1932 dinî inkılâp yılında Türklerin manevi kudretini tartışmak!

D. MEHMET DOĞAN
Abone Ol

Klod Farrer’in bir devrin toplum mühendisliği uygulamalarını temelden doğru kavradığı görülüyor. Türkiye’de söylenemeyenleri açıkça ifade ediyor. Bu da yöneticilerde rahatsızlığa yol açıyor.

“1932 dinî inkılâp yılı” Yeni kitabımızın ismi bu… Epeydir üzerinde çalışıyorduk. 1932 yılının toplum mühendisliği açısından fevkalade bir yıl olduğu dikkatlerden kaçmıştır. O zamanki medya cihazı da kullanılarak dinle ve dinin kültürü ile ilgili hususlarda yıldırıcı-yıpratıcı kampanyalar yürütülmüştür. Bu kampanyaların esası, milletin en güçlü kimlik yapıcı unsuru olan dini geriletmek, din üzerinde tereddütler uyandırmaktır. Bu “Türkçe Kur’an”, “Türkçe ezan”la yürürlüğe sokulmuş, asıl hedeflenen “Türkçe ibadet”e ise geçilememiştir. Türkler bin yıldır Müslüman ve Müslümanlığı öylesine benimsemişler ki, “Türk” Müslüman demek olmuş. Bu bin yıl içinde İslâm medeniyeti Türkler eliyle yeni bir merhaleye varmıştır. Osmanlı İslâm medeniyeti 20. yüzyılın başında her şeye rağmen sürmekte idi. Birçok sanat alanlarında güçlü şahsiyetler yetişiyordu. Hat, tezhip, edebiyat, mîmârî, mûsikî, Osmanlı medeniyetinin sürdüğünün delili idi.

1932 yılında bir taraftan dinin ibadet usûllerine müdahale edilmiş, öte yandan Osmanlı döneminde zenginleşmiş Türkçenin gelişmesi durdurulmuş, Osmanlı mûsikîsi yasaklanmış, tarihine ancak karalamak maksadıyla ders kitaplarında yer verilmiştir. Bu devam eden güçlü ve kapsayıcı kimlik yerine, hayâlî ve sentetik bir Türk kimliği inşa edilmek istenmiştir. Millet varlığının tahribi anlamına gelen bu uygulamalara zamanında itiraz edil(ebil)miş midir?

Hürriyet var: Kâğıt üzerinde!

Prof. Jozep Marks ve Prof. Albert Malş.

O zamanın şartlarında bunun açıkça yapılması imkânsızdı. Hürriyetler kâğıt üzerinde vardı, uygulamada yoktu. Cumhuriyet bize hürriyet getirmemişti! Rejimi, lideri övmeye sınır yoktu; bu hususta sonsuz hürriyet vardı. Fakat iş eleştiriye gelince durum değişiyordu.

Gazeteler ve dergiler önce Takriri Sükûn kanunuyla sonra harf inkılâbıyla kapandı. Harf inkılâbından sonra gazeteler okuyucusuz kaldı, hükümet devamını uygun bulduğu gazeteleri devlet bütçesinden destekleyerek ayakta tuttu, geri kalan yayın organları (yüzde yetmişten fazlası) kapandı.

Gazeteler “inkılâp” olarak tesmiye edilen hususlarda eleştirici bir dil kullanamazdı. Bu yüzden Türkçe Kur’an, Türkçe ezan uygulamaları zamanında eleştirilemedi, hatta üzerinde konuşulamadı. Tarih Kongresi’nde Zeki Velidi’nin itirazı onun yurt dışına çıkmak zorunda kalmasına sebep oldu. Dil Kurultayı’nda Hüseyin Cahid yapılan işin doğru olmadığını söylediği için lânetlendi. Mûsikî inkılâbı ile ilgili serzeniş kabilinden mırın kırın edenler oldu. Fakat sonuç değişmedi. Falih Rıfkı’nın deyimiyle karar verilmişti! İlim-milim kâr etmezdi!

“Darülfünun’u kapatmayın” dediler kapattılar

1932 yılı içinde Türkiye’deki bazı kurumları ıslâh (reforme) etmek maksadıyla Avrupa’dan uzmanlar çağrıldı. Darülfünun için Prof. Albert Malş, Konservatuvar için Prof. Jozep Marks geldiler. Onların raporlarında eleştiri mahiyetinde durum tespitleri var. Fakat bu raporlar dikkate alınmadı, adamları bilgilerinden, ilimlerinden faydalanmak için davet etmişlerdi, kendi bildiklerini okudular. Malş “Darülfünun’u kapatmayın” dedi, kapattılar. Marks “konservatuvarda Türk müziği öğretimi yapılmalı” dedi, dinlemediler. 1976’ya kadar Türkiye’de Türk müziği öğretimi yapılamadı.

O zamanlar gerçekten görüş açıklayabilecek bir fikir dergisi var mıydı?

Yoktu elbette! Olamazdı da!

Darülfünun.

İnkılâpları havsalasına sığdıramayan bir “Türk dostu”

Yalnız dışarıdan bir ses duyuldu: O zamana kadar “Türk dostu” olarak baş tacı edilen Klod Farer konuştu. Onun Mustafa Kemal’le İzmit buluşması ballandırıla ballandırıla anlatılırdı. Klod Farer, 1932’de bir konferans verdi. Konferansın başlığı “Türklerin manevî kuvvetleri” idi.

Türkiye’deki zorlayıcı değişmenin hasar raporu mahiyetindeki bu konuşma ciddi rahatsızlık uyandırdı. En azından Fransızca bilen okuryazar câmia, Farer’in görüşlerinden haberdar oldu. Cumhurbaşkanı’nın yakınında bulunan gazetecilerden Yunus Nadi 5 başyazısını bu konferansa ayırdı. 10 Aralıktaki yazının başlığı “Türk’ü bilmeyen bir Türk muhibbi” idi.

M. Klod Farer, Üniversite dezanal (Universite des annales) da Türkiye’nin mânevî kuvvetleri mevzuunda bir konferans vermiş, bu konuşma aynı müessesenin neşrettiği konferansiya (Conferancia) mecmuasında dercedilmişti (basılmıştı). Bize dâir olan bu konferansı orada dikkatle ve biraz da hayretle okumuşlardı…

Yunus Nadi, Farer’in Türk dostluğundan bahsettikten sonra alaycı bir eda ile “ancak son senelere ait bazı yazılarından ve son konferansından anlıyoruz ki, Klod Farer'in sevdiği Türkiye daha ziyade fesli mesli bir Türkiye'dir” dedikten sonra Klod Farer’in Türkiye’deki yenilikleri ve inkılâpları bir türlü havsalasına sığdıramadığını iddia ediyordu.

İkinci yazı, 12 Aralıkta yayınlanır. “Osmanlı Türklüğü yeni Türkiye Türklüğü” Yazar, “M.Klord Farer, bütün Türklüğü ve Türk’leri sevmekle beraber bunun içinde Osmanlı Türklüğüne ve âdeta Osmanlı idaresine bir rüçhan mevkii vermek gayretini göstermekten hâli kalmaz” der. Klod Farer, Atilla’dan Timur’a kadar cihangir Türk hükümdarlarının kısa süren hâkimiyetleri yanında Osmanlıların kudretinin devamlı olduğunu ve güçlü bir medeniyet tesis ettiklerini söylüyor. Yunus Nadi, Farer’in Cumhuriyetten sonra Osmanlı devrini atlayıp, Timur’a, Cengiz’e bağlanıldığı iddiasının doğru olmadığını ileri sürüyor.

1933 yılında gerçekleştirilen “Üniversite Reformu” ile Türkiye’ye gelen 190 kişilik Alman, Macar ve Avusturya asıllı Yahudi ilim adamları...

14 Aralıkta “Osmanlı Türkiye’si de Türk tarihidir” başlıklıdır. Yunus Nadi, Osmanlıların başarılarının, medeniyet kuruculuğunun padişahlarla ilgili olmadığını, milletin eseri olduğunu söylüyor. Millet olmasa idi bu işleri başaramazlardı diyor. Fakat Millî Mücadele’yi, Cumhuriyet’in başarılarını başka yazılarında bir tek şahsa bağlamaktan da geri kalmıyor. 18 Aralıkta “Türk’ler Anadolu’nun anasıl yerli ahalisidir” başlığı altında Türkiye’nin Selçuklularla ve sonra Osmanlılarla Türk yurdu olmadığını, dört-beş bin yıllık bir Türk vatanı olduğunu, “Etiler”den bahsederek ispat etmeye çalışıyor. Burada cevaplanamayan soru şu: Selçuklular bu ülkeyi fethettiklerinde burada kimler vardı?

Yunus Nadi.

Malazgirt’ten sonra Türk yurdunu mu fethettik?

Anadolu Türk yurdu mu idi? Yani Selçuklular bir Türk yurdunu mu fethettiler? Eğer daha önce buraya Türk kavimleri gelmişse o geçmişte kalmıştır. Selçuklular geldiğinde de burada kendisine “Türk” diyen unsurlar yoktur!

19 Aralıkta yayınlanan 5. yazı ile dizi yazı tamamlanıyor. Yunus Nadi son yazıda Ankara’nın Timur’a muhabbetten başkent yapılmadığını, Gazi’nin Yıldırım Bayezid’i takdir ettiğini yazıyor.

Klod Farer’in bahsedilen konferansı tercüme edilerek 1970’li yıllarda yayınlanmıştır. (Claude Fererre: Türklerin Manevi Gücü. Çev. Orhan Bahaeddin, İstanbul, tarihsiz, Tercüman 1001 Temel Eser.)

Mâneviyatını kaybedenler intihar ediyor!

Klod Farer ve Mustafa Kemal.

Klod Farer ve Mustafa Kemal.

Kitap dikkatle okunduğunda, Yunus Nadi’nin Klod Farer’in asıl üzerinde durduğu hususlara hiç temas etmediği görülüyor. Şu cümlelere bakalım: “Yeni Türkiye’yi saran en bulaşıcı, en kötü mikrop, şüphesiz siyaset mikrobu. Günümüzün Türkleri, kitaplarda okudukları kimselere benzemek istiyorlar.”

“Türkiye’de başlayan bu din aleyhtarlığı, bizdekinden çok daha tehlikelidir.” (sf. 222)

“Eski Türkiye’yi medeniyete götüren tek vasıta, İslâm’dı. Gerçek bir imanları vardı. Kadınları da kendileri gibi mümindi. Toprağına, çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kakışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemeyeceğim.”

“Hâlâ Kur’an okumaya devam eden yaşlı hanımlar, eski aile havasını, dünyanın en güzel şeyi olan bu havayı yaşatmayı bildiler.” (222-223)

“Genç kadınlara gelince, kocalarından durmadan dinsizliğin methini dinliyorlar… Yakın bir zamandan beri Türkiye çok korkunç bir salgının pençesine düşmüş bulunuyor: İntihar salgını. Lâf olsun diye söylemiyorum. Ankaralı, İstanbullu ve Türkiye’nin daha başka yerindeki gençler, insanı korkutacak bir çoklukla intihar ediyorlar. Hayır ümitsizliğin, fakirliğin kendilerini ölümün kucağına attığı kimselerden bahsetmiyorum. İyi bir hayatı olan, hayatında ıstırap çekmemiş gençlerden bahsediyorum. Bunlar sanki bir spormuş gibi kendilerini öldürüyorlar. Meş’um bir moda! Kendilerini yaşayanların arasından ayıran bu çocuklar için hayat, artık mânâsını kaybetmiş bulunuyor. Mesele bu!” (sf. 223)

“Türkiye’yi idare edenlerin din adamlarına -hayır yanlış söyledim- dine karşı açtıkları korkunç mücadele, aksine dine karşı büyük bir düşkünlük uyandırdı. Kimlerde mi? Çocuklarda.” (sf. 226)

Klod Farrer’in bir devrin toplum mühendisliği uygulamalarını temelden doğru kavradığı görülüyor. Türkiye’de söylenemeyenleri açıkça ifade ediyor. Bu da yöneticilerde rahatsızlığa yol açıyor. Yunus Nadi güya Klod Farer’e cevap veriyor, fakat esasa hiçbir şekilde girmiyor. Klod Farer’in rejimin fiyakasını bozması, onunla ilgili “Türk dostu” imajının yıkılmasını gerektirecek noktaya gelmiş olmalı ki, İstanbul’da Klod Farer caddesinin levhası sökülüyor. “Caddeye riyakâr Fransız muharririnin yerine Nuri Conker’in temiz ve mert ismi verilecektir!” (Son Posta 26.1.1937)

İstanbul’da hâlâ Klod Farer Caddesi olduğuna göre, ya bu isim değişikliğinden vaz geçildi, ya da cadde ismi eski hâline getirildi!