Dün Bush-Chavez bugün Trump-Maduro oyuncular değişiyor oyun hep aynı
Venezuela’da Ekonomik Tetikçiler yerini çakallara bırakmıştı ve Washington sorunu hiç değilse orada o şekilde çözeceğini umuyordu. İran, Şili ve Kolombiya’da geliştirilip kusursuz hâle getirilen taktikleri uygulamaya başlayan çakallar, 11 Nisan 2002 günü binlerce insanı başkent Caracas sokaklarına dökmeyi başardı. Kalabalık, Venezuela’nın devlet petrol kuruluşunun yönetim binasıyla başkanlık sarayı Miraflores’e doğru yürüyüşe geçti. Bu gruplar, buralarda onları CIA’nın piyonu olmakla suçlayan Chavez yanlılarıyla karşılaştı. Ve birden hiç beklenmedik bir şekilde silahlı kuvvetler, Chavez’in başkanlıktan çekildiğini, bir askeri üste tutulduğunu duyurdu. Washington neşeye boğuldu ama kutlamalar fazla uzun ömürlü olmadı. Chavez’e sadık askerler 13 Nisan’da kitlesel desteğe sahip bir karşı darbe düzenledi.Chavez devlet başkanlığı konumuna geri döndürüldü. Venezuela’daki resmî soruşturmalar darbenin sponsorunun ABD olduğunu ortaya çıkardı. Beyaz Ev, bu suçu pratik anlamda kabullendi. Los Angeles Times şöyle yazıyordu: “Bush yönetiminde yer alan kaynaklar, salı günü Venezuela Başkanı Hugo Chavez’in görevden uzaklaştırılması konusunun, Venezuela’nın kimi askeri ve sivil liderleriyle aylar boyunca görüşüldüğünü kabul etti.”
John Perkins - Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları 2
Oğul Bush, Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez’i devirmek için çok uğraşsa da bir türlü başarılı olamadı. Ülkede darbe yapıp kendi kuklasını getirme ihtimalinin ne denli zayıf olduğu kafasına dank edince de “tabii ölüm” ambalajına sarılmış bir suikastı tercih etti. Chavez, bir suikasta kurban gittiğinin pekâlâ farkındaydı. Nitekim kansere yakalandığı vakit Venezuela Devlet Radyosuna çıkıp şöyle demişti:
“Bilemiyorum fakat… (Paraguay lideri) Lugo’nun, aday olduğu vakit (Brezilya lideri) Dilma’nın, tam da seçim yılına girerken benim, bir yıl evvel (Dilma’dan bir önceki Brezilya lideri) Lula’nın ve şimdi de (Arjantin lideri) Cristina’nın kanserden etkilendiğini görmemiz çok tuhaf!"
Hatırlarsanız, 2010’lu yıllarda ABD’nin pek hazzetmediği Latin Amerika liderleri peş peşe kansere yakalandı. Chavez, haklı olarak bunun bir tesadüf olamayacağına inanıyordu. Ve çok yaşamadı, 2013 yılında 60. yaşını göremeden ölüp gitti.
Sonu belirsiz olsa da hikâye benzer
Maduro’nun sonu Chavez’e benzer mi bilemiyoruz ama bugün yaşanan sürecin dünkünden pek de farklı olmadığı ortada. Dün oğul Bush, CIA marifetiyle bütün hünerini gösterdiği halde Chavez’i devirmeyi başaramamıştı. Trump da geldi geleli kafayı Maduro’ya takmış durumda.
Bu ikilinin 2018 Eylül’ünde New York’taki BM Genel Kurulu’nda kapışması hafızalarda henüz taze. Kürsüye 25 Eylül’de önce Trump çıkmış, Venezuela’nın içinde bulunduğu durumu "insanlık trajedisi" olarak nitelendirip, sosyalist rejimlerin yol açtığı "acı, yolsuzluk ve çürümeyi" kınamıştı. Daha sonra da Maduro'nun yakın çevresine dönük yeni yaptırımların yolda olduğunu duyurmuştu.
Ertesi gün 26 Eylül’de BM Genel Kurul kürsüsüne çıkan Maduro’nun cevabı ise gayet net olmuştu.
Ülkesi, emperyalist emeller besleyen ABD’nin bitmez tükenmez saldırganlığının bir kurbanıydı. ABD, her şeyden önce Venezuela'nın jeopolitik bağlamda bağımsızlık çabasına öfke duyuyordu. Çünkü ülkesinin devasa altın ve petrol rezervleri, Washington yönetiminin iştahını kabartıyor, başa kendi kuklası birini getirmek suretiyle ülkenin zengin kaynaklarına çökmek istiyordu. Kendisini devirmek için sokakları kışkırtan ABD, bunda başarısız olunca suikast teşebbüslerine girişmişti. Başkent Caracas’ta yaptığı bir konuşma sırasında iki İHA ile girişilen bu teşebbüs başarısız olsa da kendisini tedirgin etmişti. Hatta bir ara New York’taki BM Genel Kurulu’na katılmama kararı almayı bile düşünmüştü.
Evet, Maduro haklıydı. Aynı senaryo yine sahnedeydi çünkü. Trump, tıpkı oğul Bush’un Chavez’e yaptığı gibi Caracas sokaklarını ülkedeki yerel ajanları marifetiyle birbirine kattı. Yaptırımlar ve ekonomik operasyonlar marifetiyle ülkede müthiş bir enflasyon hüküm sürüyordu. Dünyanın bilinen en büyük petrol rezervine sahip olan Venezuela yokluk içinde kıvranıyordu. Kısa zamanda bir milyonu aşkın mülteci bu krizin türbülansından sakınmak amacıyla komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Fakat seçimleri her şeye rağmen yine Maduro kazandı.
Trump deliye dönmüştü. Bunca operasyona rağmen Maduro nasıl kazanabilirdi, bunu aklı almıyordu. Dolayısıyla seçimlerin hileli olduğunu, Maduro’nun meşruiyetini kaybettiğini söylemeye başladı. Zira ABD’nin kara kaplı kitabına göre, Washington ahalisi meşruiyet yok diyorsa zinhar öyleydi. O vakit de darbe, hatta suikast bile vak’ayı âdiyeden sayılırdı. Maduro bunu fazlasıyla hak etmişti.
Beceriksiz CIA devrede
Ve Trump bütün tuşlara bastı. Bir yandan Maduro’ya suikast ihtimalini yeniden gündeme alırken bir yandan Bolton gibi adamları vasıtasıyla bir darbe ihtimali üzerinde çalışmaya başladı. Diğer yandan Maduro’yu tüm dünyanın gözünde “azılı bir diktatör” gösterecek diplomatik salvoları ve elbette ABD’nin “hizaya girmeyenler” için her daim hazırda tuttuğu yaptırım sopasını devreye sokmakta gecikmedi. Bu eş zamanlı hamlelerin en çarpıcı olanı ise CIA eliyle yürütülen darbe girişimi oldu.
CIA bir ülkede darbe yapacaksa önce buradaki kullanışlı yerel aparatı bulur ve onu plana uygun olarak yeniden formatlardı. Venezuela darbe planının kullanışlı yerel aparatı ise muhalefet lideri Juan Guido’dan başkası değildi. Guido, 23 Ocak 2019'da başkent Caracas'ta düzenlenen bir mitingde sağ elini havaya kaldırıp, Millet Meclisi’nin desteğiyle kendisini Venezuela'nın geçici cumhurbaşkanı ilan ettiğinde darbenin işaret fişeği atılmış oldu. Guido’ya göre Maduro anayasayı ayaklar altına almıştı. Kendisi anayasayı yeniden işler hale getirecek, tam da CIA’in öğrettiği gibi ülkeye “demokrasi” getirecekti.
Demokrasi, CIA için sihirli bir kelime, her kapıyı rahatça açan bir maymuncuktu. Nitekim Trump’ın Millî Güvenlik Müsteşarı John Bolton hatıratında Guido’nun o konuşmasını, “Devrim başlamıştı” diyerek anacaktı.
CIA aparatı Guido’yu Venezuela’nın “meşru lideri” olarak tanıyan ilk ülkenin ABD oluşu ne mutlu bir tesadüftü(!) öyle. ABD, kendi tanımakla da kalmadı, tipik Trump zorbalığıyla dünyanın diğer ülkelerini de Guido’yu tanımaları için baskı altına almaya başladı. Bugün çoktan unutuldu gitti ama o gün 60 civarında ülkenin Guido’yu Venezuela’nın meşru lideri olarak tanıdığını tarihler çoktan kayıt altına aldı. Meşruiyet kavramının ve de uluslararası toplum zırvalığının ne olduğuna dair en iyi örneklerden biri olarak her daim hatırlayacağız.
Askerlerin maaş sistemine siber saldırı
CIA’in Guido planına destek babında Trump, Venezuela devletine ait petrol şirketini hedef tahtasına oturtmakla kalmadı, aynı zamanda Venezuela devletine ait milyarlarca dolarlık fonları dondurup o güne kadarki en sert yaptırımları devreye soktu. CIA de boş durmadı. Oluşturduğu ‘Venezuela Görev Gücü’ ile ülke içindeki hükümet ağlarına ve altyapı hedeflerine siber oparasyon için düğmeye bastı.
Siber operasyonun ana hedefinde, Venezuela ordusunun maaş ödeme sistemi vardı. Zaten zıvanadan çıkmış bir enflasyonun kol gezdiği ülkede maaş sistemine yapılacak saldırıyla en az birkaç ay gecikmeli maaş alacak, dolayısıyla burnundan solumaya başlayacak olan askerler Maduro’yu terkedip, Guido’nun saflarına katılacaktı. Plan buydu. Ve az kala başarılı oluyordu. Askerler gerçekten de birkaç ay maaş almakta gecikmeler yaşanınca homurdanmaya başladılar. Şükür ki plan CIA’nin umduğu gibi gerçekleşmedi.
Daha sonra eski bir Millî Güvenlik yetkilisi, ABD medyasına şöyle diyecekti:
"O vakitler Venezuela askerleri içinde maaş alamama konusunda epey bir homurdanma olmuştu. Demek ki, askerin karnını iyi doyuracaksın."
Demokrasi operasyonu Trump’ı delirtti
CIA, demokrasi oyununda ısrarcıydı. Türkiye gibi ülkelerde yıllarca test edilen, mevcut iktidarları hizaya sokup ABD’nin kölesi yapmak, o da yetmeyince askeri darbeyle alaşağı edip başbakan asmak vak’ayı âdiyeden işlerdi. Bütün bunlar için “demokrasi” narasıyla on binleri sokağa çıkarmak da eski ama etkili bir numaraydı. Bu numara Venezuela’yı hiç sarsmadı diyemeyiz ama yıkamadı. CIA tarafından sahnelenen demokrasi oyunu/operasyonu, internet üzerinden demokrasi yanlısı içerikleri yaymakla da kalmadı, Venezuela STK’larını avucunun içine alarak “demokrasi tanıtım” programı vasıtasıyla liderlik eğitimleri vermeye başladı. Sivil toplum mavrasıyla toplumu dilediği istikamete yönlendirme de CIA işi eski ama etkili bir numaraydı.
Fakat işler beklenen hız ve de verimde gitmeyince Trump ile CIA arasında derin çatlaklar oluşmaya başladı. Trump zaten Guido’yu da Maduro karşısında zayıf bir rakip olarak görmüş ve Bolton’un ısrarlı telkinleriyle kerhen kabul etmişti. Daha en baştan CIA etiketli demokrasi oyunundan pek bir netice çıkmayacağı görüşündeydi. Zaten zorlukla ikna edilmişti. Zaman uzayıp, beklenen netice gelmeyince köpürmeye başladı.
Daha sonra ABD medyasına konuşan eski bir Millî Güvenlik yetkilisine göre Trump, CIA’in yanlış yaptığına inanıyordu. Çünkü Venezuela halkının derdi demokrasi filan değildi, halk yüksek enflasyon nedeniyle ekonomik sıkıntılar çekiyordu, hatta ciddi manada açlığın pençesindeydi. Trump çevresindeki hâkim görüş tam olarak şöyleydi:
“Ülkede sıradan bir vatandaş doğru düzgün beslenemiyor, kişi başına kilo kaybı tam 11 kilo. İnsanların yiyeceği yok, işi gücü yok, hastalandığı vakit ilaç bulamıyor, evinde elektriği yok. Ve biz onlara demokrasiyi mi anlatıyoruz?”
Bolton da zıvanadan çıktı
Trump’ı sakinleştirip iknaya çalışan Bolton da zıvanadan çıkmıştı. Ve şöyle diyecekti:
CIA bir Mossad değil. Kendi içine kapanık ve bürokratik, onun kadar cüretkâr değil... Amerikan politikasını desteklemek için gizli operasyonlar yürütme konusunda daha yetenekli bir istihbarat topluluğu görmek isterdim.“
Trump’ın ekibinden başka bir yetkili ise "CIA’in demokrasi oyunu, başka şeyler yapmamak için bir bahane. Sanki asıl oyunu bizimle oynuyorlar” demişti.
Trump’ın asıl planı tamamen farklıydı; CIA ve Pentagon’u Venezuela hatta Küba’yı da içine alan “yıkıcı” bir hamleye zorlamak istiyordu. Fakat her iki kurum da buna direniyordu. Bolton, bu direnmeyi kendince şöyle açıklıyordu:
"CIA’den bir kesim hâlâ Domuzlar Körfezi işgalinde yaşanan başarısızlığın travmasını yaşıyor. Bir numaralı sebep bu. İkincisi, hâlâ Obama yönetiminin ‘Latin Amerika'da düşmanımız yok, Castro rejimi iyi, Chavez-Maduro rejimi iyi, bunlar gerçek bir tehdit değil’ görüşünü savunuyorlar. Oysa biz böyle düşünmüyorduk.”
Netice itibariyle Trump’ın birinci dönemi Maduro’ya karşı başarısız hamlelerle geçti diyebiliriz.
Trump kaldığı yerden devam niyetinde
Gelelim bugüne...
26 Eylül 2018’de Maduro’nun BM Genel Kurul kürsüsünde söyledikleri güncelliğini koruyor. Ülkesi, emperyalist emeller besleyen ABD’nin bitmez tükenmez saldırganlığının hâlâ bir kurbanı. Venezuela’nın devasa altın ve petrol rezervleri Washington yönetiminin iştahını kabartmaya devam ediyor. ABD, ülkenin başına kendi kuklası birini getirmek suretiyle ülkenin zengin kaynaklarına çökmek istiyor. Nitekim geçen ay tekrar alevlenen Venezuela meselesinde Trump’a Maduro’nun iktidardan düşürülmesinin planda olup olmadığı sorulduğunda verdiği cevap şuydu:
“Neler olacağını hep birlikte göreceğiz. Maduro’nun düşürülmesi bir ihtimal yahut ihtimal dışı bir hâdise değil."
Trump’ı iyi tanıyanlar bunun bir tehdit dili olduğunu elbette biliyor. Trump, Maduro’ya duyduğu nefreti saklama gereği bile duymuyor. Nitekim Maduro’nun başına ABD tarafından konulan 25 milyon dolarlık ödülü daha yenilerde 50 milyon dolara çıkaran da bizzat kendisi.
Trump her zaman yaptığı gibi Maduro'nun Temmuz 2024 seçimlerini kazanmasını da eleştirdi, bunun meşru bir seçim zaferi olmadığını söyledi. 2019’da 60 küsür devletin sözde Venezuela devlet başkanı olarak tanıdığı Guido çoktan çöp sepetini boyladığı için bu kez CIA’in yeni gözdesi Maria Corina Machado, The Times gazetesine konuştu ve Trump’ın Maduro’ya yönelik sözlerini “şimdiye dek sahip olduğumuz en büyük fırsat” olarak değerlendirdi.
Görüldüğü gibi dün neyse bugün de o. Venezuela cephesinde değişen pek bir şey yok. Gözü dönmüş bir şekilde Panama’ya, Kanada’ya ve Grönland’a dönük toprak taleplerinde bulunan Trump’ın dünyanın en zengin rezervlerine sahip Venezuela’dan vazgeçeceğini pek sanmıyoruz. Vazgeçmek bir yana şu aralar saldırganlıkta vites artırmaya gitti bile.
- Karayipler ısınıyor
- Eylül ayına girerken ABD, Venezuela yakınlarında bir gemiye füze saldırısı düzenledi ve 11 uyuşturucu satıcısı teröristin öldürüldüğünü söyledi. Trump, Truth Social'daki hesabından, "Lütfen bunu, ABD’ye uyuşturucu sokmayı düşünen herkes için bir uyarı olarak kabul edin. DİKKAT!" şeklinde bir tehdit mesajı gönderdi.
- Peşinden ABD başsavcısı Pam Bondi’den "Maduro, Başkan Trump'ın liderliğinde adâletten kaçamayacak ve iğrenç suçlarından sorumlu tutulacak" tehdidi geldi. Venezuela İçişleri Bakanı Cabello’nun "Gemide uyuşturucu kaçakçısı yoktu” cümlesi her zamanki gibi kim vurduya gitti.
- Trump'ın Maduro’yu “uyuşturucu baronu olarak şeytanlaştırma” projesi 2020 yılında Manhattan federal mahkemesinde narko-terörizm ve kokain ithalatı yargılamasıyla başladı. Trump, Maduro'nun başına 15 milyon dolarlık ödülü de o zaman koydu. Daha sonra Biden, bu rakamı 25 milyon dolara çıkardı. İlginçtir, 25 milyon dolarlık ödül, Usame bin Ladin'in başına konulan ödül miktarıyla aynıydı. Trump’ın şimdi bunu 50 milyona çıkarması “Maduro, Üsame bin Ladin’den iki kat daha tehlikeli biri” mesajını da içeriyor aslında.
- Karayiplerde sular ısınmaya başladı. ABD donanma gemilerinin silahları Venezuela’ya doğrultulmuş durumda. Maduro, “1200 füze taşıyan 8 ABD savaş gemisi, Venezuela'yı hedef aldı” açıklamasını yaparak ülkede seferberlik ilan etti. Birinci döneminde Guido kuklasıyla, CIA’in demokrasi oyunuyla istediğini alamayan, Venezuela’ya doğrudan saldırma planı içinde bir ukde olarak kalan Trump bu kez gözünü iyice karartmış görünüyor.
- Karayipler gereğinden fazla ısınırsa Venezuela’yı elbette yakabilir ama unutulan bir şey var: Karayiplerin diğer ucu ABD toprakları. Venezuela’nın bölgedeki ve bölge dışındaki müttefiklerini yok saymak, ABD açısından tam bir ahmaklık olur. Eğer bir savaş çıkarsa bu ABD için hiç de iyi bir sonla bitecek gibi görünmüyor.