Flamenko ve gitar Endülüs hâtırası

SÜLEYMAN ŞAHİN
Abone Ol

İngiliz müzisyen Ali Keeler ile Eyüp Camii’nin bahçesinde buluştuk. Daha önce birkaç kez gündeme gelse de kendisiyle mülâkat bu kez nasip oldu. Bildiğimiz sanatçı tavırlarından uzak, mütevazı, rahat ve içten biri vardı karşımda. 2012 yılında Endülüs topraklarında kurduğu El Firdevs Müzik Topluluğu’nun bir üyesi olan Ömer Benlamlih kendisine eşlik ediyordu. İngiliz Ali ile Faslı Ömer’in hasbi diyaloğunda ‘ekip nasıl kurulur, ekip liderliği nasıl yapılır’ın mükemmel bir örneğini gördüğümü söylemeliyim. Ali Keeler ile mülâkatı genel itibariyle İngilizce yaptık ama araya Arapça sokuşturmaktan ikimiz de büyük keyif aldık. Bir ara “Arapça devam edelim mi” diye sordu hatta. “İngilizce başladık, öyle bitirelim” deyince bir daha üstelemedi. Peki bu Arapçayı ne zaman, hangi vesileyle öğrenmiş? Cevabı mülâkatı okuyunca almış olacaksınız. Öze doğru bir keşif ve İslam’ı seçiş süreci, Doğu-Batı müziği kıyaslaması, Endülüs ve Suriye sûfî müziği arasındaki farklar, Flamenko ile gitarın Endülüs mirası olduğu... Evet, hepsi bu mülâkatta.

- Ses sanatçısı olmanın yanında meşhur bir keman virtüözüsünüz. Kemanı seçmenizin özel bir nedeni, bir hikâyesi var mı? Benim de ziyadesiyle hoşlandığım bir enstrüman olduğu için bu soruyla başlamak isterim.

İşin aslı, üzerinden öyle uzun bir zaman geçti ki, tam olarak hangi nedenle bu enstrümanı seçtim bilemiyorum. Fakat 14 yaşındayken babamın bir arkadaşı bana küçük bir keman hediye etmişti. Bunun etkisi muhakkak olmuştur.

- Âilede müzisyen var mı, nereden geliyor bu yetenek?

Benim gibi profesyonel olarak müzik yapan biri yok bildiğim kadarıyla. Annem biraz piyano ve gitar çalmayı bilirdi ama arada hobi olarak yapardı bunu.

Arapça öğrenecek ve Kur’an’ı anlayarak okuyacaktım. Bir gün okuldaki öğretmenim bana “hayatta ne olmak istiyorsun” diye sorduğunda, ona “Keman virtüözü ve Kur’an okuyucusu” dediğimi hatırlıyorum. Henüz Müslüman olmamıştım bu kararı verdiğimde.

- Keman çalan biri yok muydu?

Dedemin annesi, büyük büyük annemin keman çaldığını söylemişlerdi bana. Sanırım bir tek o var.

- İslam’ı seçmiş bir İngiliz müzisyen olarak hikâyenizi merak ediyorum. İslam dininde sizi en çok cezbeden şey neydi?

14 yaşıma bastığımda hayat ve ölüm hakkında düşünmeye başladım. Niçin bu dünyaya geldik? Ölünce ne olacağız? Bu sorular beynimi kemiriyordu. Aklım ve kalbim beni tatmin edecek her fikre samimi olarak açıktı. İslam’ın bu sorulara cevap olarak bir yol haritası sunduğunu keşfettim. Kendimi ıssız bir çölün ortasında görüyordum ve İslam bana bir hayat kılavuzu sundu.

- Tamamen tek başına bir keşif miydi bu? Bu keşifte size yardımı dokunanlar olmadı mı?

Âilem Müslümandı, ayrıca çevremde Müslüman dostlarım da vardı.

- Âileniz Müslüman mıydı? Ne zaman Müslüman oldular?

Ben üç yaşındayken Müslüman oldular. İlginçtir, babamın İslam’ı seçmesinde müziğin etkisi büyüktür. 60’lı ve 70’li yıllar hippi kültürü yaygındı. Babamın da müzisyen dostları vardı. Zâten oldum olası materyalist kültüre uzak biriydi. Bir dostundan Hint müziği dinlediğinde bundan çok etkileniyor. Bu müzikte bir tür saflık, ruhuna dokunan bir şeyler buluyor. Özellikle de sitar isimli enstrümandan hoşlanıyor. Sitar çalan dostu Müslüman bir Hintli. İslam’a giden yolculuğu işte burada başlıyor. İslam medeniyetine, İslam tarihine dâir okumalar yapıyor. Önce o, daha sonra da annem Müslüman oluyor.

- Babanızın İslam’ı seçmeniz yolunda bir telkini oldu mu?

Babam İslam’ı seçti, bildiği şekilde yaşamaya çalıştı ama benim kendi yolumu kendim belirlemem gerektiğine inandı. Müslüman olacaksam bu benim tercihim olmalıydı. Dışarıdan bir dayatma yerine; bilerek, isteyerek yapılmış bir tercih onu daha mutlu ederdi çünkü.

- O süreçte Kur’an’ı okumuş muydunuz?

Kur’an’dan etkilendiğimi kesinlikle söylemeliyim. Ben küçükken babam, açılışını bizzat Kraliçe’nin yaptığı büyük bir festival organize etmişti. “İslam Dünyası Festivali.” İslam dünyası ve kültürüne ait pek çok video ve ses kaydı bir araya getirilmişti bu festivalde. Bu kayıtların içinde Kur’an-ı Kerim kayıtları da yer alıyordu. Şeyh Abdulbasit Abdussamed, Şeyh Mahmud Halil Husari gibi meşhur kârilerin ses kayıtları. Hatta Şeyh Husari Londra’ya gelerek festivale katılmış ve canlı olarak Kur’an-ı Kerim tilaveti yapmıştı. Tıpkı bir müzik gibiydi ve tek kelime Arapça bilmiyordum o zamanlar. O tilavet âdeta kalbime dokundu, beni derinden etkiledi. Bu sayede Arapça öğrenmeye başladım. Arapça öğrenecek ve Kur’an’ı anlayarak okuyacaktım. Bir gün okuldaki öğretmenim bana “hayatta ne olmak istiyorsun” diye sorduğunda, ona “Keman virtüözü ve Kur’an okuyucusu” dediğimi hatırlıyorum. Henüz Müslüman olmamıştım bu kararı verdiğimde.

- Her iki amaca da ulaşmışsınız maşallah, öyle görünüyor.

Elhamdülillah. Benim için uzun ve anlamlı bir yolculuktu bu. Hatta bir dönem tıpkı Yusuf İslam gibi ben de müziği bıraktım. 3 yıl kadar sürdü. Daha uzun da sürebilirdi. Sonra bir şeyh ile konuyu müzakere etme kararı aldım. Seyyid Abdülhakim Murad isimli bir şeyhti bu. Müzik konusunda tek bir görüşün olmadığını, başka görüşlerin de bulunduğunu söyledi bana. Suriye seyahatimde ise bir yandan Kur’an-ı Kerim okurken diğer yandan Suriye sûfî müziğini ve makamları keşfettim.

- Evet, 90’lı yıllarda Suriye seyahati yaptınız, sûfî müziği keşfettiniz. Klasik Batı müziği ile Geleneksel Doğu müziğini iyi bilen birisi olarak iki müziği mukayese ettiğinizde ne gibi farklar görüyorsunuz?

Batı müziği katı kurallara sahip ve bir kâğıt üzerine kaydedilmiş notalara bağımlı olarak icrâda bulunuyorsunuz. Size yaratıcılık açısından çok fazla alan ve imkân bırakmıyor. Doğu müziğinde ise doğaçlama var ve kulak ezberiyle öğreniliyor. En büyük fark burada. Biri nota ile diğeri kulak ezberi ile. Sûfî müziğine ait makamlar kulak ezberini esas alıyor, notayı değil.

- Nota İslam dünyasına çok geç geliyor, değil mi?

Evet, sonraki bir hâdise bu. İki müzik arasındaki farklara devam edelim. Enstrüman çalma şekli farklı. Batı müziğinde tam ve yarım tonlar var, İslam müziğinde 3/4 gibi çeyrek tonlar mevcut. İslam müziğindeki makamlar özel bir şekilde insanın ruhuna sesleniyor, hissiyat ötesi bir durum söz konusu. Batı müziğiyse hisleri etkiliyor. Kişiye bir hissiyat tecrübesi sunsa da mistik, rûhânî bir düzeye çıkarmıyor. Oysa makam, dediğimiz gibi kişiyi başka bir ruh haline taşıyor. Benim ilk makam tecrübem de zikir vasıtasıyla oldu. Suriye’deki bir tekkede sûfî zikir vasıtasıyla. Orada müziği bir tür ruhanî yükseliş amacıyla, ruhu bu yükselişe hazırlamak için kullanıyorlar.

- Batı müziğinde ‘vecd’ yok diyorsunuz yani. Yanlış anlamadım değil mi?

Aslında Batı’da da rûhânî esintiler taşıyan büyük besteciler var. Bach gibi, Mozart gibi. Bunlarda ilham var, görebiliyorsunuz. Benim açımdan önemli olan, içten gelen ilhama uyup doğaçlama yapabilmek. O an bir şey ile eşsiz bir bağlantıya geçiyorsunuz. İnanılmaz bir an. İlham bulvarına açılan bir geçit. Kendinizi bulutların üzerinde hissediyorsunuz. Gerçek müzik işte budur. Sizi ilahi güzelliğe taşıyan bir gemi gibi. İslam müziği, tasavvuf müziği size bu duyguları hissettiriyor. Tasavvuf müziğinde sema yani dinleme diye bir kavram var. Bir şey yapmıyor, sadece dinliyorsunuz. Dinliyor, alıyor ve aktarıyorsunuz. Bir müzisyen için dinlemek önemli bir şeydir. Dinlemeyi bilirseniz, Allah da size aktarmayı nasip eder. İnsanlar sizi dinlediğinde bir sanatçı olarak görevinizi yerine getirirsiniz ve bu size güç verir. Bir rızıktır bu. Allah’tan gelen bir rızık.

- Suriye’den sonra bir Endülüs maceranız var. Burada da Endülüs sûfî ritmini keşfediyorsunuz. Suriye sûfî müziğiyle aynı mıdır, farkı nedir bunun?

14 yaşıma bastığımda hayat ve ölüm hakkında düşünmeye başladım. Niçin bu dünyaya geldik? Ölünce ne olacağız? Bu sorular beynimi kemiriyordu. Aklım ve kalbim beni tatmin edecek her fikre samimi olarak açıktı. İslam’ın bu sorulara cevap olarak bir yol haritası sunduğunu keşfettim.

İki müzik arasında ciddi farklar var. Evet, baktığınızda her ikisi de Arap müziği. Bunu geometrik desenlerdeki farklar gibi düşünün. Endülüs sûfî müziğini, Suriye sûfî müziğinden ayıran en çarpıcı özellik bir mozaik oluşu. Farklı bir tını, farklı bir tecrübe, eşsiz bir tür. Makam değimiz şey aslında Fars işi. Arap dünyasına 9. yüzyılda Bağdat vasıtasıyla girmiş ve Arap kültürü içerisinde daha da gelişmiş. Endülüs Müslümanları Arap ve Doğu kökenli ama bir yandan da Avrupa kıtasında yaşıyorlar, Avrupa kültürüyle temas halindeler. Avrupa’ya birçok alanda tesirleri olmuş, onlar da Avrupa’dan birçok hususta etkilenmişler. Ortaçağ kilise müziğinden bile esintiler mevcut. Burada aynı zamanda Yahudiler yaşıyor, buradan da bir etkileşim söz konusu. Suriye sûfî müziğine göre daha zengin, daha rengârenk, daha karmaşık bir yapısı var Endülüs müziğinin. Aynı makamlar Hicaz, Segâh burada da var ama biraz farklı. Endülüs müziğinin tarihi seyri de farklı. Çünkü insanlar Endülüs’ten sürgün olarak Kuzey Afrika ülkelerine gittiklerinde müzik de buraya göre yeniden şekilleniyor. Fas, Cezayir ve Tunus’ta birbirinden farklı Endülüs müziği formatları ortaya çıkıyor.

- Endülüs müziği hâlâ yaşıyor öyle mi?

Evet, bu üç ülkede yaşıyor ve icra ediliyor. Cezayir’deki Endülüs müziği, Gırnati olarak meşhur. Tunus’taki Me’luf, Fas’taki ise El Musika el Endelusiyye olarak biliniyor.

- İspanya’da, asıl coğrafyasında bir izi kalmış mı?

Flamenko müziğini örnek verebiliriz.

- Flamenko Çigan müziği değil miydi?

Evet, Çigan müziğidir ama neticede Romanya Çingenelerine ait değildir. Endülüs Çingenelerine özgü, Endülüs’e ait bir müzik bu. Özellikle şarkı icra edilirken bu husus iyice ortaya çıkıyor. Ayrıca bu müziğin ana enstrümanı olan gitar, Endülüs müziğindeki uda karşılık geliyor. Endülüs şarkısına ud eşlik ederken, Flamenko şarkısına gitar eşlik ediyor.

Şeyh Husari Londra’ya gelerek festivale katılmış ve canlı olarak Kur’an tilaveti yapmıştı. Tıpkı bir müzik gibiydi ve tek kelime Arapça bilmiyordum o zamanlar. O tilavet adeta kalbime dokundu, beni derinden etkiledi. Bu sayede Arapça öğrenmeye başladım.

- Gitarın kaynağı ud mudur? Bunu mu anlamalıyız?

Evet, tam da budur. Ud, gitarın büyük babasıdır. Gitar, bütün dünyaya bir Endülüs hediyesidir. Gitarın öncesinde lut, onun öncesinde de Arap menşeli ud bulunur. Lut isimli çalgı, ortaçağ Avrupa’sında meşhurdur. Gitar daha sonra bundan ilham alınarak geliştirildi.

- Flamenko şarkıcısı da müezzini çağrıştırıyor sanki. Bir ilgisi var mı?

Saeta diye bir şarkı türü var Flamenko’nun içinde. Dini günlerde söylenen Katolik şarkıları bunlar. Şarkıcı yani saetero, tıpkı bir müezzin gibi solo performans icra eder. Dinlediğiniz zaman aradaki etkileşimi görmemek mümkün değil. Zaten Flamenko hüzün dolu bir müzik türüdür. Bir haykırış, bir çığlık gibidir. Flamenko sözü, Arapça El Fellah-ul Menkub (Felakete uğramış köylü)’den gelir.

- Doğru mudur bu?

Evet, doğru. Avrupa dillerinde bunun bir karşılığı yok. En yakın Flaman kelimesi var, o da Hollanda asıllı insanları ifade ediyor ve Flamenko ile bir anlam bağı mevcut değil. Flamenko ritimlerinden birinin adı sembra’dır. Arapça ‘Semra’ kelimesi siyah rengin adıdır, geceyi sembolize eder. Gece yapılan müzik şeklinde anlaşılabilir.