Hakka riayet etmedikDeğerlerden uzaklaştıkDünyevileştik Çürüdük

SEVDA DURSUN
Abone Ol

Değerlerin yozlaşması yeni bir mesele olmasa da, gelinen nokta hayli yıpratıcı. Herkesin dilinde “çürüme” kelimesi dolaşıyor. Herkes karşı tarafı çürümekle ve Okçular Tepesi’ni terk etmekle suçluyor. Bunun birçok sebebi olsa da, en önemli sebeplerini şu şekilde derleyebiliriz: Cemiyet kültürü yok olduğu için bireycilik öne çıktı. Mahalle kültürü kayboldu ve kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor. Şahsî menfaatler her şeyin önüne geçti. Yeni bir sistem mimarisine ihtiyaç var. Öze dönmek ve Müslümanca yaşamayı hayatımıza geçirmek ise tek çâre...

‘Kutuplaşma’ kavramı edebiyatımıza gireli ne kadar süre oldu bilinmez ama toplum içinde kullanılması pek de uzun sayılmasa gerektir. Özellikle Gezi kalkışmasından sonra sıkça dile getirilen bu mefhumu toplum Cumhuriyetin ilanından itibaren iliklerine kadar hisseder oldu. Ama baskın güruhun hâricinde kimse ses çıkartamadığı için ‘kutuplaşma’ya da mahal yoktu. Müslümanların tedrici olarak yaşadıkları rahatlama sonrasında ve özellikle de 12 Eylül öncesi gençlik içinceki hizipleşmeler, ardından 28 Şubat döneminde sivil ve askerî diktatöryanın dayatmaları kutuplaşmayı hem lafzen, hem de fiilen görünür kıldı. Kemalist seçkincilerin baskın kutbu zaman içerisinde fiilen olmasa da resmen muhalefete düştü. Bu da yıkıcı bir muhalefete yol açtı. AK Parti ile birlikte nispeten güçlenen ‘dindar’ kitle ise kendi içinde bir kırılmaya maruz kaldı. Parti taraftarlığı güçlendikçe, hemen her soruna siyasi parti idiyetleriyle karşılık verilir oldu. 15 Temmuz iç savaş ve işgal gibi toplumun her kesimini ilgilendiren şer ittifakının kalkışması bile, büyük çoğunluk parti idiyetleri üzerinden karşılık buldu. 15 Temmuz sonrası ise bütün kesimlerde bir kırılmaya yol açtı.

ÇÜRÜMENIN KOKUSU ARTIK RAHATSIZ EDIYOR

Kabul edilmelidir ki, 2002’den bu yana Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en müreffeh günlerini yaşıyor. Artan refah beraberinde özellikle de sonradan görmeler açısından büyük bir çürümeyi getirdi. Toplumun refah düzeyi arttıkça menfaat çatışmaları baş gösterdi. Menfaatler çatıştıkça da aynı saftakiler bile kendi içinde kavgaya tutuştu. Kendi varoluşunu ötekinin ‘yok’ edilmesine bağlayan seküler kapitalist düzen, muhafazakâr çevre içinde de neşvünema buldu. Kardeşini kendine önceleyen, komşusu açken tok yatmayan bir anlayışın yerini, menfaat merkezli ilişkiler sardı. ‘Kardeşlik’ hukuku yara aldı. Sosyal medyanın da etkisiyle söz değerini yitirdi, üsluplar bozuldu. Adam harcamak, menfaat çatışmasına girilen kişiyi linç etmek sıradan davranışlar hâline geldi. Çürümenin adı çoktan duyulmuştu ama kokusu yeni yeni etrafı sardı ve herkes bundan rahatsız.

Değerlerin yozlaşması her ne kadar yeni bir hâl değilse de gelinen nokta inticiti, yorucu, telafisi güç zararlara yol açtı. Daha kötüsü ise süreç çok hızlı ilerlediği için dedikodu ve gıybet, bütünlük ve güveni tümden yok etmek üzere. Aynaya bakan yok ve herkes bir birini suçluyor ne yazık ki! Sürecin bu noktaya gelmesindeki en büyük etken ilahi değerleden uzaklaşıp dünyevi değersizliklere sığınmamız olsa da, yayılmasında sosyal medyanın etkisi oldukça büyük. Tabi ki içine düştüğümüz haramları da asla göz ardı etmemek gerekiyor. Yaşananlar bizi bu bahsi masaya yatırmaya itti. Meseleyi sözü kıymetli kimselere sorduk. Genel olarak görüşlerin ortak noktası; bireyciliğin / egoizmin öne çıkması. Bu da bozulmayı tetikleyen önemli unsurların başında geliyor. Ezici çoğunluk hakkına razı değil, tamahkâr ve muhteris. Mahalle kültürü kayboldu. Cemiyet kültürü yara aldı. Şahsî menfaatler her şeyin önüne geçti. Kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor artık. Herkesin çözüm teklifi öze İslam’a dönmek! Ve başka da çıkış yolu yok! Bu minvalde yeni bir sistem mimarisine ihtiyaç var, ancak değişim zaman istiyor. Biz de bu değişime katkı sunacak bir dosyayla karşınızdayız.

Erol Erdoğan, Argetus Başkanı, Sosyolog: HER DEĞİŞİM SÜREÇ İSTER

MUHAFAZAKÂR kesim arasındaki bu değişimin siyaset, kültür, eğitim, din anlayışından kaynaklanan gerekçeleri var. Siyaset felsefesi veya dini idealizm açısından şöyle bir yaklaşımda bulunabiliriz: Din esas itibariyle değerler bütünüdür; iman, âdalet, doğruluk, yardımlaşma, hakkı korumak, zalime karşı durmak, iyiliği yaymak gibi…

Osmanlının dağılması ve yeni devletimizin kurulmasıyla başlayan süreçte Türkiye’de dindarlar, muhafazakârlar, İslamcılar iktidar, bürokrasi, sermayeden uzak kaldılar, bu dönemde ciddi mağduriyetler yaşandı. Bundan dolayı, yeniden merkeze gelme ve ülkeyi yönetme çabaları zaman zaman değerleri iktidara taşıma niyetini aşarak mekanizmaya, sisteme, güce sahip olma çabasına kaydı. Mesela sadece ‘âdalet’ değil âdaleti sağlayacak kurumlara da ciddi değerler yüklendi. Oysa kıymetli olan sistem değil âdaletin kendisi idi. Burası ince bir nokta. Bu yer değiştirme, çatışmanın zaman zaman değerler, içerikler, anlamlar arasında değil şahıslar, yapılar, gruplar arasında olmasına yol açtı.

Güncel bir analizi ise şöyle yapmak isterim. 2011 yılına kadar tabanı sağ, muhafazakâr ve İslamcı olan AK Parti, çok sesli ve farklı kesimlerin temsiliyetine sahipti. Gezi kalkışmasıyla AK Parti’de başlayan farklılaşma, çözüm sürecinin sonlanması ve 15 Temmuz kalkışmasıyla birlikte hızlandı. Bu hususlar, AK Parti’de ve onu besleyen çevrelerde yeni rekabet alanlarının oluşmasını sağladı. Sonrasında siyasette başlayan yeni ayrışmalar, yeni ittifaklar, yeni gruplaşmalar birbirini tutma veya birini harcama reflekslerini güçlendirdi.

TOPLUMUN GENEL SORUNU

Ayrıca demokrasi ve kamu hizmetleri konusundaki göreceli gerilemeler ile kamunun yararını gözeten faaliyetlerden çok, israf ve yolsuzluk söylemlerinin artması, liberal-demokrat kimliği ağır basan kişilerin muhafazakâr-İslamcı cepheyi eleştirmelerine ve bu cephenin küçülmesine yol açtıkları da vakıadır.

Ayrışan yeni gruplar ile eski grupların birbirine karşı tahammülünü ortadan kaldıran hatta AK Parti içinden AK Parti’ye karşı muhalifleri güçlendiren yaklaşımlar, söz konusu değişimin en müşahhas göstergelerindendir.

Yukarıdaki iki nedenle dindarlar, muhafazakârlar, İslamcıların büyük kentlere hızlı göçü ile hızlı sermaye ve mal mülk edinmeyi de ilave edebiliriz. Her değişim süreç ister, değişimde süreç kendi hakkını alamazsa yozlaşma başlar, buna değişimin hazmedilme ve kültüre dönüşme zamanı da diyebiliriz.

Şu notu da eklemeliyim ki, hiçbir değişim toplumun bir kesiminde görülmez, herkesi etkiler. İnsan harcama, kutuplaşma ve kötü rekabet toplumun genel sorunudur, ancak dindarlar, muhafazakârlar, İslamcılar bunların aksine dayanışma, diğerkâmlık, paylaşma, kardeşlik, dostluk, komşuluk, sıddık olma gibi değerleri öne çıkardıkları için, uygulamada ortaya çıkan farklı tablo doğal olarak sorgulamayı doğurmaktadır.

Halil Ürün, Konya Eski Belediye Başkanı: HESABİLİK HASBİLİĞİN ÖNÜNE GEÇTİ

TOPLUMDA genel bir değişim var. Bu değişim eskisi gibi yavaş değil, çok hızlı seyrediyor. İletişim araçları, sosyal medya, mesafelerin kısalması, haberleşmenin daha hızlı yapılıyor olması değişimi hızlandırdı. Değişim kimi zaman iyi yönde seyrediyor, kimi zaman da kafalar karışıyor, sıkıntılar doğuyor. Manevi yönden bir takım tahribatlar oluşturuyor. Bunun en temel sebeplerinden birisi halktan, halkın değer yargılarından uzak kalmak. Gerek eğitim yoluyla, gerek kültürel faaliyetler yoluyla, gerekse de sosyal faaliyetler yoluyla halkla etkili çevrelerin birebir görüşmeleri azaldı.

Öte yandan sosyal medya sayesinde bazı yadırgadığımız konular, yadırganmaz hale geldi. Bilhassa inanç ekseninde duyarsızlık arttı, manipülasyonlar çoğaldı. Her şeye bir kılıf bulunarak meşru hale getiriliyor. Kentleşmenin, endüstrileşmenin bunda çok etkisi var. Gelenekler kayboldu. Aile yapıları bozuldu. Boşanmalar arttı. Memnuniyetsizlikler arttı.

Siyasal anlayışa baktığımızda, Refah Partisi dönemiyle bu dönem biraz daha farklı. Refah Partisi döneminde biz pek iktidar yüzü görmedik. Siyasette ciddi manada bir bozulma yoktu. Bireysel menfaatler öne çıkmıyordu. Ben başkan adaylığına karar verirken Erbakan Hoca’ya “Ben akademisyen olarak kalayım, birini bulun ben ona kendimden daha çok destek olayım” demiştim. Şimdi bakıyorsun bir mevki elde edebilmek için kırk takla atılıyor. Kişisel menfaatler çok fazla öne çıktı. Bu da bozulmanın asıl sebeplerinden biri haline geldi. İnsanlar iktidarı görünce varlıkla tanıştı. Dolayısıyla bu şartlarda hesabilik hasbiliğin önüne geçti. Varlıkla tanışan insanlar o varlıkla yetinmeyip daha fazlasını ister hâle geldi.

DAVA HEYECANI KAYBOLDU

Dava heyecanı, şuuru da kayboldu. Dava şuurunun önüne menfaat şuuru geçti. Menfaat uğruna herkes miladı kendinden başlatıyor. “Ben olmasaydım hiçbir şey olmazdı” diyor. Daha dün bu davayla tanışanlar ya da bu davanın sembolik olarak figüranı olup bu davanın rozetini takan insanlar, kendilerini vazgeçilmez sayıyor. Biz olmasaydık bu imkânlar da olmazdı diyorlar.

Çözüm önerisi fabrika ayarlarına dönmektir. Fabrika ayarları da yeni doğan bir yavrunun safiyeti neyse, odur. Fabrika ayarlarına dönüp mütevazı bir hayatı Allah’ın emirlerine daha sıkı sarılarak manevi hayatın güzelliğini fark etmeliyiz. Eğer inanç ekseninde bir şeyler üretiyorsak bunun verdiği heyecanı duymalıyız kendi ruhumuzda. Bunu duyamıyorsak, ondan zevk alamıyorsak fabrika ayarlarına dönememiş oluyoruz. Bir insan dava heyecanına sahipse kişisel menfaatlerini onun önüne koymaz.

Mustafa Koç, Şeyh Edebalı Üniversitende profesör: DURUN KALABALIKLAR BU YOL ÇIKMAZ

KADIM zamanlarda insan bir cemiyetin içine düşerdi. İçinde bulunduğu muhitte kendi karakterini şekillendirecek bir yığın modelle karşılaşırdı. Babaanne, anneanne, dede gibi örnekleri vardı. İyi bir Müslüman modeli olarak çok uzaklardan, sahabe döneminden bir simayı arayıp onun ardından koşmayı tercih ederken, Anadolu coğrafyası çok uzun zamandan beri kadını ve erkeği ile bu sıfatları donatmıştı zaten.

Anadolu yakın bir tarihe kadar büsbütün bu simaları var eden bir coğrafyaydı. Hakikaten Müm’in ya da Müslim diyebileceğimiz kavramlar bu zatlarda taçlanmıştı. Ve bu insanı var eden şey, etrafında gördüğü insanlardı. Bu insanların müşterek hususiyetleri “bir” değil, cemiyetçi olmalarıydı. Cemiyet içinde var oluyorlardı. Biz bu cemiyeti parçaladık.

YENI MÜSLÜMAN TIPINDE IMAN YOK ŞEKIL VAR

İkinci olarak; kadim cemiyetlerin davranışlarına ilham veren “irfan” vardı. İrfan onu mesneviye götürür, Abdülkadir Geylani’nin menakıplarını dinletir, ona Yusuf’u ve kuyuyu anlatır, Hz. Eyyüb’ü ve sabrı telkin eder, Süleyman’ın saltanatının bir gün sona erdiğini hatırlatırdı. İrfan ona çok şey anlatırdı. Her şeyin fani olduğunu söylerdi. Biz o irfanı bütün müesseseleriyle hayatımızdan uzaklaştırdık.

Üçüncüsü; bu dünyada varlığımızı biraz da dinimizle tayin ediyorduk. Bize sadece imanı anlatmıyordu, hayatın bütün safhasını tayin eden hususları bize aktaran müesseseleri de var etmişti geçmiş cemiyet. Bugün çok uzakta kalmış medrese ve medeniyetlerdeki hocaefendiler böyle zevatlardı. Ve onların telkinleriyle bir dili, bir kültürü, bir perspektifi var etmiştik. Hayatımızdan o kültür ve perspektif de çekip gitti. İrfan ve ilim hayattan gitti, boşluğu dolduran irfan ve ilim büsbütün fizikileşti. Bu dünyaya ait olan değerler manzumesinden ibaret kaldı. Ötekini görmeyen, “ben”i yücelten, “ben”i tanrılaştıran şey oldu.

Sokakta yürüdüğümde karşıdan gelen yığınların çehrelerine bakıyorum, çok mutsuz olduklarını görüyorum. Başkasının açlığını duymayan, başkasının yalnızlığını hissetmeyen, başkasının acısını anlamayan, başkasının derdine ortak olmayan insanlar birden bire çoğalıverdi. Son yarım asrın hikâyesi bu şekilde yürüdü. Artık kimse kimsenin çığlığını duymuyor. Kimse kimsenin elinden tutmuyor. Çirkinleştik.

Cemaatler siyasete, sermayeye kapandı. Siyasetin ve paranın kendine has bir dünyası var. Ve o dünya kendi kurallarıyla cemiyeti ve insanı şekillendirir. Paranın şekillendirdiği bir dünyadan çıkan insanın tek hedefi nefsi emmaresini yüceltmektir. Yeni bir Müslüman tipi son yarım asır içinde aldı başını gitti. Yeni Müslüman tipinde aslında iman yok, İslam yok, şekil var, şeklin ötesinde nefis ve şeytan var. Sadece kendisine ”Müslüman” sıfatı yükleyerek yürüyen insanlar yığını var.

Her şey yakılıp yıkılmadan bir şey var olmaz. Ya büyük bir uyarıcı, ya büyük bir kınama veya karizmatik bir kişinin “Durun kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak” dediğinde, bu söz bütün hücrelerimizde karşılık bulursa büyük değişim belki var olabilir. Ama bu değişime yakın değiliz. Ya da hayatı böyle kabul edeceğiz, etmeyelim...

Mahmut Bıyıklı, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şb Bşk: DÜĞÜMLER KÖRDÜĞÜM OLMADAN ÇÖZÜLMELİ

SON DEVRIN önemli şahsiyetlerinden biri olan Rahmi Eray “düğümler kördüğüm olmadan çözülmelidir” dermiş. Kördüğüm olan meselelerde her kafadan bir ses çıkar kör dövüşü başlar. Bu kör döğüşünden de çözüm çıkmaz, sorunlar dağ gibi büyümeye devam eder. Son zamanlarda camiada özeleştiri kılıfı altında hırpalayıcı, yok edici sert eleştiriler kör döğüşünden başka bir şey değil.

Büyük yıkımlar görmüş ama her seferinde toparlanmasını bilmiş bir milletin evlatlarıyız. İçinden geçtiğimiz sürecin bizi bir çıkmaza sürükleyecek kadar çetrefilli bir süreç olduğunu düşünmüyorum. Bu topraklarda bin yıl daha huzuru hâkim kılacak âdaleti tesis edecek yeni nesillere umut aşılayacak bir kesim varsa o da Müslümanlardır. İçinde yaşadıkları coğrafyanın ruhundan uzak, özünden kopuk sekülerlerin süslü söylemlerinden başka hiçbir şeyleri yok. Dün de olmadı, bugün de yok, yarın da olmayacak. Kendilerini bize insanlık abidesi gibi sunanların sabıkaları ortada.

Bazı Muhafazakârların gaflet içerisinde onlara ümit bağlaması akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Seküler kesimin sahte gülücüklerine aldananlar celladına âşık olanların travmasını yaşamaktadır. Riya saltanatı yıkılmaya mahkûmdur.

Özeleştirinin sonucunda en fazla diz dövülür ki burada hatanın farkında olma durumu vardır. Pişmanlık sözkonusudur, hatadan dönülmeye başlanmıştır. Oysaki son günlerde dizi değil yüzü dövme durumu psikolojik olarak ağır bir vakayı gösterir, tedavisi uzun sürecek bir hastalığın işaretidir. ‘Yandık bittik’ diyerek kriz tellallığı yapanların akıl hastanelerinde başını döven, yüzüne vuran kimselerden farkı yoktur.

ŞAHISLARIN HATALARI DAVAYA YÜKLENMEZ

Sadece sorunları konuşarak bir yere varamayız. Biz işimize bakalım. Bugüne takılmayalım. Yüzyıl sonrasına mektuplar yazalım. Türkümüzü en gür şekilde söyleyelim. Kardeşliğimizi pekiştirip sefere devam edelim. Emeksiz zaferlerin geçici olduğunu bilelim. “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir’’ ruhunu diri tutalım. Genelde her şeyi eleştirenler hiçbir şey yapmayanlardır. Onlara gülüp geçelim.

Geçmiş hatalarımıza bir Nasuh Tövbesi yapıp Sultan Alpaslan’ın ordusundaki akıncılar gibi yolumuza devam edelim. Yarınlar yorulanlarındır diyenlere kulak verelim. Yorulmadan yorum yapanlara kulaklarımızı tıkayalım. İnşallah yarınlar bugünlerden daha aydınlık olacak. İnananlar kazanacak! Makam mevkie gelip imtihanını kaybedenler dökülecek, ganimet döneminin hesabi insanları temizlenecek, hasbi insanlarla bu dava kıyamete kadar devam edecektir. Bugün en büyük problemimiz şahısların hatalarını insafsızca davanın omzuna yüklememizdir. Tam da bir söz büyüğünün dediği gibi “Bâkî bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür.”

Ebubekir Sofuoğlu, Sakarya Üniversitesinde profesör: 300 SENEDİR MUASIR MEDENİYETE ULAŞAMADIK

CEMIL MERIÇ “İzm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir” der. Tanzimat’tan bugüne yüzlerce ‘izm’ girdi hayatımıza. Bu tür ‘izm’ler bizim hayatımıza girerken, bizi kışkırtıcı ifadeler değil, çok dikkatli cümleler kullanıyorlar. Bizim âdalet, estetik anlayışımıza hitap ediyorlar. Dikkat ettiğimiz takdirde bu cümlelerin önünde ve arkasında ne kadar tehlikeli cümleler olduğunu pekala anlayabileceğiz.

Mesela en fazla kullandıkları cümleler; eşitlik, âdalet, hürriyet gibi kavramlar. Bu kavramları istismar ediyorlar. Her birimiz, bu yüzlerce ‘izm’den hoşumuza giden kısma takıldık ve onlara odaklandık. Odaklandığımız yerlerde kısmi haklılıklarımız olabilir. Fakat biz bu kısmi haklılıklarımızı genelde o ideolojinin kesinlikle haksız olduğu konusundaki değerlendirmelere kurban ettik. Değerlendirmelerimiz değişti. Müslüman kardeşimize onu affetme yönündeki bakış bizden uzaklaştı.

Ağırlıklı olarak gündemimize diğer ‘izm’lerin içerisinde en fazla bireycilik akımı yerleşti. “Buna katlanmak zorunda değilsin, bunu yapmak zorunda değilsin, bu senin hakkın, hakkının yenmesine müsaade etmemelisin” gibi. Aslında bunlar ilk cümle itibariyle doğru cümleler fakat bizim dinimizde “kardeşini kendine tercih et, elinde bir bardak suyu kardeşinle paylaş, hoş gör, sen affet, sen sabret” şeklindeki söylemlerin hepsi yerini bu tür bireyci ifadelere bıraktı. Güya hümanizm adı altında, insan sevgisi adı altında, bizim hakkımızı yedirmeyerek, sanki bizim geleneklerimiz hakkımızı yemek istiyormuş gibi, bunu çok fazla önemseterek, yeri geldiğinde bizim affedebileceğimiz kusurları, fedakârlık yapabileceğimiz hataları görmemizi, ısrarla gözümüze sokmamızı sağladılar. Artık en küçük hataları bile affetmez olduk.

Bunun sebebi de Tanzimat’tan beri, aslında 1718’lerden beri Batıdan mülhem alacağımız yeniliklerde yatıyor. Hedef muasır medeniyetin üstüne çıkmaktı. 300 küsur senedir çıkamadık. O zaman 300 senedir bizi oyalıyorlar. Batıdan mülhem yenilikler diye aslında teknoloji ihtiyacımız olmasına rağmen teknoloji yerine hayat tarzını almamız. Teknolojide hala sınıfta kaldık. Ama onların sosyolojisini, psikolojisini, ekonomisini, diplomasisini aldık. Dolayısıyla değerlendirme mekanizmalarımızın merkezine bunlar yerleşti. Bunların sosyolojilerinde, psikolojilerinde, felsefelerinde merkezde bireycilik var. Hümanizm adı altında egoizm var. Bizim muhafazakârlarımız da öncelikli olarak Batıyı merkeze aldı. Tabi ki ölçülerimiz böylece değişmiş oldu.

Cevat Olçok, Arter Reklam Ajans Başkanı: YENİ İDEALLER BULAMADIK

İLETIŞIM öncelikle dinlemeyle başlar. Dinlemeyi unuttuk biz. Dinlemeden daha çok konuşmayı sever duruma geldik. Tahammül sınırlarımız gittikçe daraldı. Ya çok seviyoruz, ya çok nefret ediyoruz, severken de dengeli, nefret ederken de dengeli olmalıyız. Muhafazakârlar iktidarla beraber yeni alanlarla tanıştılar. Biz eskiden hep muhaliftik, değiştirmemiz gereken, mücadele etmemiz gereken şeyler vardı. Bunların bir kısmını tek tek başardık, yeni idealler bulamadık, yeni hedefler koyamadık önümüze. Sekülerleştik, kazandığımız şeyleri kaybetmek istemiyoruz. O yüzden de birbirimizle uğraşıyoruz. Şu andaki durum da onu gösteriyor.

Kendimize gelmemizin formülü İsmet Özel’in şiirinde söylediği gibi “eve dön, kendine dön, kalbine dön.” Eve dönmemiz, kalbimize dönmemiz, değerlerimize dönmemiz lazım. Biz muhafazakârlar önce kazanmak için uğraştık, şimdi kazandıklarımızı kaybetmemekle uğraşıyoruz. Son zamanlarda yaşadığımız şeyler bunu gösteriyor. Kimse ne yaptığının çok fazla farkında değil gibi. Tepkilerimiz çok şiddetli ve anlık. Sonra unutulup gidiyor.

Emine Bulut cinayetini bir iki saat veya bir gün gündemde tutup unutuyoruz. Biz unutmamakla mükellefiz, o yüzden okçular tepesindekiler yerinde değil. Kulaklarımız tıkandı. Herkes siyasetçi oldu. Birisi doğruyu söylüyor olabilir, kim olduğu önemli değil. Önemli olan tespitleri doğru mu, milletin ve toplumun yararına mı? Kimin söylediğinden çok ne söylediğine bakmamız lazım. Ama biz kim söylüyor ona bakarak doğru ya da yanlış diye değerlendiriyoruz.

Biraz sakin olmamız lazım, Kızılderili’nin dediği gibi “yavaş ol beyaz adam, çok hızlı gidiyorsun, ruhum geride kalıyor, seni yakalayamıyorum.” İbn-i Haldun’a birisi çocuklarımızı nasıl terbiye edeceğimizi sorar. “Çocuklarınızı terbiye etmeye uğraşmayın, kendinizi terbiye edin, nasıl olsa çocuklarınız size benzeyecektir” diye cevap verir. Biz de başkasını düzeltmekten ziyade, kendi yaptıklarımıza bakıp, yanlışlarımızı tespit edip, onları bir daha yapmamaya özen göstermeliyiz. Biz hep bir başkasının hatasını bulup, yüzüne çarpıp, onun düzelmesini bekliyoruz. Peki, biz hatalarımızın farkında mıyız? Buradan başlayabiliriz düzelmeye.

Sibel Eraslan, Yazar: YENİ BİR SİSTEM MİMARİSİNE İHTİYAÇ VAR

BU BIR ERIME ve bozulma süreci kuşkusuz. İnsana değer vermek bizim dini tasavvurumuzun özüdür. İnsan emanet ehlidir zira. Ayrıca aynı davaya inanan gönül vermiş insanlar için bu değer, kardeşlik hukukunu doğurur. Kardeşlik hukukunda birbirine emanet olmak fikri gereği herkes birbirinden sorumludur. Ama modern dünyada yabancılaşmayı had safhada yaşar olduk. Atomize bir yalnızlık içine mahkûm olduk. Makam, mevki, kariyer hesapları yanı sıra hedonizmin hız ve haz çarkları arasında savrulduk...

Bizi çürüten bu durumun sistem yapısından kaynaklandığını düşünüyorum. Her sistemin ürettiği bir insan modeli vardır. Serbest Piyasa ekonomisine dayalı rekabetçi iktisat sisteminin insanı, diğer insanlara rakip ve düşman gözüyle bakıyor. Kapitalizmin insana bakış açısı; insan insanın kurdudur sözünde mündemiç

Yeni bir sistem mimarisine ihtiyacımız var. Ekonominin nesnesi olan insan değil... Özne ve kul olan insanı yeniden gündeme taşımalıyız. Turbo kapitalizm sürecinde değerler iflas eder. Harcama fikri, tek eylem halinde hem beğenileri hem algıları, zihinsel ve medya anlamlarıyla her düzeyde yönetir.

İnsani değerleri hatırlamak için insanı yeniden keşfetmemiz gerekiyor.

Ömer Tuğrul İnançer, Mutasavvıf, müzisyen, hukukçu: BOZULMA ÇOK ESKİYE DAYANIYOR

BU BOZULMA şimdi değil, çok eskiye dayanıyor. Eskiden de sadece kendini Müslüman zanneden, bulunduğu gruptan başkasına selam bile vermeyen, Rahmeten lilaleminin ümmeti olduğunu unutup, kendi meşrebine uygun olmayanlara ‘o içki içiyor, bunun başı açık’ diye selam vermeyen, ama Rasülullah Efendimizin (s.a.v.) ilk muhataplarının putperestler olduğunu unutan, ibadet ritüellerini yerine getirdiği için kendini evliya zanneden bir sürü adam vardı. Bence değişen bir şey yok.

Şimdi iletişim dünyasında yaşıyoruz diye bunlardan daha çok haberdar oluyoruz. Yoksa hep öyleydi maalesef. Tevhidi unuttuğumuzdan beri, Efendimiz hazretlerinin izinden ayrıldığımızdan beri bu böyle. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri bütün dünyadaki insanların her derdinin çaresidir. İnanıp da hareket edenler ahretlerini de kurtarırlar. İnanmadan doğru yaptığını kabul edip örnek alanların da dünyaları kurtulur en azından.

Rasülllah (s.a.v.) Efendimizi ne kadar tanıyoruz? Bir insanın en yakını zevci ve zevcesidir. Çocuğu, anası, babası, kardeşi değildir. Efendimiz (s.a.v.)Hazretlerinin muhterem zevceleri Ahzap Suresinin ayetine göre müminlerin anneleridir. Ben daha annelerinin adını sayan Müslüman tanımadım. Biz anasının adını bilmeyen Müslümanlarız. Rasülullah’ı ((s.a.v.) ne kadar tanıyoruz ki? Hani örnek alacaktık onları. O demez, ama şefaat dilendiğimiz zaman sen benim tebliğ ettiğim ayetteki annenin adını bile öğrenmedin, dese, utanmayacak mıyız? Bütün mesele onu tanımaktır. Onu tanıdığımızda, onu örnek aldığımızda sadece biz değil, etrafımızdakiler de kurtulur.

Aydın Ünal, AK Parti Eski Milletvekili: EN BÜYÜK SORUNUMUZ: SİYASETİN FİNANSMANI

TÜRKIYE siyaseti 2. Meşrutiyet’in ilanından beri çürümeyi konuşuyor. Çürümenin temelinde de hiç şüphesiz siyasetin finansmanı sorunu yatıyor. Esasen, siyasetin finansmanı, bugün sadece Türkiye siyasetinin değil, Türkiye’nin en büyük, en birinci meselesidir.

Siyasetin ve devlet işlerinin para ile olan ilişkisi düzenlenmedikçe, şeffaflaşmadıkça, suiistimallere karşı sert tedbirler alınmadıkça, siyaseti de, Türkiye’yi de düze çıkartmak asla mümkün olmayacaktır. Haksız kazanılan paranın siyaseti beslediği ve gayri meşru zenginleşmelere yol açtığı, bunun da hesabının sorulmadığı bir devlet ve toplum düzeninde çürüme hem kaçınılmaz olacak, hem de derinleşecektir. Türkiye’de “çok para olmadan” ya da “sermayeye dayanmadan” siyaset yapabilmenin imkânsız olduğuna dair bir kanaat, daha doğrusu bir “realite” var. Bu, iktidara gelen partinin kendisine güç sağlayabilmek için para ile ilgili ilişkilere girmesini zorunlu kılıyor. Böyle olunca da partiler arasındaki renkler, tonlar, fikirler, ideolojiler, politika farklılıkları ortadan kalkıyor ve geriye hepsi birbirine benzeyen ve iktidara geldiğinde hepsi aynı yollara tevessül eden oluşumlara zemin hazırlıyor.

Türkiye, siyasetin finansmanı sorununu çözemezse, ne terör, ne ekonomi, ne âdalet, ne de güvenlik sorunlarını çözemez. Daha da kötüsü toplumdaki çürümenin önüne geçilemez. Çürümüş bir toplum çürümüş siyaseti inşa edecek; çürümüş siyaset de toplumu daha fazla çürütecektir. Büyük ideallerle, büyük hedeflerle iktidara gelen partiler dahi toplumsal çürüme karşısında ilkelerinden taviz vermeye, ortama “uyum” sağlamaya başlayacak, çürüme sarmalından kurtulamayacaktır.

Siyasetin finansmanı meselesi siyaset üstü bir mesele. Çözülmediği sürece de iktidarda kim olursa olsun sonuçlar hep aynı olacak, hep hayal kırıklığı olacaktır. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Türkiye’de toplum bütün meselelerin çözümünün siyasette olduğuna inanıyor, siyasete güveniyor. Siyaset, kendisini kirleten, çürüten etmenlerden kurtulmazsa, toplumdaki bu inanç da sarsılacak, geriye hiçbir şey kalmayacaktır. Özellikle, ülkesine, milletine, İslam dünyasına ilişkin kaygılarını giderecek yegane mekanizma olarak siyaseti gören ve partisinin başarısı, zaferi için dua eden kesimlerin gönül kırıklığı arkasında tarifsiz enkaz bırakacaktır. Bu büyük tehlikenin önüne bugün geçemezsek, yarına tedbir alacak dürüst ve cesur nesiller bulmakta zorlanacağız.

Bedri Gencer, Yıldız Teknik Üniversitesinde profesör: KUTUPLAŞMA AİLEDE BAŞLADI

TOPLUMDAKI aşırı sürtüşme, gerginlik, aşırı kutuplaşmanın sebebi, cemaat ruhunun kaybı. Bu da evde başlıyor. Eskiden bir aile toplu olarak kahvaltı yapardı, toplu akşam yemeği yerdi. Çünkü aile toplumun çekirdiği, mikro modelidir. Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havva’nın (r.a.) çocuklarından oluşan ilk aile yeryüzünün ilk toplumu idi. Dolayısıyla bu toplumdaki yabancılaşmanın kaynağını ailede aramalıyız.

Cemaat ruhu önce ailede kayboldu, atomizasyon dediğimiz parçalanma, yabancılaşma, sürtüşme, kutuplaşma ailede başladı. Çünkü ortak hayat alanları kayboldu ailede. Artık birlikte kahvaltı, akşam yemeği, ortak bir program seyretmek, ortak bir eylem yapmak yok. Herkes kendi elindeki tabletle, kendi odasında, kendi köşesinde... Toplumda da bu, sokak ve mahalle kültürünün kaybı olarak devam etti. Osmanlı’da mahalleler bir caminin etrafında kurulurdu. Bugün hızla mahallenin yok edildiği bir kentte yaşıyoruz. Apartmanlarda bölük pörçük yaşayan insanlar var.

Sosyolojik ve psikolojik açıklaması da var bunun. Hz. Âdem’den beri insanlar birbirini öldürüyor yeryüzünde. Fakat son zamanlardaki kadar vahşet görülmüş değil. Uzmanlar, insanın topraktan yaratıldığını ve insandaki şefkat, merhamet gibi insani duyguların toprakla temasına bağlı olduğunu söylüyor. Hayvanları artık bir nesne olarak gördüğü için rahatlıkla işkence edebiliyor. Tabiata yabancılaşmış, tabiatla, hayvanla, insanla teması olmayan bir nesil meydana geliyor. Bir atasözümüz var “göz gözden utanır” diye. Sanal dünyadaki bu hoyratlık da, göz gözü görmediği için oluşuyor.

Yiyerek zayıflamak istemek gibi, mevcut şartları değiştirmeden, hayat tarzımızı değiştirmeden çözüm bulmak istiyoruz. Yabancılaşmayla toplumdaki bu hoyratlığın gitmesi imkansız, daha da kötüye gidecek. Mesele fıtrata dönmekte! Mahalle ve mahalle kültürüne dönmekte! Bırakın mahalleyi, bir apartmandakiler birbirini tanımıyorsa, o apartmanda güven yok demektir. Toplumdaki güven, insanların birbirini tanımasıyla olur.