20. yüzyıla alerjiniz mi var?

MEHMET ÖNDER
Abone Ol

Bu kliniğe kaçarsa tüketim bağımlılığından kurtulacağını ve dolayısıyla güvende olacağını düşünen karakterimiz aslında kaçarken kapana kısıldığının da farkındadır. Sistem o kadar acımasız bir çarka sahiptir ki, sorunlara çözüm olarak sunulan alternatif hayat metotları bireyleri daha da dengesiz bir ruh haline büründürür.

Todd Haynes'in filmi

Tüketim çağının şahitleriyiz hepimiz. Yaşadığımız bu salgınla birlikte çok çabuk değiştirdiğimiz gündelik alışkanlıklarımız, insan-karşıtı bu vahim tabloyu bir kez daha tüm berraklığıyla gözler önüne serdi. Dünya 19. ve 20. yüzyıllarda varolan sistemleri yok etmeye başlayarak yerine ‘daha iyisini’ ikame etmek için bir çabaya girişti. Ancak fıtrata aykırı bu yeni değerleri birbiri ardınca yükseltirken kendisine bunu sindirecek, hazmedecek zaman bile tanımadı. Kapitalizme borçlu olduğumuz ‘refah toplumu’ safsatasını her zaman kısmi refah toplumları savundu. Bu sömürü mekanizmasının bozulmasından korkanların geldiği son nokta ise “dünya nüfusunun azaltılması” gibi hastalıklı bir düşünce oldu.

Bu yeni post kapitalist düzene geçişimizin ardından “modern insanın sorunları” “bireyin yalnızlaşması” gibi tanımlamalar da doğal olarak sanatın vazgeçilmez temalarından biri oldu. Tam bu noktada Rilke’den mülhem bir şekilde ifade etmek gerekirse:

  • “Ve sanat çokluk içinde yaşadığımız karmaşayı gözlerimizin önüne sermekten başka bir şey yapmamıştır. Yatıştırıp sakinleştirecekken korkutmuştur bizleri. İçimizden her birinin bir başka adada yaşadığını kanıtlamıştır; ne var ki, adalar birbirinden yeterince uzak değildir; dolayısıyla, her türlü tasa ve endişenin uzağında yalnız başına bir yaşam olanaksızdır.”

Rilke’nin ifadelerinde olduğu gibi hepimizin yaşadığı bu karmaşayı gözler önüne seren, bizi korkutan ama umutsuzluğa da sevk etmeden “fıtrata dön” çağrısını derinden yaşatan bir filmden bahsedeceğiz.

Modernleşme Mağdurları

Julian Moore'un canlandırdığı Carol White karakteri

Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen isimlerinden Todd Haynes’in yönetmenliğini yaptığı 1995 yapımı Safe filmi, Haynes’in ifadesiyle sanayileşme sonrası bir manzarada hastalık ve iyileşmenin, modern hayat şeklinin mağduru olan insanlara nasıl yüklendiği temasını ele alır. Yönetmen 1980’lerin Los Angeles’ında yaşayan sıradan bir ev kadınının günden güne hayat enerjisini kendisinden alan “çoklu alerjilerini” anlatırken aynı zamanda toplumun değişen değer yargılarını ve tüketim alışkanlıklarını da çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Film, bugün daha yeni yeni konuşabildiğimiz, hastalıkların tedavisi yerine önlenmesi fikrini ve bizleri nelerin hasta ettiğinin yanı sıra özüyle insanın (kapitalist ya da liberal sistemde) yapaylaştırılması, bayağılaştırılması ve en nihayetinde metalaştırılması meselelerini oldukça şeffaf anlatır.

Carol White karakteri görünürde muhteşem bir hayat yaşamaktadır.

Filmden daha detaylı bahsedecek olursak Julian Moore’un canlandırdığı Carol White karakteri görünürde muhteşem bir hayat yaşamaktadır. Yönetmen filmin ilk çeyreğinde Los Angeles’ın güzel malikânelerinden birine yeni taşınan, eşi ve çocuğuyla mutlu bir hayatı olan, arkadaşlarıyla spor salonuna giden, evini yeni çıkan mobilyalarla döşeyen bu kadının hayatında anormal bir şeyler olmaya başladığını seyirciye hissettirir.

Alerjiler Carol’ın hayatını yaşanmaz kılmaya başlar.

● Otoyolda giderken ânî ve kontrol edilemeyen öksürükler,

● perma yaptırırken şiddetli burun kanaması,

● eve yeni aldığı mobilyaların kokusundan duyduğu rahatsızlık,

● süt içtikten sonra vücudunda fark ettiği kabarmalar,

● kozmetik malzemelerine karşı gösterdiği tepki,

● aşırı yorgunluk,

● baş ağrıları ve

● alerjiler Carol’ın hayatını yaşanmaz kılmaya başlar.

Afallatan Suâller

Doktorlar’ın konvansiyonel ve soğuk yaklaşımları Carol’ın bu çoklu alerjisine her hangi olumlu bir etki sağlamaz.

Doktorlar’ın konvansiyonel ve soğuk yaklaşımları Carol’ın bu çoklu alerjisine her hangi olumlu bir etki sağlamaz. Bunun üzerine Carol tavsiyeler üzerine psikoterapi seanslarına katılır. Bu seanslar da kendisine yöneltilen “Sen kimsin, hayat amacın nedir?” gibi klasikleşmiş ruha dair sorular karşısında afallar. Kendiyle olan meşguliyeti spor salonlarından, meyve diyetlerinden, kuaför randevularından ibaret olan ve sahip olduğu steril hayatın dışına atılan Carol artık psikiyatristinin sorduğu “sen kimsin” sorularına cevap aramaya başlar.

20. Yüzyıla Alerjiniz Mi Var?

20. Yüzyıla alerjiniz mi var? Nefes almakta zorlanıyor musunuz?

Bir sağlık kulübünün ilan panosuna sabitlenmiş broşürde gördüğü “20. Yüzyıla alerjiniz mi var? Nefes almakta zorlanıyor musunuz?” gibi hayli ironik ve ticari ifadeleri okuyunca kendi teşhisini koyar, yaşadığı çevreye ve çağa olan alerjisini içe dair olarak tespit eder.

Bunun üzerine çâreyi ilanın sahibi olan ve bu sorunlara çözüm ürettiğini iddia eden anti-hareketin kamplarına katılmakta bulan Carol, Los Angeles’taki evinden ve çevresinden kendini tecrit ederek bu oluşuma katılır.

Yaşadığı sıkıntılarla birlikte yapayalnız hisseden, ailesi tarafından anlaşılmadığını düşünen Carol, bu klinikte kendisi gibi olan insanlarla yalnızlığını yeneceği zannına kapılır. Tüm toksik maddelerden arındırılmış, “20. yüzyıla alerjisi olan” hastalar için özel olarak tasarlanmış bu bölgedeki insanlar “new age” bir oluşumun içinde dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde “yaşadıklarını olumluyor” ve “kendini sevme” seansları yapıyordur.

Kurtulduğu Sanırken Kapana Kısılmak

Bu kliniğe kaçarsa tüketim bağımlılığından kurtulacağını ve dolayısıyla güvende olacağını düşünen karakterimiz aslında kaçarken kapana kısıldığının da farkındadır.

Bu kliniğe kaçarsa tüketim bağımlılığından kurtulacağını ve dolayısıyla güvende olacağını düşünen karakterimiz aslında kaçarken kapana kısıldığının da farkındadır. Sistem o kadar acımasız bir çarka sahiptir ki, sorunlara çözüm olarak sunulan alternatif hayat metotları bireyleri daha da dengesiz bir ruh haline büründürür.

Nihayetinde Carol filmin sonlarında klinikteki arkadaşlarına doğum günü için bir konuşma yaparken çok çarpıcı bir şekilde hislerini dışa vurur. Oluşturdukları bu izole dünyanın güzelliğinden ve iyiliğinden bahsederken birden susar. Bulunduğu ortamın ve yaptığı konuşmanın anlamsızlığını fark eder. O an Carol’ın daha da kötüye gittiğini anlarız. Tuhaf, dış etkilerden yalıtılmış odasına gider, oksijen tüpündeki havadan soluyarak aynaya yaklaşır. Yüzü morluklarla ve lekelerle doludur artık. Bunu görmesine rağmen kendisine merhamet dolu gözlerle bakar ve “seni seviyorum” der. Sonunda kendisini hayattan tamamen tecrit ederek iglosuna kapatan Carol, alerjisi olan o yapay dünyadan tek kaçışının bu olduğunu düşünür.

Carol bulunduğu ortamın ve yaptığı konuşmanın anlamsızlığını fark eder.

Şimdiki zaman ya da ahir zaman diyebileceğimiz bu süreçte çevremizde de görüyor ve biliyoruz ki her şeye alerjisi olan, hayatın amacını ıskalamış, her şeyi sevmeye zorlanan ama gerçek mânâda hiçbir şeyi sevemeyecek olan binlerce Carol’lar oluşturulmuştur. Baudrillard’ın ifadesiyle yazımızı bitirelim:

“Oysa;

Artık inanmıyoruz; ama inanana inanıyoruz.

Artık sevmiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz.

Artık ne istediğimizi bilmiyoruz ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.

Ekranlar, videolar ve röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz.

Yeni anormal, sun'î rahim ve aile babası
Gerçek Hayat

Bunun da gerçek kendimiz olduğu fikrine kapılıyoruz.”

Bu, tanımı yapılmamış bir delilik!