Harb-i Umûmî’de Filistin cephesi

MEHMET FATİH CAN
Abone Ol

Tarih, büyük kırılmalar yaşamış toplumlara hâkim olan rejimler için stratejik bir silahtır. Yanı sıra gerçeğin yani “aslında ne olmuştu?” sorusunun peşine düşen tarihçiler için de mayınlı bir alan. Hemen burada stratejik silah, mayınlı alan gibi terimler kullanınca zihnime düşen ve meramıma zemin olabilecek bir bilgiyi paylaşmak isterim:

Dünyanın her tarafından 19 meşhur tarihçinin 2005 yılında Liberation’da neşredilen ve hayli ses getiren “Tarihe Hürriyet Deklârasyonu”nda dile getirdikleri şu hususlar; tarih, tarihçi ve siyasanın nerede ve nasıl konumlanması gerektiğine dair prensipler vaz’ etmesi yönüyle hayli dikkat çekicidir:

- “Tarih din değildir!

- Tarihçi beşerî dogmaları kabul etmez!

- Yasaklamalara saygı duymaz!

- Tarihçi rahatsız edici olabilir!

- Tarih bir ahlâk anlayışı değildir ama tarihçi ahlâklı olmak zorundadır.

- Tarihçi tahrik etmek ya da suçlamak için yoktur, o sadece açıklar / Tarihçi gündelik olayların klişesi değildir!

- Tarihçi hafızayı dikkate alır!

- Tarih yasal bir konu değildir...”

“Tarih din değildir!

Ülkemizin yakın tarihiyle ilgilenen ve özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki ara dönemde “aslında ne olmuştu” sorusunun peşine takılan tarihçiler için de umde ve güvence olabilecek mezkûr prensiplerin ne yazık ki hukukumuzda, siyasamızda ve akademyamızda hâlâ pek bir karşılığı bulunmamaktadır.

Yine Türkiye’de yakın tarih çalışan araştırmacıların karşısına çıkan menfi bir başka husus da Türk tarihinin uzak zamanlarına uzandıkça artan, yakın zamanlarına yaklaştıkça azalan belge, bilgi ve dokümantasyon meselesidir. Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihçiliğine has bu paradoksu bir şekilde aşan tarihçi son tahlilde ise kanunî bariyerlere toslamakta ve çalıyı dolanmak mecburiyetinde kalmaktadır.

Bu kısa üst nottan sonra ehline mâlum olduğu üzere tarih yazımının, tarihin her döneminde ve dünyanın hemen her yerinde resmî, alternatif, revizyonist, tarihselci, fetiş kıvamında belgeci ve objektif gibi kavramlarla ifade edilen varyasyonları söz konusudur.

Peki, bizdeki tarih yazıcılığı bu tabloda nereye oturmaktadır?

Talimatla tarih...

Soruyu, erken Cumhuriyet’de tarih yazımı özelinde cevaplayarak meseleyi “aslında ne olmuştu?” problematiğine doğru genişletelim...

Evleviyetle tespit etmemiz gereken bir gerçeklik olarak “Erken Cumhuriyet” in muktedirleri; kendi öznel hikâyelerini yazacak tarihçileri, gazetecileri, yazarları ve edebiyatçıları tespit etmekle işe başlamışlardır. Paradigma önlerine konan “müsaadeli ulemaya” ve kalem sahiplerine, paradigmaya uygun başlık atmaları hatta konfeksiyon başlıkların altını doldurmaları istenmiştir. Bu iş için Türk Tarih Kurumu, Türk Ocakları, Halk Evleri, İnkılap Tarihi Enstitüleri, Dil Tarih Coğrafya fakülteleri gibi teşekküller devreye alınmıştır. Siyasal erk de bu faaliyetin her safhasında biçimlendirici ve dikte edici bir rolle karşımıza çıkmaktadır.

“Erken Cumhuriyet” in muktedirleri; kendi öznel hikâyelerini yazacak tarihçileri, gazetecileri, yazarları ve edebiyatçıları tespit etmekle işe başlamışlardır.

Mesela M. Kemal’in 16 Ağustos 1931 tarihinde Yalova’dan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Riyaseti’ne gönderdiği mektupta; “Mektubumuzda heyetinizin tetkik-i nazarına çok şeyler arz olunduğunu zannederim. Bu nazar noktalarını ihtiva eden mektup, yazılıp zarfa konulduktan sonra uzmâ ehemmiyeti (çok önemli olduğu) nazarımızda bir defa daha tecelli eden noktaları dikkatinize vâzetmeyi ehemmiyetli gördük...” dedikten sonra “...Yazacağınız İslam tarihinde bu cihetin, toplayabileceğiniz vesikalara müsteniden izah olunmasını mühim görürüm...” ikazında bulunmuş ve “...Bu yazılarımı bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum...” (Atilla Oral; 2013: 70) vurgusuyla müdahalesini perçinlemiştir.

Hatta tarih yazımını beğenmediği ve “Cami-i Ezher kaçkını” diye nitelediği heyet üyelerinden Zâkir Kâdiri için Cemiyet Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’nu da “Tevfik Beyefendi! Zâkir Kâdiri’nin eblehâne (aptalca) notlarını tashih ederken bu noktalara dikkat buyurunuz ...” (age; 2013: 68) diyerek uyarmıştır.

Paradadigma

Peki, şimdi böyle bir atmosferi icap ettiren “paradigma” neydi sorusuna bakalım ve neredeyse dört çeyrek asır her türden ve seviyeden “resmi-özel” yakın tarih yazımının dibacesini oluşturan diskuru yeniden hatırlayalım:

“... Saltanat ve Hilafet makamında bulunan Vahdeddin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta...” (M. Kemal; 2011: 1)

“...O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur (...) Oysa Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir! O halde, ya bağımsızlık ya ölüm!” (age; 2011: 9)

...Paşa, köhnemiş Bandırma vapuruna gecenin zifiri karanlığında, her türlü tehlikeyi göze alarak binmişti...

“Hain-Kahraman” ve “Esaret-Kurtuluş” çelişkisine oturtulan yani diyalektik bir yaklaşımla sentezlenmiş bir dibaceyle açılışı yapılan “paradigma” böyle vaz’ edilince bunun öğretiye yansıması da elbette şu şekilde olacaktır:

...Paşa, köhnemiş Bandırma vapuruna gecenin zifiri karanlığında, her türlü tehlikeyi göze alarak binmişti... Vatanı düşmanlara satan hain padişah tarafından yakalanmak ihtimali vardı... Düşman gemileri tarafından Karadeniz’de batırılmak tehlikesi de mevcuttu... Kimseye fark ettirmeden büyük bir gizlilikle Bandırma vapuruna binmiş, her an batma ve batırılma tehlikesi altında, uzun ve netameli bir yolculuktan sonra Samsun’a ayak basmıştı...

Dramayı duygulu hâle getirmek için şunları da yazmak lazımdı:

“... Bandırma’nın pusulası yoktu... Üstelik kaptanı İsmail Hakkı Durusu Karadeniz’e ilk defa çıkıyordu. Geminin İngiliz torpidoları tarafından batırılacağı haberi de gelmişti. Fakat İlâhî kader Türk Milleti’nin o buhran ve felaket günlerini yenmesini takdir ve nasib etmiş, bu şeref himmetinin başlıca vazifesini de vapurun içindeki yolcuya emanet etmişti...”

Yetmezdi, “Mevlid” kıvamında mukaddesleştirmek de gerekirdi:

“Gel berû aşk oduna yanıcı

Kendüyü maşuka âşık sanıcı

Dinle miyrac-ı Kemal’i sen âyan

Âşık isen aşk oduna durma yan

Aşkta ermişsen eğer şekvâyı kıs

Bin dokuz yüz on dokuz, on beş Mayıs

Vakt-i miyrac, vuslat-ı halkın demi

Rehberi yok hem Bürak’ı bir gemi...” (B. Kemal Çağlar; Yeni Mevlid; 1942).

Söylemin sürdürülmesi, sürekli hatırlatılması da elzemdi:

“Kararını vermiştir artık 19 Mayıs 1919 günü M. Kemal... Bu sefer Anadolu’yu istilacı düşmanlara karşı ayaklandırmak üzere Bandırma vapuruna binmiş, Samsun’a gitmektedir. Tekrar her tarafta kan ateş ve ölüm vardır ve M. Kemal milletle beraber düşmanı memleketten kovmak için hayatının en çetin mücadelesini zafere doğru götürmeye çalışmaktadır...” (Ş. Rado; Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 1981).

Gerçeğin parçaları...

Tabii, bir zaman sonra “güneş ufuktan doğmuş”, yoğun sis tabakası dağılınca gerçeğin bazı parçaları siluet halinde de olsa belirmeye başlamıştır. O halde bu retoriğin korkuyla da olsa biraz irdelenebildiği vetire sayesinde gördüğümüz şudur:

Meâlen ve özetle M. Kemal Paşa; İngiliz ve müttefiklerince kıskaca alınmış İstanbul’da bir kurtuluş hareketinin başlatılması riskli bulunduğu için Rum çetelerin Karadeniz havalisinde estirdikleri teröre karşı oluşan aksülameli kontrol altına almak, asayişi sağlamak üzere Anadolu’ya gönderiliyormuş gibi gösterilip, Anadolu ve Rumeli’de zâten önceden örgütlenmiş durumdaki Müdâfaa cemiyetlerini organize ederek, İngiltere marifetiyle Anadolu’nun batısından Türkiye’yi işgale başlamış Yunan saldırısını püskürtmek için bizzat Padişah Vahdeddin tarafından vazifelendirilmiştir.

Bu vazifeyi; “Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, (önündeki kalın ciltli tarih kitabını işaretle) tarihe geçmiştir... Bunları unutun! Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin...” sözleriyle deruhte ettiğini “paradigma”nın baş münşilerinden Falih Rıfkı’ya bizzat kendisi hikâye etmiştir.

Ve yine bu gerçeğin bir kısmı, Genelkurmay Başkanlığı’nın 1952’de yayımına başladığı Harp Tarihi Vesikaları Dergisi’nde ve diğer bazı neşriyatında da kendine yer bulmuştur.

Ortaya çıkmıştır ki Samsun’a gönderilişi nazlı, âlay-ı vâlalı, bol tahsisatlı, İngiliz vizeli, geniş kadrolu ve mükemmel Bandırma vapuruyla olmuştur... (Detaylar için bkz. Nezih Uzel; İngiliz İstihbarat Subayı Yüzbaşı Bennett Anlatıyor: Atatürk’e Nasıl Vize Verdim / Osman Öndeş; Avni Paşa Anlatıyor / M. Bardakçı; Şahbaba / Sadrazam Ahmed İzzet Paşa; Feryadım / Ömer Kürkçüoğlu; Türk İngiliz İlşkileri / Samet Ağaoğlu; Babamın Arkadaşları / N. Akman; “Cemal Kutay’la Söyleşi”; Sabah,1995 / Osman Öndeş; “Efsanevi Bandırma Vapuru”; “Deniz Bülten 2023/ vd...)

Paşa, söylevinin devamında gönderildim ama “İstanbul’un asıl niyeti beni merkezden uzaklaştırmaktı” şeklinde bir manevra yapmış lâkin kimsenin aklına, istenmediği için bir kılıfla teb’id edilen bir kişiye hangi mantık ve saikle padişahtan sonraki en geniş yetki ve imkânların verildiğini sormak ve irdelemek gelmemiştir.

Peki, neden?

Koskoca bir tarihi yanıltıcı bilgilerle başlatma ihtiyacı hangi saiklerden kaynaklanmıştır?

“Kutsal Söylev”in ilk sözü hain-kahraman dikotemisi üzerine oturunca tabiatıyla sonraki sözler de buna göre uyarlanmış; okul kitaplarından sivil tarih anlatımına, edebi ürünlerden süreli yayınlara kadar bu diskur üzerinden yürünmüştür. İlaveten bu sanaliteye mugayir olabilecek rahatsız edici dokümantasyon ve hafıza, tehdit vs. gibi tedbirlerle bertaraf edilmiştir.

Hatta Nutuk’un ilerleyen satırlarında M. Kemal; Karadeniz havalisindeki asayiş olaylarını bastırmakla görevli 9. Ordu müfettişi sıfatıyla ve olağanüstü yetkilerle Samsun’a gönderildiğini ifade ettiği halde bu “gönderilme” bilgisi dahi kralcılar tarafından setredilmiştir. Paşa, söylevinin devamında gönderildim ama “İstanbul’un asıl niyeti beni merkezden uzaklaştırmaktı” şeklinde bir manevra yapmış lâkin kimsenin aklına, istenmediği için bir kılıfla teb’id edilen bir kişiye hangi mantık ve saikle padişahtan sonraki en geniş yetki ve imkânların verildiğini sormak ve irdelemek gelmemiştir.

Fit’takdir bir gün bu sualin sorulabileceğini düşündüğü için olsa gerek M. Kemal bu bahsi şu gerekçeyi öne sürerek kapatmıştır: “...Hemen belirtmeliyim ki bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Ne olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, Samsun ve havalisindeki asayişsizliği yerinde görüp önlem almak için Samsun’a kadar gitmekti...” (M. Kemal; 2011: 6)

Samsun’a kadar gönderilmek için o kadar büyük yetki ve imkâna (ki bu yetki kuzeyinden güneyine batısından doğusuna Anadolu’daki bütün askeri erkân ve mülki idare amirini teftiş ve makamlara amir olma salahiyetini mündemiç idi) lüzumun neden icap ettiği sorusu da yine boşlukta bırakılmıştır.

Elhasıl bir problematik olarak Kemalist tarih anlatısındaki resmin hakiki mahiyetine dair teferruatlı bilgiler ve belgeler nihayet yerli yabancı, yeni ve ciddi araştırma-inceleme türü çalışmalarla ortaya konulmakta ve okurunu beklemektedir. Henüz az sayıda da olsa artık sansürsüz neşredilebilen rical hâtıratı ve üzerindeki yayın yasağı kaldırılan arşiv belgeleri, “aslında ne olmuştu?” sorusunun peşine takılan araştırmacı ve meraklılar için bambaşka bir yakın tarih perspektifi sunmaktadır.

Anadolu ihtilali mi?

Birinci Dünya Savaşı neticesinde derin yara alan Osmanlı’nın tasfiyesi vetiresinde tafsilatı hayli metrajlı enteresan safhalardan sonra Kemalistlerin aslında tersinden doğru bir kavramsallaştırmayla “Anadolu İhtilâli /bkz. Sabahattin Selek” dediği Millî Mücadele, matluba göre neticelenmişti. Akabinde erken Cumhuriyet’in aktörleri, ülkenin ve milletin fabrika ayarlarını tümden değiştirmeyi ve yeni bir yazılımla bir iki kuşak içerisinde bambaşka bir nesil türetmeyi planlamışlardı.

Bu nesil;

- Kadim ayarları tahrif ve tahrip edilmiş,

- Mazisine yan bakan,

- Gerçeği hatırlatıcı her türlü vasıtayla bağı kesilmiş, sıfır kilometre bir nesil olacaktı.

Böyle bir jenerasyondan teşekkül edecek “ulus” inşası için bir algoritma kullanıldı. Algoritmanın kodları paradigmaya mutabık olmalıydı ve “hain-kahraman” ve “esaret-kurtuluş” denklemi kendi mantığı içinde bir mukaddes vecibe(!) addedildi. Neticede bu denklem bir tarih yazımına dönüştürüldü. İptida, “eşittir” den sonraki sonuç yazılmış; denklemin bilinmeyenleri de sonucu sağlayacak değerlere bağlanmıştı.

Elhasıl kurtarıcılara yeni bir hikâye gerekiyordu yani yeni bir Ergenekon’dan çıkış efsanesine ihtiyaç vardı...

Bu sebeple özellikle 1914-1926 arası tarihi hadiseler, gelişmeler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bir takım temaslar, ilişkiler ve dinamikler hikâyenin altını dolduracak şekle sokuldu. Sonuçta Yeni Türkiye yoğun, mütemadi ve propagandist bir müfredat ve anlatımla bu inşâi tarih yazımının dogmalarına ikna(!) edildi...

Üstadların dediği gibi tarihçilikten murat; vak’a bilmekten ziyade mesele tespit edebilmektir. Buraya kadar serdedilen satırlar, bir yakın tarih problematiği olarak Harb-i Umûmî’de Filistin Cephesi meselesine dair aslında ne olmuştu süaline okuru hazırlamak, ısındırmaktan ibaret.

Daha özel sorumuz şudur: Filistin cephesiyle 19 Mayıs 1919 arasındaki tarihî bağlantı nedir?

  • Pandora’nın kutusu…
  • Yakın tarih bahsinde, ihtisâren ve üstü kapalı geçilen “Harbi Umûmi’de Filistin Cephesi” macerası bu muameleyi hak etmeyecek derecede mühim, geniş, derin bir mevzu ve meseledir. Elhak 1918’den 1923’e uzanan muhataralı sürecin vizesi bu cephede onaylanmış, pandoranın kutusu burada açılmıştır...
  • Üstü kapalı ve muhtasar geçilmiştir dediğimiz bu bahsin resmi tarih yazımında nasıl işlendiğine bir misal vermek gerekirse;
  • “5 Temmuz 1918’de Sultan Reşad öldü ve yerine Veliaht Vahdeddin Efendi 5. Mehmed unvanıyla tahta geçti. Yeni hükümdar M. Kemal Paşa’yı Karslbad’dan (Paşa o günlerde hasta idi ve Viyana ve Karslbad şehirlerinde tedavi görüyordu) derhal İstanbul’a çağırdı. Tekrar Filistin’deki üç ordudan Yedinci Ordu’nun kumandanlığına tayini çıktı. 18 Eylül 1918’de Filistin’e gelip ordusunun başına geçti. Ama yıkım artık çok yaklaşmıştı. İngiliz taarruzuna dayanamayan üç Türk ordusu çözüldü. Bu üç ordu, Yıldırım Orduları Grubu adıyla Müşir Liman Von Sanders Paşa’nın kumandasında idi. 18 Ekim’de Liman Paşa, Ordular Grubu Kumandanlığı’ndan alındı ve yerine M. Kemal Paşa getirildi. Ama bozgun büyük olmuş; Filistin, Suriye, Lübnan düşman eline geçmişti. Yalnız Hicaz’da Ferik Fahreddin Paşa kalmıştı. M. Kemal Paşa, dağılmış kuvvetlerini Halep civarında toplamak istedi. Bu sırada Mütareke oldu. Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdeddin’e bir telgraf çekti. İzzet Paşa’yı Sadrazam, kendisini de yurttan kaçan Enver Paşa’nın yerine Harbiye Nazırı yapmasını istedi. Ama kurulan yeni kabinede kendisine yer verilmediğini gördü...” (Tarih ve Edebiyat Mecmuası; Mayıs 1981)
  • Filistin cephesi mevzuuna dair aslında ne olmuştu sorusu ehemmiyetini hâlâ korumaktadır.
  • Aşağı yukarı hemen tüm resmi anlatımlarda, okul ders kitaplarında bu minval üzere özet geçilen; bozgunun sorumluluğunun ise cephedeki diğer kumandanlara yüklendiği Filistin cephesi mevzuuna dair aslında ne olmuştu sorusu ehemmiyetini hâlâ korumaktadır. Korumaktadır, çünkü sonrasındaki bir yüzyılı şekillendiren hem millî hem kürevî çaptaki çetrefilli meseleler, bu cephedeki finalin tohumlamasıyla boy vermiş meselelerdir.
  • Üç büyük ordunun mevcut olduğu bu fevkalade stratejik cephe nasıl olmuş da ânî bir şekilde çökmüştü?
  • Filistin Cepesi’nin çöküşünü tevlid eden ve Harb-i Umûmi’nin aleyhimize büyük bir bozgunla neticelenmesine sebep olan Nablus Muharebesi’nin teknik detaylarını izah bu makalenin hacmini aşacağı için sadece ana safahatına temas edilecektir. Teferruatını merak eden okur için makalenin dipnotlarında adı geçen eserlere müracaat istifadeye medar olabilir.
  • Mâlum olduğu üzere M. Kemal Paşa, ikinci defa tayin olunduğu Yedinci Ordu’nun Nablus’taki karargâhına ulaştıktan (8 Eylül) kısa bir süre sonra General Allenby komutasındaki İngiliz ordusu âni bir saldırıyla Filistin cephesindeki ordularımızı dağıtmıştır (19 Eylül 1918). Kemalist yazar Abdülaziz Müncî’nin Müzekkirat-ı M. Kemal Paşa kitabında naklettiği bilgiye göre Paşa; “Bu gece şiddetli bir muharebe ile geçti ve ordumun sol cenahı bozuldu ve esir düştü. Buradan düşman süvarisi geçti. Liman Von Sanders’in karargâhına kadar vasıl oldu (...) Ordumla sahralar ve nehirler geçerek Şam’a ric’ata mecbur oldum…” demektedir.
  • Filhakika on gün içinde takribi 600 km’lik bir mesafe katedilerek Nablus’dan Şam’a, oradan Halep’e çekilme ameliyesi nihayet Anadolu’nun güney sınırlarında son bulacaktır.
  • Suriye- Filistin Cephesi üzerine son yıllarda yapılan bazı araştırmalarda, Anadolumuzun güney sınırlarına kadar devam eden bu çekilişin, “Türklerin Arap topraklarıyla alâkasını kesmek” gibi siyasi bir sebebi olduğu da iddia edilmektedir ki Kemalist tarih yazımı da bu tezi doğrulamaktadır. (John Grainger; 2013: 187 / Celal Erikan; 2006: 99 / Nkl. M. Armağan; Derin Tarih, Özel Sayı 1: 43)
  • Filistin cephesindeki ânî ve şiddetli çöküş neticesinde Kâzım Karabekir Paşa’nın İstiklal Harbi’nin Esasları kitabında verdiği bilgiye göre 19 Eylül-26 Ekim 1918 tarihleri arasında Kızılırmak’dan Meriç Nehri’ne kadar bir sahaya denk gelecek vüsatteki Osmanlı toprağı düşman tarafından ele geçirilmiştir. “İstiklal Harbi’nde, Büyük Taarruz için Türk ordusunun elinde ancak 323 top bulunduğunu hatırlamak, Filistin ve Suriye bozgunundaki kayıpların değerini ölçmeye yeter sanıyoruz...” sözlerinin sahibi Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali kitabında verdiği rakamlara göre de
  • - 10 bin şehid
  • - 20 bin gazimize ilâveten
  • - 5 bin 5 yüzü subay olmak üzere 75 bin askerimiz de İngilizlerin eline esir düşmüştür.
  • Mühimmat vs. gibi kayıplarımız ise akıllara zarar verecek miktarlardadır ki;
  • - 360 top
  • - 800’den fazla makineli tüfek
  • - 44 otomobil
  • - 210 kamyon
  • - 89 lokomotif
  • - 468 yük ve yolcu vagonu ile
  • - Kayda girmeyen lojistik zayiat, bu cephenin aleyhimize nasıl bir bozgun teşkil ettiğini anlatmaya kâfidir.
  • Cepheyi detaylı işleyen gayrı resmî kaynaklarda da yukarıda geçen kayıp miktarı ve rakamlar teyit edilmektedir. Ama asıl kayıp koca bir tarih, büyük bir medeniyet ve bir kerim devlet olacaktır...
  • Aynı vetirede Osmanlı’nın güney sahasında teslim olmayan tek vatan toprağı, 6. Ordu Kumandanı Ali İhsan Sabis Paşa’nın komutasındaki Irak Cephesi ‘nde Musul bölgesi olmuştur. Musul, Kerkük ve havalisi de Lozan sonrasına bırakılan Ankara Antlaşması’yla (1926) yine İngilizlere bırakılmıştır.
  • Geçelim...

Ricat…

M. Kemal, Müncî’nin adı geçen eserinde devamla “Bu hareket (ricat) ameli idi. Yedinci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şeyi kalmamıştı. Bu döküntüleri Suriye’nin kuzeyinde Halep’te toplamak ve orada yeni bir karar vermek lazım geliyordu” demektedir ki bahsettiği yeni karar, Halep’ten İstanbul’a telgraf çekip galiplerden bir ateşkes istenmesi gerektiğini bidirmek, sonrasında alel acele Adana sınırlarına vasıl olmak vs. şeklinde tekerrür etmiştir.

Peki, Münci’nin naklettiği, harbi sonlandıran bu ameli hareket niçin ve nasıl olmuştur?

Balâda zikredilen mahut düşman saldırısı sonucu M. Kemal Paşa’nın kumandasındaki 7. Ordu ciddi bir direniş göstermeden Paşa’nın âni bir emriyle dağınık bir ricat gerçekleştirmiş; bu çekilişten haberdar olmayan 4. ve 8. orduların arasında oluşan boşluktan kendisine geniş bir hat bulan İngiliz kuvvetleri, 7. Ordu’nun ricatı sebebiyle bir cenahı açıkta kalan 8. Ordu’yu gafil avlamış ve şiddetli bir saldırıyla bu orduyu ve müteakiben de 4. Ordu’yu saf dışı bırakmıştır.

“Bu hareket (ricat) ameli idi. Yedinci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şeyi kalmamıştı.

8. Ordu’nun Harekât Şubesi’nde görev yapan ve cephenin çöküş safahatını teferruatına kadar hatıratına kaydeden Cevat Rıfat Atilhan’ın iddiasına göre, “Düşman, M. Kemal Paşa kumandasındaki 7. Ordu cephesinden açtığı (yahut bulduğu) geniş bir gedik içinden sola kıvrılarak 8. Cevat Paşa Ordusu’nun gerisine düşmüştür. Bu âni ve müthiş çevirme hareketi aşağı yukarı bütün 8. Ordu’nun elden çıkmasını mucip olmuştur. O kadar ki Ordu kumandanı bile güç bela ve başındaki kalpağını giyemeyecek kadar zorlukla canını kurtarabilmiştir...” (C. Rıfat Atilhan; 2013: 41)

Atilhan, zikredilen hatıratında ciddi bir iddiada daha bulunmaktadır:

“...8. Kolordu Kumandanı Yasin Hilmi Bey beni telefona çağırarak şu haberi verdi. ‘Size bir süvari Yüzbaşısı gönderiyorum. Hemen kendisini Ordu Kumandanı’yla görüştürünüz ve eğer uykuda ise behemehal uyandırınız. Mühim ve müstaceldir’ (...) Yüzbaşı seri ve asabi adımlarla merdivenleri çıkarak odama girdi (...) Paşa’nın uykuya daldığını ve mümkünse emirlerin bana söylenmesini rica ettim. ‘Yalnız Paşa hazretleriyle görüşebilirim’ dedi. Öyle de yaptık (...) Uykusuz geçen bir sabah Mersinli Cemal Paşa elime bir yazı vererek dedi ki; ‘Bunu bizzat şifre et. Elinle ve makine başında Enver Paşa’ya çek ve cevabını hemen beklediğimizi söyle. Bütün diğer telgraflar beklesin, yalnız bununla meşgul ol!’

Şifre ettiğim telgraf şuydu:

‘... Şimdi cepheden aldığım mevsuk malumata nazaran bir kumandanımızla General Allenby arasında bazı muhaberat cereyan etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı Erkân-ı Harbiye Reisi Kâzım Paşa ile mezkûr kumandanlık Levazım Reisi Miralay Merzifonlu Ömer Lütfi Bey’e de bu kumandan tarafından, İngilizlerle anlaşılarak bir terk-i muhasama (düşmanlığı bırakma) teklifinde bulunulduğu anlaşılmaktadır...’ (Atilhan; 2013: 36)

Atilhan aynı eserinde, M. Kemal Paşa ile 4. Ordu kumandanı Mersinli Cemal Paşa’nın ricat esnasında Dera-Mezirip hattında karşılaştıklarını, aralarında bir münakaşa yaşandığını bizzat şahidi olduğu şekliyle şöyle nakletmektedir:

“Hadiselerin bu feci inkışafından son derece müteessir ve asabi olan Mersinli Cemal Paşa 7. Ordu’nun kumandanını görünce zapt edilemeyen bir infial ve şiddetle şöyle haykırdı:

C. P. -‘Bu hali görüyorsunuz Paşa Hazretleri! Allah bunu zât-ı devletlerinizden soracaktır! Üç ordu müşterek bir müdafaa yapmış, müşterek bir mukavemet göstermiş olsa idi bu perişanlık husule gelmeyecekti.’

K. P. -‘Paşam, Beysan-Taberiye istikametinde geri çekilmemiş olsa idik ordunun ricat hatları kesilmiş olacaktı.’

C. P. -‘Zât-ı devletiniz emrinizdeki Üçüncü Süvari Fırkası ve öteki süvari alayları ile bu işe müdahale buyursa idiniz olmaz mıydı? İki gün geç kaldınız.’

K. P. -‘Münakaşayı bırakalım Paşam! Siz ordunun en kıdemli kumandanı sıfatı ile Zât-ı Şahane’ye sulh teklifinde bulununuz, vaziyeti müşahede buyuruyorsunuz!’

C. P. -‘Siz, Zât-ı Şahane’nin yaveri ve mutemedisiniz. Kendileri ile dostluğunuz vardır. Lüzum görüyorsanız bu teklifi siz yapınız. Umarım ki Kisve hattında da bizi yalnız bırakmazsınız!’”

İsmet Bey! İsmet Bey!

Filistin Cephesi’ndeki bu dramatik safahatın bir faslı da Şam’da ceyan etmiştir.

2 Nisan 1926’da Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde neşredilen bir yazıda Kemal Paşa; “Uzun tafsilat ile izah olunabilir müşkilat içinde nehirlerden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam’a kadar getirebildim (...) Victoria otelinde 4. Ordu karargâhı olan odaya girdim. Cemal Paşa’yı buldum. Benim aldığım talimattan onun da haberi vardı. 7. Ordu kuvvetlerini kâmilen, kolordu kumandanlarımdan İsmet (İnönü) Bey’in emrine vererek kendisine teslim ettim; ben de o gece bir tren-i mahsusla Rayak’a gittim...” demektedir.

Kemal Paşa’nın ordusunun bakiyesini teslim ettiği, 4. Ordu Kumandanı Mersinli Cemal Paşa’nın Şam sokaklarında dağınık ve perişan vaziyette akıbetini bekleyen askeri intizam altına almak için vazifelendirmek istediği İsmet (İnönü) Bey’e ulaşılamamış; Cemal Paşa, 3. Kolordu Kumandanı İsmet Bey’i buldurmak için Şam sokaklarına tellallar çıkartmak çaresine başvurmuştur.

Filistin Cephesi’ndeki bu dramatik safahatın bir faslı da Şam’da ceyan etmiştir.

Kemal Paşa da ileride başbakanı olacak İsmet İnönü’nün bu durumunu isim belirtmeden şöyle teyit etmektedir:

“...Rayak istasyonunun kâmilen ateşe verilmesini emretmiştim. İstasyon binalarının ateşi arasında bana haber veriyorlardı: ‘ Filan ordu kumandanları atla şimale geçtiler. Anlaşılmıştı ki Şam’ı müdafaa için ordumu kendisine tevdi ettiğim kuımandan Şam’dan ayrılmıştır. Yine bana haber verdiler ki, düşmana teslime mecbur kalan ordunun bir kolordu kumandanı buraya gelmiştir...”

Kemal Paşa’nın ismini vermeden yanına geldiğini belirttiği kolordu kumandanı İsmet Bey yine Paşa’nın ifadesiyle; “Söylemeliyim ki bu zât benim yanımdan ayrılmış fakat Baalbek’e değil, trene binip İstanbul’a gitmiştir...” (O. Öndeş; 2012: 203)

Hâdisenin bizzat şahidi Atilhan da bu garip durumu şu sözlerle nakletmektedir:

“Aranan nefer değil bir kolordu kumandanıdır. Bulunamıyor bir türlü. En iptidai bir çare olarak kendisini tellallarla aratıyoruz ve Dimeşkuş Şam şehrinin dar sokakları Arap tellalların avazeleriyle çınlıyor. Hâle bakınız; ‘İsmet Bey! İsmet Bey! Gören varsa Viktorya otelinde ordu karagâhına göndersin! Cevap yok. O, Şam’ın Nebik yolundan çoktan Homs’a kapağı atmıştı...”

Mütevveffa yazarlardan Duygu Asena da Harb-i Umumi’de İsmet İnönü’nün emir subayı olan amcası Vacid Asena’nın başına gelen, mevzumuzla ilgili bir hâdiseyi, 10 Nisan 1993 tarihli Milliyet Gazetesi’nde şu şekilde aktarmaktadır:

“Suriye cephesinde İnönü’nün atı vuruluyor ve esir düşme tehlikesi doğuyor. Onun üzerine İsmet İnönü, amcamın atına binerek kaçmayı başarıyor. Ama atsız kalan amcam esir düşüyor, acı günler yaşıyor...”

Cephenin çöküşüyle…

Üç ordumuzun âni gelişen İngiliz saldırılarıyla feci mağlubiyeti ve müteselsil dalgalanmalar;

- 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’yle biten bir vahameti terviç etmiş,

- Mütareke neticesinde memleket dört bir tarafından işgale maruz kalmış,

- İstanbul kıskaca alınmış ve Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci hızlandırılmıştır.

- Müteakibinde 19 Mayıs’a kadar süren ve safahatı hâlen puslu bir ara dönem söz konusudur ki bu vetire yakın tarihimizin en mühim şifrelerini mündemiçtir.

Altı buçuk aylık Mütareke döneminde yaşananlar hakiki hüviyetleriyle aydınlatılmadığı sürece Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte aslında ne olmuştu sorusu cevabını tam olarak bulamayacaktır.

İstanbul kıskaca alınmış ve Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci hızlandırılmıştır.

Bahse konu ara döneme dâir yeri gelmişken, resmi kitaplarda kayıtlara geçmiş calib-i dikkat bir iddiayı daha aktararak yazıyı sonlandırmak isterim ki o da şudur:

M. Kemal Paşa, 14 Kasım 1918 günü İngilizlerin Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price’ı aracı yaparak General Harrington’la görüşmek istemiştir. Pera Palas’ta gerçekleşen bu görüşmeyi, Price hatıratında şöyle anlatmaktadır:

“M. Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini bildirmemi rica etti. ‘Bu harpte yanlış cephede savaştık’ dedi. ‘Eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik (...) Biliyoruz, partiyi kaybettik (...) Anadolu’nun Müttefik devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum (...) Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerekir (...) Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle salahiyet dâhilinde hizmetlerimi arz edebileceğim münasip bir yerin olup olmayacağını bilmek isterim...” (G. Ward Price; 1957: 104 / Extra- Special Correspondent -Çok Özel Yazışmalar- kitabından aktaran Gotthard Jaeschke; Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri; ç. Cemal Köprülü; sf. 98; Türk Tarih Kurumu y. Ankara 1991)

Ezcümle Filistin cephesinin çöküşüyle Osmanlı tarihe havale edilmiş; bunu önceden hisseden M. Kemal Nutuk’unda da açıkça belirttiği gibi planlarını Osmanlı enkazının üzerinde vücut bulacak laik bir Cumhuriyet Türkiye’si kurmak üzerine oluşturmuştur.

Filhakika Filistin cephesinin düşüşünden sonra gelişen süreç de herkesten gizlediği planını besleyen fevkalade elverişli fırsatları cömertçe önüne çıkarmıştır...