‘Ahlâk üretmeyen dindarlık’ iddiasının tenkidi

DOÇ. DR. ŞEMSETTİN KIRIŞ
Abone Ol

Özünde içsel bir yaptırım ve “hayatı düzenleme” bulunan dindarlıklar dünyevi kesim tarafından problem olarak algılanacaktır, bu kaçınılmaz bir durumdur. Garip olan, bazı ilahiyatçıların bunu bir sorun olarak kodlayıp dünyevi hayat tazını dini bir meşruiyet zeminine oturtma gayretleridir. “Hakikat Arayıcısının Yol Haritası” dersinde Müslümanlara üç merhaleli bir öneri sunulmuştur. Ahlâk mânasında sâlih amelden tezkiye-i nefse oradan da marifetullaha yürümek. Buna kısaca ahlâktan hareketle bilgeliğe seyahat diyebiliriz.

Başkasının ahlâkını konuşmak kolaydır. Asıl zor olan kendi ahlâkımızı masaya yatırarak onun hakkında konuşabilmektir. Kendi ahlâkımızı masaya yatırabiliyor muyuz? Hele insanların da bulunduğu bir mecliste kendi ahlâkımızı masaya yatırmaya cesaret edebilir miyiz? Başkasının ahlâkı bizim için nazarî alana girmektedir. Ahlâkından söz açtığımız kimsenin hangi saiklerle o davranışları yaptığını bilemiyoruz. Başkasının ahlâkını biz ne kadar doğru ölçebiliriz ki?

Hatta şunu diyebiliriz: Başkasının ahlâkı hakkında spekülasyonda bulunmak ne kadar ahlâklı bir durumdur? Yalnız başına kaldığımız zaman bu soruyu düşünmemiz gerekir. Çünkü kendi ahlâkımızla yüzleşecek olan yine kendimizizdir.

Önce kendi ahlakımızla yüzleşelim

Bizim “öteki”miz dini geleneklerden bağımsız olarak insanın bütün eğilimlerini kutsal sayan ve insanı tek ölçü olarak gören bu anlayıştır.

Kendi ahlâkımızla yüzleşmek yerine başkasının ahlâkını konuşmak nefsimize kolay gelmektedir. Müslümanların ahlâkı üzerine konuşmayı da kendi ahlâkımız üzerinde odaklanmadan bir tür uzaklaşma olarak görüyorum. Kendi ahlâkımız üzerinde odaklanırsak nefsimizi düzeltme yolunda mesafe kaydedebiliriz. Herkes kendine bakar ve kendi ahlâkını sorgularsa içtimâî ahlâkta da mesafe alabiliriz.

Bir süredir İslam Düşünce Enstitüsü’nün yayınlarını takip ediyorum. Müslümanların fikrî meselelerini ele alması ve birçok konunun düşünülmesine ve müzakeresine katkı sunması dikkat çekiyor. Son olarak “Hakikat Arayıcısının Yol Haritası” isimli dersi izledim. Dersteki iddiaya göre İslam’ın ve Müslümanların geçirdiği süreçlerde karşımıza çıkan bir sorun bulunmaktadır. Bu sorun “ahlak üretmeyen dindarlık” sorunudur.

Bu sorun dersin başında değil sonunda dile getirildi. Dile getirilen bu mesele ile ilgili dersin ana omurgasında herhangi bir söz söylenmedi. Bu konuya girmeden önce kendi şahsımda bir tespiti paylaşmak isterim. Başkalarının ahlâkı ile ilgili konuşmak zorunda kaldığımda hep kalbî bir rahatsızlık duymaktayım. Değerlendirmelerimde tarafgirlik/indîlik kaygısı taşımışımdır. ‘Kendim ahlâkta belirli bir kıvama geldim mi ki, başkasının ahlâkı üzerine laf söyleme cüretinde bulunuyorum’ demekteyim. Çoğunlukla da böyle bir cürette bulunmaktan kaçınmaktayım.

Dindarlık ahlaktan ayrı mı?

Müslümanların kuvvetli yanları, zayıf yanları, fırsatları, tehditleri vardır. Diğer toplulukların olduğu gibi. Müslümanları masaya yatırıp ‘öteki’nin ahlâkını ıskalamak doğru mudur peki?

‘Öteki’ ne yapıyor? ‘Öteki’ çok mu ahlâklı? Müslümanlar için dindarlığı sürdürülemez hale getiren öteki ile ilişkimiz nasıl olacak? Öteki açısından bizim göze batan yanımız dindarlığımız. Hâl böyle iken dindarlığımızı ahlâktan ayrı olarak görmemizi nereye koymak gerek, bilemiyorum.

Müslüman dindarlık açısından öteki kimdir? Yahudi dindarlığı mı? Hıristiyan dindarlığı mı? Ortada Yahudi Dindarlığı ya da Hıristiyan dindarlığı mı kaldı diye ayrıca düşünmek de gerekir. Zîra post modern dünyada Müslüman topluluklar dışındaki tüm topluluklar dünyevileşme süreçlerini tamamlamış gözükmektedir.

Dünyevileşme kelimesini ladinileşme ve sekülerleşme anlamında kullanmaktayım. Bilindiği gibi Azerbaycan Türkçesinde laik ve seküler kelimelerinin yerine “dünyevî” kelimesi kullanılmakta. Ülkemizde bu kelimenin kullanımları ile ilgili kafa karışıklığı bulunuyor. Bir fayda sağlamadığını düşündüğüm için bu kafa karışıklığının tahliline yönelik münakaşalara girmeye gerek yok. Azerbaycan Türkçesindeki bu kullanım daha hoş ve tercihe değer.

Birbirine emr-i bilmaruf yapan topluluklar ahlâkî bir kıvama gelebilir.

Ulemanın görevi toplumu uyarmak

‘Ahlâkî tefessüh var’ diyenlerin şu hususa açıklık getirmeleri gerekiyor. Ahlâkî tefessüh siyasetçilerde midir, iş insanlarında mıdır? Bürokratlarda mıdır ya da sade vatandaşlarda mıdır? Tarihî tecrübe onu gösteriyor ki ahlâkta belirli bir kıvam, ancak içtimâî olarak yakalanabilir.

Birbirine emr-i bilmaruf yapan topluluklar ahlâkî bir kıvama gelebilir. Ben sana karışacağım, sen bana karışacaksın, birlikte en doğru ve en ahlâklı olanı yakalayacağız. Emr-i bi’lma‘ rûfunu yapmayan ulemâ, ahlâk boşluğundan şikâyette bulunamaz. Din bürokrasisinin tepesinde yıllarca kalmış, siyaset, bürokrasi ve iş âleminin önde gelenleriyle çok yakın olmuş kimseler ahlâk üretiminin eksikliğinden şikâyetçi olduğunda onlara şu soru sorulur: Neden hiç uyarı yapmadınız? Ulemânın görevi toplumu uyarmak değil mi? Özellikle zimâm-ı devleti elinde tutan insanları uyarmak gerekmez miydi?

Bizim ‘öteki’miz ne Yahudi dindarlar ne de Hıristiyan dindarlar... Çünkü modern insanı şekillendiren klasik Yahudi ve Hıristiyan metinleri de değil zaten. Zamane insanını uluslararası sözleşmeler şekillendiriyor. Bireyi ve toplumu hangi dini gelenekten gelirse gelsin dini metinler değil, insanın içinden gelen arzuyu, eğilimi, isteği dokunulmaz ve kutsî kabul eden uluslararası metinler inşa ediyor.

İlahi ölçünün yerine beşer konuldu

Bizim “öteki”miz dini geleneklerden bağımsız olarak insanın bütün eğilimlerini kutsal sayan ve insanı tek ölçü olarak gören bu anlayıştır. Modern şirkin günümüz şartlarında olmazsa olmazı “ilahi olanın” değil, “insanî olanın” “ölçü” olmasıdır. Uluslararası sözleşmeler ve kriterler insan arzusunu Allah’ın arzusu ile eşitledi. Hatta insanın arzusuna daha öncelikli yer verdi. İnsan sadece yemede içmede doğal olandan kopmadı. İçtimâî hayatta da doğal olandan kopma yaşadı, bireyselleşti ve yalnızlaştı.

Müslüman alimler ve entellektüellerin “İslam dünyasında ahlâk üretmeyen bir dindarlık sorunu vardır” demeleri ne anlama geliyor? “Öteki”nin münevverlerimiz üzerinden yaptıkları bir operasyon mudur yaşadıklarımız? Yukarda bahsettiğim ders muhtevasında Müslümanın Rabbi ile, kendisi ile ve başkaları ile olan ilişkileri üzerine derin tahliller yapılmıştır. Belki ileride yapılacak bir derste de Müslüman’ın “öteki” ile olan ilişkileri üzerinde tahliller talep edebiliriz.

Ahlak eşittir salih amel

Şu hakikati teslim etmemiz gerekir. “Hakikat Arayıcısının Yol Haritası” isimli ders, “Müslümanlar ahlâk özürlü” söyleminde bulunanları kökten destekleyen bir tutum sergilememiştir. “İslam ahlâkının temeli hayadır” demekle farklı bir değerlendirme yapmaktadır.

“İş ahlâkında Müslümanlar Batı’ya nazaran sıfır noktasındadır, hem ahlâkı neden cinsel ahlâka indirgiyoruz. Cinsel ahlâk ile ilgili rahatsızlığımız olmamalıdır. İş ahlâkı ile ilgili kaygılarımız olmalıdır. İş ahlâkında Batı standardını ve seviyesini yakalamalıyız” diyen ilahiyatçılarımız var. Dünyevileşmeyi dini bir meşruiyet zeminine oturtmaya çalışan ilahiyatçılarımız var. Bunlar ahlâk üzerinden İslam’ın binasını ve ümmet ölçeğinde Müslüman kütleyi hırpalamaya çalışıyorlar.

Sözünü ettiğimiz derste “hayâ ahlâkın aslıdır, İslamın temel ahlâkı hayadır, hayâ insana hayat verir” denilmiştir.

Hakikat arayıcısının yol haritası sunulurken farklı bir tutum sergilenmiştir, yol güzergâhı olarak üç şeyi sıralanmıştır: Bunlar marifetullah, tezkiye-i nefs ve salih ameldir. Burada ahlâkın salih amel ile eşitlenmesi anlamlıdır. Çünkü son zamanlarda ahlâkla ilgili öyle spekülasyonlar yapılıyor ki biz ahlâkı tanıyamaz olduk. Ahlâk teorik planda hırpalanıyor, aslından da kopartılıyor. Hatta ismi bile değiştiriliyor, etik deniliyor.

Sözünü ettiğimiz derste “hayâ ahlâkın aslıdır, İslamın temel ahlâkı hayadır, hayâ insana hayat verir” denilmiştir. Hani birileri “ahlâkı da cinsel ahlâka indirgediniz, iş ahlâkında batıdan gerideyiz” çığırtkanlığı yapıyor ya. Onların söylemine katılmamak anlamlıdır ve takdire şâyandır. Marifetullah, tezkiye-i nefs ve salih amel derken aslında “daha nazarî olan”dan “daha pratik olan”a yürümüş oluruz. Bu yürüyüşün karşılıklı olabileceği de belirtilmiştir. Salih amelden tezkiye-i nefse oradan da marifetullaha geçilebilir. Bununla da sanki ahlâk sorunumuzu halletmede daha pratik olanı öncelemeliyiz denmek isteniyor olabilir.

İslam pratik hayatta yaşanandır

Burada şu soru aklımıza geliyor. Ahlâkı ya da reel hayatta ilkeli duruşu en çok nazarî alana çeken din akademisyenleri değil midir? Bir başka tabirle ulemadır. Ulema nazari tarafı ortaya koyayım derken pratik olandan kopmamalıdır. Din akademisyenleri merak etmesin, sade vatandaş onlardan daha pratik düşünür ve daha pratik davranır. Her konuyu hemen nazari alana çekmez. Buradan da ne çıkıyor? Önce ilim ehli kendine bakmalı. Müslümanların ahlâk ortalamasını artırma projeleri üretirken pratik olandan kopmamalıdır. Çünkü bir konuyu nazarî alana çekmek, uygulamasını ertelemek manasına geliyor. Modern ulema İslam’ın pratik hayatta tahakkukunu, konuları hep nazari alana çekerek ertelemiş görünüyor. Hâlbuki Allah Teâlâ onlara ilmi İslam’ı ertelesinler diye vermedi.

Aklı kullanmak ama nasıl?

Yukarda sözünü ettiğimiz dersin modern söylem tutturmuş olanlardan ayrıştığı başka noktalar da var. Mesela şöyle deniliyor: “Akıl ve mantık hakikate ulaşmak için gerek şarttır ancak yeter şart değildir.” Hakikate ulaşmak için vicdâni bir delile de ihtiyaç olduğu ifade ediliyor ve kalbin basiretini akıl delilinin yanına koymak anlamında istibsar kelimesi kullanılıyor. Bu kelimeyi ben “kalbi çalıştırmak, vicdanı harekete geçirmek” olarak anladım ve hoşuma gitti, tuttum. Hani Yunus suresinin 100. âyetinin ikinci cümlesini silah gibi kullananlar vardır ya, kulakları çınlasın. “Müslümanlar kültür, sanat, spor ve bilimde geri kaldı. Kafalarını kullanmadılar, kendi tarzlarına uygun bir demokrasi de üretemediler” deyip bu ayeti okurlardı. “Allah akıllarını kullanmayanların üzerine manevi pislik atar” diye yanlış bir tercüme de yaparlardı. Hâlbuki bayrak edindikleri bu âyetin birinci cümlesi onların bütün söylemlerini yalanlamaktadır. Diyanet Kur’ân Yolu meâli âyetin tamamını, yani “iki cümleyi” şöyle tercüme etmiştir:

Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.”

Sözünü ettiğimiz kimseler aklı kullanmamayı geri kalmışlıkla ilişkilendiriyorlardı. Oysa yukardaki meâl aklı kullanmamayı inkâr ile ilişkilendirmekte, imanı da son tahlilde Allah’ın iradesine bağlamaktadır. İmanı son tahlilde Allah’ın iradesine bağlı görmeyenler ve bunu akılcılığın bir gereği olarak görenler âyetin ikinci kısmını nasıl da istismar etmişlerdi hep.

Allah sadece bilginin ve düşüncenin nesnesi değildir.

Ahlaktan hareketle bilgeliğe

Sözünü ettiğimiz derste sarf edilen ile sözler de İslam’ı kafalarında salt akılcı bir zemine oturtan ilahiyatçılardan farklı bir tutum sergilenmiştir: “İmanı sadece bir bilgi nesnesi olarak göremeyiz. Allah sadece bilginin ve düşüncenin nesnesi değildir. Ulûhiyet sadece düşünce konusu değildir. İnsan mücerred mantık önermeleriyle ülûhiyeti idrak eder ancak marifetullaha eremez.”

Yazımıza konu edindiğimiz derste “ahlâk üretmeyen dindarlık” söylemi telaffuz edilmiştir. Bu söylemle aslında İslam dünyası, ideolojik akılcı bir pencereden muhakeme edilmiş oluyor. Özünde içsel bir yaptırım ve “hayatı düzenleme” bulunan dindarlıklar dünyevi kesim tarafından problem olarak algılanacaktır, bu kaçınılmaz bir durumdur. Garip olan, bazı ilahiyatçıların bunu bir sorun olarak kodlayıp dünyevi hayat tazını dini bir meşruiyet zeminine oturtma gayretleridir. “Hakikat Arayıcısının Yol Haritası” dersinde Müslümanlara üç merhaleli bir öneri sunulmuştur. Ahlâk mânasında sâlih amelden tezkiye-i nefse oradan da marifetullaha yürümek. Buna kısaca ahlâktan hareketle bilgeliğe seyahat diyebiliriz.