğimize ve nihayet ne kadar kaldığına odaklanıyoruz. Bu hafızayı yapması gerekenden alıkoymaya sebep oluyor.
Bir diğeri ise kodlama ve duygusal bağlantı kurma. Okuduğumuz sayfalarda bazı kavramlar üzerinde sayılarla, tarihlerle, özel isimlerle, anılarla, kişisel ve duyusal bağlantılar kurmak; sonrasında okuduğumuz şeyi geri çağırmamıza yardımcı olmakta. Üstelik eğer akademik bir okur değilsek, literatürde geçtiği üzere “sıradan” okur kitlesine dahilsek, okuduğumuz her detayı hatırlamak zorunda değiliz. Kişi, okuduğu kitabı birine aktarması gerektiği durumlarda istediği performansı gösteremediğinde hayal kırıklığına uğramakta. “Yahu bu kitap ne anlatıyor?” dendiğinde buna cevap verememek, başı sonu mamur bir özet yapamamak, sizi başarısız bir okur yapmaz yahut okuduğunuzu anlamadığınızı göstermez. Unutmamak gerekir ki okumak ve anlamak ile anlatmak birbirinden farklı becerilerdir.
Uygun zamanı beklemek
“Bu kitabı okumayan da kitap okuyorum demesin”, “Herkesin okuduğu kitabı okumam, tarzım değil!” gibi sözlere birçoğunuzun maruz kaldığını biliyorum. Ben, her kitabın bir okunma zamanı olduğuna inananlardanım. Düzenli bir okuyucu ve bunun akademisini yapan bir okuyucu olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”unu geçtiğimiz aylarda okudum. “Huzur”, Türk edebiyatının en kanonik, Tanpınar’ın ise en kült romanlarından biridir. Peki onu bunca yıldır okumamı engelleyen neydi? Uygun zamanı beklemek, zihnimi hazır hissetmek, kitabı algılayacağım bir duruma gelmek? Neden şimdi peki? Demek ki kitaplar da kişinin algılarının en açık olduğu ve psikolojik olarak hazır hissettiği zamanı bekliyor. Kitaplar kendi vakitlerini seçiyorlar. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; yapmam ve yetiştirmem gereken onca iş varken bir kaçış ve dinlenme yeri olarak, “Hadi artık 'Huzur’u okuyacağım,” da demiş olabilirim.
Bir başkası, herkesin okuduğuna kimse karışamaz, kuralı. İnsanlar farklı yaradılışta olduklarına göre keyif aldıkları şeyler de elbette farklı olacaktır. Oğuz Atay'ın “Tutunamayanlar” romanını okumamış birine, “Bu kitabı okumayan da ne bileyim!” demek, kişinin zevklerine ve kitap okumaya ayırdığı vakte bir müdahale ve taciz bana kalırsa. Yabancı klasiklerden henüz okuma fırsatı bulamamış, henüz hiç Agatha Christie, Franz Kafka okumamış birine, “Bir de kitap okuyorum, diyorsun!” demek, o kişinin kitap zevkine ve geçmişine bir tür zorbalık etmek. Cemal Süreya okuru olmakla Sezai Karakoç okuru olmak karşılaştırılmamalı. Çok satanlar listesine girmiş bir kitabı okuyan kişi zorbalanmamalı. Eğer okuma alışkanlığı edinmek istiyorsak kitaplarla temas kurmalı, sevdiğimiz türü bulmalıyız öncelikle. Alışkanlığın devam etmesi için ısrar ve inat gerekli. Ama bu ısrarı hiç sevmediğimiz ve okumayı eziyet olarak gördüğümüz kitaplarda uygulamayalım. Kitapları kutsallaştırmaktan uzak durmak gerekir. Eğer o kitap, bir sayfa daha ileri gitmiyorsa kaldığımız yerdeki ayraçla rafta biraz beklemesi gerekiyordur belki. Dostoveyski’nin “Suç ve Ceza” romanına üçüncü kez baştan başladığımda bitirebildiğimi anımsıyorum. Bu konuda kendimize yüklenmek yerine, biraz şefkatli olursak kitaplarla yeniden arkadaş olabiliriz.
Dijital zamanlar
Dijital çağda neredeyse her şeyin çevrim içi alternatifi bulunuyorken, elbette kitaplar da bundan nasibi alıyor. Çeşitli projelerle, bireysel girişimlerle internette kitabın elektronik formatına (e-kitap) ulaşmak mümkün. Hatta son yıllarda sesli kitap uygulamalarının yaygınlaşmasıyla kitap sektöründeki dijitalleşme bir boyut daha kazanmış oldu. Kitap edinmenin ekonomik anlamda külfeti olduğunu düşündüğümüzde, dijitalleşme oldukça cazip görünmekte. “Just Google it!” dediğimiz, arama motorunda arattığımızda bir tıkla istediğimize ulaşabilmemiz anlamına geliyor. Pekâlâ bu kadar ulaşılabilir olması, her zaman iyi bir şey midir? Burada görüşler ikiye ayrılabilir. Bir kütüphaneye gidip o kitabı ödünç almaya, kitapçıya gidip kitabı almaya üşendiğini söyleyen insanlar, kitapların pdf’ine ulaşabildiklerinde okumaya daha gönüllü olabilirler. Ama diğer yandan bu kolaylık ve ulaşılabilirlik, kişinin üşengeçliğini besleyebilir ve kitap okumak için somut bir adım atmasını engelleyebilir.
Eğer akademik bir meşguliyetimiz veya kitapları edinmek gibi bir mecburiyetimiz yoksa (bu kişiler için gerekli her bir kitabı edinmek hem ekonomik külfet hem de zamansal bir kayıp. Bu yüzden bir kısım metinlere çevrim içi ulaşmaları elzem hâle geliyor) mümkün olduğunca kitaplara temas etmek, görebileceğimiz bir yerde bulundurmak, onlara karşı bir çekim hissetmemizi sağlar. Zahmet vererek yaptığımız şeyler, insan psikolojisinde çok daha kıymetli bir statüde yer alıyor. Bu nedenle kitaba verdiğimiz para, kütüphaneye kadar gitme zahmeti, arkadaşımızdan ödünç alma zahmeti, çoğu zaman okumaya yönelik motivasyonu artıran şeyler oluyor. Ekrana uzun süreli maruz kalmak, kişinin göz ve beyin sağlığı için tehlike arz ediyorken kitap okuma eylemini de ekrandan sürdürmek, kişinin sağlığını olumsuz etkileyecektir. Üstelik yorulmuş gözler ve beyin, kitap okuma süresini ya aza indirebilir ya da ertelemeye sebep olabilir.
Kutsallık atfetmeden
Sesli kitaplar da oldukça tercih edilir olmaya başladı. Kitap okumaya vakit bulamadığını ya da kitap okurken uykusunun geldiğini, bir yerde sabit kalamadığını söyleyen insanların başvurduğu yöntemlerden biri. Oldukça makul görünüyor. Bir kitapla göz teması kurmak, bir dereceye kadar sabit bir pozisyonda kalmak zorunda olmak, kişinin mizacına göre zorlayıcı olabilir. Bir grup bilim insanı bir araya gelerek kitap okuyan ve dinleyen insanların beyinlerinde neler gerçekleştiğini, bu iki eylemde beyni nasıl etkilediğini incelerler. Kişilere önce seçtikleri hikâyeyi dinletirler, daha sonra aynı hikâyeyi okuturlar. İncelemeler sonucunda çıkarılan anlamsal haritada dinleme ve okumanın beynin benzer yerini etkinleştirdiği görülür. Bir başka çalışma sonucuna göre ise bilgilerin yüzde 11’ini işiterek, yüzde 83’ünü görerek öğreniriz; okuduklarımızın yüzde 10’unu, işittiklerimizin yüzde 20’sini hatırlarız. Kişilerde görsel, işitsel ve dokunsal hafıza vardır ve hangisinin daha kuvvetli olduğu kişiden kişiye değişir. Araştırmalar göz önünde bulundurulduğunda denebilir ki kişinin dinlemeyi mi okumayı mı tercih edeceği, içinde bulunduğu duruma göre değişebilir ve kişinin tercihine bağlıdır. Ama yine de okuma alışkanlığı edinmek veya bunu tekrar kazanmak için kitabı görmek, ona dokunmak, kutsallık atfetmeden üzerine notlar almak, kendimizden izler ve dokunuşlar bırakmak, kısacası onunla bağ kurmak daha etkili görünüyor.
Kaliteli okuma
Neden kitap okumalıyız? Havalı bir şey midir kitap okumak? Genç Motto dergisinin sosyal medya hesabında, “Gereksiz Yere Övünülen Sekiz Durum” başlıklı bir içerikle karşılaşmıştım. Kitap okumamak, ilk sıradaki “çayı şekersiz içmekten hemen sonra geliyordu. Bir de bunun tam tersi var tabii. Kitap okumak, entelektüel bir uğraştır. Okumanın zararları gibi bir yazının altına hemen şunu eklerdim sanırım: Okumak bencil bir iştir, insanı hayattan soyutlar. Maazallah insan içine karışmaz olursunuz. Okuma eylemi için odaklanmak önemlidir. Bunun için de etrafımızdaki insanlara, çevremizde olup bitenlere, hatta zihnimizin günde ürettiği 6 binden fazla düşünceye bir süre perde çekmemiz gerekir. Okuduğumuzda beynimiz dikkat sistemini devreye sokarak, elimizdeki göreve (okumaya) odaklanmamızı ve dikkat dağıtıcı unsurları görmezden gelmemizi sağlar. Anlamanın gerçekleşmesi için bu gereklidir. İzlediği diziyi, yaşadığı kavgayı, aşırı coşkusunu ve sevincini anlatan birinin yanında, gürültünün ve devamlı hareketin olduğu, sürekli uyarana maruz kalınan bir ortamda okuma yapmak pek mümkün olmazdı. Beynimizin bu gibi uyaranları tolere etmesi uzun sürer ve bu tolere etme süresinde okunanalar anlamayı olumsuz etkiler. Bu yüzden çoğu zaman “kaliteli okuma” gerçekleşmemiş olur.
İnsanların çok okuyanlara ya acımayla karışık üzüldüğünü ya da onlardan korktuklarını fark ettiniz mi? Onlar hakkında, “Yazık, okumaktan aklını yiyecek. Delirecek diye korkuyoruz vallahi!” “Onun için çok okur diyorlar, ermiş midir nedir? Evliya gibi mübarek!” dendiğini duyabilirsiniz. Okuyan insanların toplumun düşünen ve değerlendiren, muhakeme becerilerini geliştiren, kendine ve topluma faydası olmaya çalışan insanlar olduğunu farz edersek geriye kalan kesim tarafından ayrıksı addedilebilir; haklarında, “Okuyup da Mısır’a molla olacak sanki,” diyebilirler. Eğer okumanın sonucunda sizin de böyle büyük hedefleriniz ve beklentileriniz varsa, “Bir kitap okudum hayatım değişti,” gibi mucizeler bekliyorsanız; kendinizi bazı gerçeklere hazırlamanız gerekebilir. Olur ya okur da molla olamazsanız maazallah delirebilirsiniz. Sağlıkla ve kitapla kalın.
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.