Dilini yitiren toplum ortadan kalkar

SEVDA DURSUN
Abone Ol

“Önümüzde iki yol var: Ya uyanıp dilimizi koruyacağız yâhut da iki nesil sonra Türkiye diye bir ülke, Türkçe diye bir dil kalmayacağını kabul edeceğiz! Seçim sizin” diyen Oktay Sinanoğlu neredeyse haklı çıkmak üzere. 1928’de yapılan ‘harf devrimi bizi köksüz bıraksa da, dil devriminin yaptığı tahribat bitmek bilmiyor. Değil yüz yıl öncesi, 15-20 yıl öncenin metinleri bile gençler için bulmaca gibi. Hele de sosyal medyanın sığ dili gündelik dile uyarlanınca, ortada dil diye bir şey kalmadı gerçekten de. Prof. Dr. Teoman Duralı Hocayla dil meselesini ve neler yapılabileceğini konuştuk. Dilimiz fakirleştikçe düşünce dünyası diye bir şey kalmadığını söyleyen Duralı Hoca, bundan kurtulmanın en önemli yolunun dilimize hızlıca giren İngilizce ve Fransızca kelimelerden kurtulmak olduğunu söylüyor. “Bir toplum dilini yitirdiği takdirde ortadan kalkar” diyen Teoman Duralı, bu konunun şakası olmadığını da ifadelerine ekliyor.

Dil meselesi, üzerinde hassasiyetle durmamız gereken konulardan birisi olduğu mâlum. Buna rağmen yeterli hassasiyet gösterilmiyor. Dilin hangi açılardan bu kadar önemli olduğunu anlatarak başlayabilir miyiz?

Her açıdan önemli. Beşerî insan kılan dildir. Çünkü insanın en önemli özelliği aklı. Ve aklın dışa vurumu, dille olur. Aklın ürünleri düşüncelerdir. Bunları da biz dille ortaya koyarız. Duygularımızı da ancak düşünceleştirdiğimiz ölçüde dile getirebiliriz. Dolayısıyla hayat dil üstünde yükselir. Bütün işlerimiz dille görülür. Düşüncenin harekete geçirilmesine, düşüncelerden kaynaklanan hareketlere amel diyoruz. Fiil ancak dille yürütülebilir. Dil yalnızca dışa vurumumuz değil, içimizdeki konuşmalar da dil yoluyla olur. Yani bir insan dilsiz olabilir, dolayısıyla dışarı karşı bir şey söyleyemeyebilir, ama içinden yine dille iş görür.

Dil yalnızca dışa vurumumuz değil, içimizdeki konuşmalar da dil yoluyla olur.

İki yerde dile başvurulmaz. Bunlar duygulanmanın en üst seviyesidir. Birisi dinin en üst seviyesi demek olan tasavvuf, öbürü de aşk hayatı. İkisini dile dökmenin imkânı yoktur. Dile döktüğünüzde ikisini de kaybedersiniz. Her alanda, her an ama her an uykumuzda bile dil vardır. Gerçi rüyaları dilsiz görürüz ama yine de düşümüzde canlanan resimler dilin bir ifadesidir. Dil iki katlı bir yapıdır. Şimdiki zamanda bütün gelişmelerimizi dille yürüttüğümüz gibi, geçmişle bağlantımızı da dille yaparız. Önceki nesillerle olan ilişkimiz yine dil yoluyla yürür.

Bunaklığımız artıyor.

Sizin de bir söyleşinizde ‘soykırım’ olarak ifade ettiğiniz harf devrimini yaşadık 1928’de. Bu devrimin etkilerinden söz edebilir misiniz?

Hayatımız dile dayanmaktadır dedik, dilin en önemli kaynağı hafızadır. Hafızasını kaybeden insan dilden kopar. Dilden kopan, akılla iş göremez artık. Kısacası insan olmaktan çıkar. Sadece bir canlıdır. Mekanik bir yapı özelliğini gösterir. Hafıza kaybı dil yitimine götürür. Bizim geçirdiğimiz o devrim, millî toplum hafızamızın kaybına götürmüştür bizi. Dolayısıyla biz, 1928’den önceki hayatımızı, geçmişimizi hatırlamıyoruz artık. Bizim için hayat 28’den itibaren söz konusu olmaya başlamıştır.

Hafıza kaybı da topyekûn olmayabilir. Mesela alzaymırda toptan gider hafıza ama bunamada kısmî bir kayıp söz konusudur. Alfabe devrimini de öyle görebiliriz. Bunama dönemine girdik, ama topyekûn kaybetmedik. Geçmişimizden hatırımızda kalan bazı parçalar henüz yürürlükte. Ama bunaklığımız habire artıyor. Her yeni nesille birlikte geçmişe dair hatırladıklarımız zayıflamaktadır.

Harf devriminden ziyade, dil devriminin etkisiyle bunama artıyor diyebilir miyiz?

Dediğiniz gibi, zaten ikisi paralel yürütülmüştür. Harf devrimi olmuş bitmiş bir hâdise. Ama dil devrimi yürüyor hâlâ. Dil bilgisi mantığın bir koludur. Dil bilgisini ihmal ettiğinizde aklın etkileyişi bozulur, mantığınız zayıflar. Kelimeleri unuttuğunuzda da artık dili kullanamaz hâle gelirsiniz. Bizde ikisi de oluyor. Hem dil bilgisi bozuluyor, hem de sözler iptal ediliyor, unutuluyor. Bunlar sadece Arapça, Farsçadan gelen sözler değil. Öz Türkçe olan sözler de iptal ediliyor. Yerlerine bir sel gibi üstümüze gelen İngilizce ve Fransızca sözcükler koyuluyor.

Bizi bekleyen en büyük tehlike, bize yapılan en büyük tehdit, Türkçe sözlerin yerine İngilizce ve Fransızcadan sokulan sözlerdir. Mesela ‘düğme’ öz be öz Türkçe kelimedir. Bunun dinle de bir ilgisi yoktur. Hadi İslam düşmanlığı deseniz, o da değil. Niye ‘buton’ oldu birden bire? Arapça sözleri Türkçeleştirdik, yerleşti, yerleşir yerleşmez atıldılar. Mesela ‘mefhum’ yerine ‘kavram’ı uydurduk, güzel, ‘kavram’ yerleşti. O atıldı şimdi ‘konsept’ geldi. ‘Teferruat’ın yerine ‘ayrıntı’ getirildi, o da iyi, ama o da atılıp yerine ‘detay’ getirildi. Buralarda artık iyi niyet aramaya imkân yok. Sadece Arapçayla Farsçanın etkisi altındaki Osmanlı Türkçesi değil, topyekûn Türkçenin iptali gündemdedir.

Düşünce dünyası kalmadı.

Kelimeleri ata ata, 200-300 kelimeyle konuşur olduk...

200-300 kelime ama yerlerine sürekli olarak İngilizceyle Fransızcadan giriyor. Çok temeldeki sözler atılıyor. Mesela küçücük çocuğa ‘bay bay’ dedirtiyorlar. Hadi ‘Allah’a ısmarladık’ta Allah lafı geçiyor diye onu iptal ettiniz, ‘güle güle’nin ne suçu var? Onun gibi birçok örnek verebilirim. Bir de tabi bir milletin dehası yeni mefhumlara karşılık bulmakta kendini gösterir. Büyük yollar, dev yollar açıldı ‘otoban’ dedik. Başka hiçbir dilde böyle bir kalıbın dışarıdan alınıp kendinize mâl etme durumunu göremezsiniz. Niye en azından ‘otoyol’ denmiyor?

Milletin en önemli üç dayanağı vardır. Devleti, dini ve dili. Biz bunlardan ikisini yani dini ve dili kaybediyorduk, dini son birkaç on yılda kurtarır gibi olduk, ama dil gidiyor son hızla. Ve millî mânevî tarafı güçlü gördüğümüz insanlarımız bile buna önem vermez oldular. Onlarda bile dil duyarlılığı yerlerde sürünüyor.

Kelimelerin azlığı düşünce dünyamızı nasıl etkiliyor?

Düşünce dünyasını ortada bırakmıyor. Kendimizi düşünce bakımından mahrum görüyoruz. Millet olarak ahmak değilsek, bunun tek sebebi dilin bu derece fakirleştirilmesidir. Dile olan ilgimiz akla duyduğumuz saygının ifadesidir. Dili yok saydığınız zaman yâhut da dile sırtınızı çevirdiğiniz ölçüde en önemli varlığınız akla sırt çevirmiş oluyorsunuz. Aklı boşladığınızda düşünce dünyanız son derece daralıyor, fakirleşiyor, zavallılaşıyor.

Bu böyle lüks gibi görünmesin. Hayatımız düşünceler üzerinedir. Alanımız ne olursa olsun, mühendislik mi, bilim mi, fen mi, siyaset mi, gündelik sohbetlerimiz, muhabbetlerimiz hepsi dile dayanan olaylardır. Adam iki kelimeyi bir araya getiremiyor. Getiremeyince düşünceleri sallantılı hâle geliyor. Bir şey anlamıyorsunuz karşınızdakinin dediğinden. Tamamiyle dilin katledilmesinden ileri gelen bir hâdisedir.

Yazı dili değişemez

Sadece konuşma dili değil, yazı dilinde de fukaralaşma söz konusu. İkisi birlikte mi yürüyor?

Sözlerin kaybedilmiş hâli, yazıyladır. Büyük kültür dilleri fonetik bir yazıyı kullanmazlar. Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça, Almanca büyük ihtimalle Çince, kalıplar hâlindedir. Ses değerleri yoktur. Çünkü sesler sürekli değişir. Mesela köküne önem vererek yazdığımız bir kelime ‘ağabey’ kelimesi, bugün gündelik dilde ‘abi’ diye geçiyor ve yüzde seksen ‘abi’ diye yazıyor. Bu devamlı değişir. Yarın bir bakarsınız ‘ağa’ olur. O yüzden kelimelerin aslı kullanılır kültür dillerinde. “Aman ne güzel, bizim yazıyla okumamız aynı” diye seviniyoruz. Hayır, bu çok hatalı bir şeydir. Mesela önemli bir kültür dili olan günümüzün en yaygın dili İngilizcede ‘one’ diye yazıyorsunuz ‘van’ diye okuyorsunuz. Ne ilgisi var? Kim bilir bilmem kaç yüz yıl önce belki ‘on’ diye okunuyordu, değişe değişe ‘van’ olmuştur. Ve her değişikliği yazıya geçirdiğiniz takdirde geçmişle bağınız kopuyor. O bakımdan konuşmaya muvâzî olarak yazıyı değiştirmek çok hatalı bir iştir.

Konuşma değişebilir, yazı değişmemelidir mi diyorsunuz?

Tabi yazı değişmez. İstanbul Türkçesiyle Diyarbakır, Erzurum, Trabzon Türkçesi farklıdır. İstanbul telaffuzunu esas alırsınız, güzel, ama Türkçenin tarihi telaffuz zenginliğini korumak mecburiyetindesiniz. Örnek vereyim, Türkçede burundan gelen bir ‘n’ sesi vardır. İstanbul Türkçesinde bu kullanılmaz o yüzden iptal etmişlerdir. Eski yazıda bu ‘kef’ harfiyle ifade edilirdi. Türkçede kalın ‘k’ vardır. Gırtlaktan gelir. Eski yazımızda ‘kaf’ ile yazılırdı, gırtlaktan gelmeyen de ‘kef’le yazılırdı. Türkçede kalın ‘ha’ vardır o da gitti. Hanım, hatun bunlar öz Türkçe laflardır. İstanbul Türkçesinde bu yoktu 1930’lu yıllarda. Oranın şivesi esas alınmış. Belki de saray da o Türkçeyle konuşuyordu. Orta Asya Türkçesinde vardı, Osmanlı Türkçesinde de vardı bunlar. Yazıda geçer. Bugün Alfabede 29 harf, esasında çok daha fazla olması lazım, belki 32-34 harf olması gerekir.

Bunun şakası yok

Arapça harfler hepsini karşılıyor muydu?

Onun da nakıs tarafları vardı, sesli harflerin olmaması büyük bir zorluk yaratıyordu ama her yazıda bir takım eksiler ve artılar vardır. Mâdem bu yazıyı aldın, en azından Türkçenin bütün değerlerini yansıt. Daha yapılmadı o. Değişik ‘e’ harflerini ifade etmek için Azeri Türkçesinde ters çevrilmiş ‘e’ vardır mesela.

Oysa biz şapkaları bile attık...

Şapka Osmanlı Türkçesini çağrıştırıyor diye iptal edildi. Hâlbuki şapkasız mümkün değil, ‘kâr’ ile ‘kar’ nasıl aynı yazılır? Büyük kültür dillerinin hepsinde korunuyor bunlar. Bunun şakası yok.

Dilin fakirleşmesi başka neyi etkiliyor? Eğitimimizin, siyasetimizin bir felsefesi olmaması da bu dil fukaralığından olabilir mi? Felsefî düşünceyi nasıl etkiliyor?

Her şeyi etkiliyor. Mesela artık adam gibi şiir yazılmıyor. Taka tuka bir şey çıktı. Mûsikî ve şiir insanın duygularının en mümtaz ifade biçimidir. Felsefe hâkezâ. Çünkü felsefe düşünmenin zirvesidir. Düşünme ancak sözlerle ortaya konulabilir. Söz yok, bulamıyorsunuz. Hâlbuki Türkçe son derece müsait bu harcamaya. Elli yıla yakın bir süre felsefeyle uğraşmış bir kişi olarak, birçok başka dile oranla Türkçeyle kendimi son derece rahat ifade edebiliyorum. Ama karşımdaki insanlar anlamıyor artık.

Millilik edebiyatlarda olur.

Eskiden şair ve edebiyatçılarımız köşe yazıları da yazardı, siyasete de girerdi. O edebî dil her yerde hâkimdi. Şimdi o yönde de bir sığlık var. Şiir çıkmadığı gibi başka bir şey de çıkmıyor.

Güzel bir şeye temas ettiniz. Bir aydının, münevverin en önemli göstergesi dilinin güzelliği ve zenginliğidir. İlk elde hangi meslekten olursa olsun bu kişi edebiyat bilgisiyle donanmıştır. Edebiyat insanın en önemli, en mümtaz servetidir. Edebiyat dilin eseridir. Bugün aydın geçinenlerimizin hiçbirisinin millî edebiyatımızla bağlantısı yok. Babam mühendisti, edebiyatla uzaktan yakından ilgisi yoktu, ama babam ne zaman efkârlansa bir şiir okurdu kendi kendine. Kimin şiiri olduğunu sorardım bazen. Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten derdi. Bunu okuldan, eğitiminden almıştı.

Bir gün yine bir beyit okudu, bana biraz yabancı geldi. “Kimin bu, nereden geliyor” dedim. “Ali Şîr Nevaî diye bir şairden” dedi. “O Çağatayca söylemiş, sen Çağatayca bilmezsin ki” dedim. “Bizim yazı dili fonetik değil, o Çağatayca söyler, ben onu Osmanlıca telaffuz ederim” dedi. Böyle bir bütünlük vardı. Hani sabahtan akşama akşamdan sabaha millîlikten bahsediyoruz ya, milllîliğin en önemli tutamağı, kültürün en üst katmanı demek olan edebiyat bilgisiyle mümkündür. O olmadığı vakit boşlukta kalıyorsunuz. Ruhunuzu besleyen odur. Bu da ancak dille olan bir hâdisedir. Tabi ona göre bir öğrenim gerekir. Bugün hiçbir şekilde okullarda, âilede, ata ocağında böyle bir şey görmüyoruz.

Pantolon yerine şalvar

Geriye dönüp de harfleri değiştiremeyiz, bu sefer yüz yıllık bir hafıza kaybına uğrarız. Peki, o zaman nereden başlanmalı, ne yapmalıyız?

Hayır, o mümkün değil. O yeniden büyük bir cinayet olur.

* Öncelikle dil bilgimizin, gramerimizin esaslı bir tamirden geçmesi lazım.

* İkinci olarak da çok sert ve köklü tedbirlerle İngilizceyle Fransızcadan kelime ithalinin durdurulması lazım. Yani gümrükten geçmeyecek artık bunlar. Bunların karşılıkları verilmelidir. “Pantolonun karşılığı şalvar olur mu hiç” diyorlar. Niye olmasın kardeşim, tabi ki olur. Nitekim Orta Asya Türklerinde şalvar geçer pantolon yerine. Bundan yüz yıl önce giydiğimiz şalvar giyilmiyor ama giydiğimiz pantolonlara şalvar diyebiliriz. Mesela ‘banyo’ yerine ‘hamam’ denilebilirdi. Eski tarz hamamlar kaldı mı ki, hamam deyince başka bir şey aklımıza gelsin. Dünya İngilizceyle Fransızcadan ibaret değil, Farsçada, Arapçada Çincede bütün bu söylediklerimin karşılığı var.

Geleneğin en büyük taşıyıcısı kadınlardır

Peki, bunları millileştirmekle ne elde ederiz?

  • Her şeyden önce özgüven elde ederiz. Benim düşünce zenginliğimin bir ifadesidir. Diliniz fakirleştikçe, dışarıdan sözler aldığınız ölçüde ahmak yerine konulursunuz. Aptallığınıza işaret eder. Bir namus meselesidir bu. Cemil Meriç “Lügat nâmusumdur” diyor. Yerden göğe kadar haklı. Demin dediğim gibi milletin üç ana payandası vardır, devleti, dini ve dili. O devlet hayatı, millet hayatı da üç şeye dayanır. Hukuka, kadınına ve savunmasına dayanır. Bir toplumun kadını çaptan düştüğü takdirde o toplum dağılır, biter. Bir toplum dilini yitirdiği takdirde ortadan kalkar.

Bir toplum dilini yitirdiği takdirde ortadan kalkar.

Bunun en güzel örneğini Yahudilerde görüyoruz. İki bin yıl topraksız ve devletsiz yaşadılar. Neye dayanarak, kadınlarına, dinlerine ve dillerine dayanarak yaşadılar. Bu üçünü kaybetmediler. Çünkü kadın yoluyla geleneği devam ettiriyorsunuz. Geleneğin en önemli taşıyıcısı ve öğreticisi kadınlardır. Büyük kültür milletlerindeki kadınlar, kendi milletlerinden olmayan erkekle evlendiklerinde bile çocuklarına ana dillerini öğretiyorlar.

Şimdiki gençler belli yaştaki insanların konuşmalarını anlamıyor. Önce okulda mı başlamalı dilimizin düzeltilmesine?

Öncelikle okulda başlar, en ağırlık verilmesi gereken dersler, Türkçe, Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Matematiktir. Öbürlerinin o kadar önemi yoktur. Edebiyatla siz, adı üstünde ‘edep’ veriyorsunuz. Zevk alacak şekilde eğitim verilmesi lazım. Büyük dayım askerî okulda eğitim almıştı Osmanlı döneminde. Onun okul defterlerini biliyorum, sağdan sola yazılıyor. Sağ tarafta meslek konuları, sol tarafta hep şiir vardı. Askerlik hiç edebiyatla ilgili bir meslek olmadığı halde, bu kadar iç içeydi. Sadece bize mahsus değil bu, gidin Rusya’ya, mürekkep yalamış bir adam size Puşkin’den şiir okusun, Dostoyevski’nin romanlarından parçalar size nakletsin. Budur kültürün taşıyıcılığı.

Osmanlı Türkçesi şart

Eğitim politikamıza tavsiyeden öte yapabileceğimiz pek de bir şey yok. Kendi mücadelesini kendisi vermek isteyen gençlere ne tavsiye edersiniz?

  • Her şeyden önce Osmanlı Türkçesini öğrenmesi lazım. Bu çok zihin açıcı bir hâdisedir. Baktığınız anda okuyamıyorsunuz. Kafa patlatmak zorundasınız. Bulmaca çözer gibi. Klasiklerimizi okurken haliyle ilk zamanlar sözlüğe başvuracaktır. Her dil için bu böyledir, başka çâresi yok. Yıllarımız bununla geçti. Küçük küçük kâğıtlara yazıp, cebime koyardım. Ayetleri de öyle, bütün ezberlerde aynı yöntem izlenir. Ezber çok önemli bir iştir. “Sakın ezberlemeyin” derler. Tam tersine, ezber aklın yağıdır. Hafızayı güçlendirmeniz lazım. Ben bu yaşımda hâlâ hafızamı taze tutmak için oturup ezber yapıyorum.

Tabi bu zahmetlere girmek istemiyorlar, her şey görselleşti, telefonlar, bilgisayarlar uyuşturucu etkisi yapıyor. Kolaycılığı bir tarafa bırakıp da zorlu işlere girmek insanlara hiç de çekici gelmiyor. Ama cezbetmeyen işe girmek lazım. Oturup çalışacaksın. ‘Dünya hayatı Mü’mine cehennemdir’ buyuruyor Hz. Peygamber (s.a.v.). Mü’minden ne kastediyor, çalışan, vicdanlı, edepli, sıratı müstakîm üzere yürüyen insan demek. Hakikaten cehennem hayatı. Yüce olan, yüksek olan insânî olan da budur.