Her devrin kullanışlı katili: Etekli oğlanlar

TEVFİK ŞAHİN
Abone Ol

Adalar denizi ve Akdeniz'de son birkaç yıldır Türkiye'ye kafa tutan yunanlar, ‘Megali i̇dea, Enosi̇s, Helen’ ideolojilerinin tam olarak ne olduğunu aslında kendi̇leri̇ de bilmiyor. Çünkü 3000 yıllık tari̇hi̇ olduğunu iddia eden Yunanistan'ın bu 3000 yılda kendi̇ kendi̇ni̇ yönetti̇ği̇ süre toplam 48 yıl. 1974’te bugünkü ‘demokratik Yunanistan'ın’ kurulması için yıkılan Yunanistan Krallığı’nı, Alman ve Danimarkalı krallar yönetti. Son 48 yıldır ülkeyi Yunanlıların yönetti̇ği̇ de tam söylenemez ama krallıktan öncesinin daha vahim olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira 1202’de Kudüs’ü işgal etmek için yola çıkan haçlılar, Venedik'ten bugünkü Yunanistan içlerine geldiğinde birdenbire fikir değiştirmişti. Kudüs’ten vazgeçip, adalar denizinin her iki yakasına da deyim yerindeyse tecavüz ettiler. Yıllarca ‘Megali̇ i̇̇dea’ masalıyla uyutulup ‘Enosis’ rüyasıyla büyütülen Yunanlıların ilk devletçiği, işte bu tecavüzün gayri̇ meşru çocuğu olarak doğmuştu. O çocuk, 253 yıl sonra Türklerin gelmesiyle nihayet huzuru buldu. Ve bu huzur, tarihin en kullanışlı ve eli̇ kanlı kâtilleri̇ni̇ doğurdu.

Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında İstanbul’u fethettiği sırada, Adalar Denizinin öbür yakasında işler İstanbul’dakinden daha iyi değildi. 1202’de başlayıp 1204’te biten Dördüncü Haçlı Seferi, Ortodoks Rumlar için çok da iyi sonuçlanmamıştı. Venedikliler, halkı Ortodoks olan Atina’da Katolik bir dükalık kurmuştu. 1205’te kurulan bu dükalık, bugünkü Yunanistan’ın ilk ‘bağımsız’ devletçiği sayılır. En azından tarih kitapları öyle yazar. Ama 253 yıl boyunca devam eden bu dükalığın başına geçen 27 ‘dük’ün tamamının Fransız, İtalyan ve Katalan olması, yani hiçbirinin ‘Grek’ olmaması, ‘şanlı’ bir Yunan tarihi yazmak isteyenlerin elini kolunu bağladı. Zâten Yunanistan’da tarih derslerinin 600 yıllık bir dönemi pas geçmesi de, bu ‘şansızlığın’ eseridir.

Osmanlı'yı fetih için davet ettiler

253 yıl Katolik despotların elinde zulüm gören Ortodoks Yunanlılar nihayet 1458 yılında huzura kavuştu. İstanbul’u fethettikten sonra Turahanoğlu Ömer Bey’i Atina üzerine gönderen Fatih Sultan Mehmet herhangi bir direnişle karşılaşmadan şehri aldı ve Atina dükalığına son verdi. Ayrıca Venedikli despotlardan sıkılan Atinalılar da Türkleri bekliyor ve bunu da saklamıyordu. Dahası, bu Atinalıların Türkleri ilk bekleyişleri değildi.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın büyük dedesi Yıldırım Bayezid Han, Atina’yı alan ilk Osmanlı sultanıydı. Bazı kaynaklara göre Evrenos Bey, bazı kaynaklara göre ise Timurtaş Paşa, 1397 yılında bölgeye gönderildi ve Atina Osmanlı hâkimiyetine girdi. Üstelik Osmanlı’nın Atina’ya gidiş sebebi, Başpiskoposun davetiydi. Şehre hâkim olan Venediklilerin, Ortodoksların tüm gelirlerini Katolik kilisesine vermesi nedeniyle, Yıldırım Bayezid Rumlar tarafından şehri fethetmesi için davet edilmişti.

Bu ilk fethin sevinci uzun sürmedi. Osmanlı içindeki karışıklıklar nedeniyle, Atina yeniden Venediklilerin eline geçti. 1458’deki fetih ise Atina’ya 374 yıllık kesintisiz bir refah ve huzur getirdi. En azından bizim tarihimiz bunu böyle yazıyor.

Çünkü bugünkü Yunan tarihine bakılırsa, bu sürenin adı ‘işgal’ idi ve büyük bir zulümle geçmişti. Aslında geriye dönüp bakınca, 374 yıllık sözde ‘işgal’ süresince dili hiç değişmeyen, alfabesi bile aynı kalan, dinini koruyan, hatta Ortodoksluğunu bu dönemde kurtaran, bugün bir tane bile câmisi bulunmayan Atina’nın, Osmanlı dönemini çok da hayırla yâd etmemesi böyle bir millet için biraz da ‘normal’ görünüyor.

Yunanların kafası, 1789 Fransız ihtilali sonrası başlayan milliyetçilik akımları nedeniyle iyice karıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya 1800’lerin başında Yunanların kulağına ‘hürriyet ve bağımsızlık’ masalları üflemeye başlamıştı.

İlk 'Hamileri' Ruslar oldu

Osmanlı hâkimiyetindeyken de zaman zaman küçük isyanlar çıkaran Yunanların kafası, 1789 Fransız ihtilali sonrası başlayan milliyetçilik akımları nedeniyle iyice karıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya 1800’lerin başında Yunanların kulağına ‘hürriyet ve bağımsızlık’ masalları üflemeye başlamıştı. Bugüne kadar hiç gerçekten bağımsız bir devlet kuramamış olan Yunanlar da bu masallara inanarak Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya başladı.

Bugün ABD, Yunanistan’ı cephaneliğe çevirmesine bahane olarak Rusya’yı gösterse de, 1800’lü yıllardan önceki ayaklanmaların neredeyse tamamı Rusların kışkırtmasıyla gerçekleşmişti. Ortodoks kimliğini kullanan ve Yunanları ‘mezhep kardeşliği’ ile kandıran Ruslar, her fırsatta piskoposlar aracılığıyla Rumları ayaklandırdı. Rusların 1774’teki Küçük Kaynarca Antlaşması ile Yunan Ortodokslarının hâmilini resmen üstlenmesi ise Rumlar için kırılma noktası oldu.

Fransız ihtilâlinden sonra ise Paris, Yunanların isyan merkezine dönüştü. Osmanlı’dan kopmak isteyen Rum isyancılar, Paris’te Fransız ‘devrimcilerin’ tedrisinden geçerek halkı kışkırtmaya başladı. Fakat en büyük isyancı örgüt yine Rusya’da kuruldu. ‘Fliki Eterya’ isimli örgüt, Rusya’da büyütülerek İstanbul’un başına bela edildi.

Tarih böyle bir soykırım görmedi

300 yıldan fazla bir süredir huzur içinde yaşayan Rumların ‘özgürlük’ yolundaki büyük isyanının ilk adımı, 1821 yılının şubat ayında Mora’da atıldı. Ve kısa sürede önce ana karaya, sonra da Girit’e sıçradı. Rumlar o zamanlarda bugünkünden farklı insanlar değildi. ‘İsyan’ diye başlattıkları şey, aslında Osmanlı askerleriyle yaşanan sıcak çatışmalardan değil, bölgedeki Türk nüfusu katletmekten ibaretti. Özellikle Tripoliçe’de yaşananlar, katliamdan ziyade tam bir soykırımdı. Bölgedeki katliamı yöneten Yunan komutan Teodoros Kolokotronis, bir gün içinde 32.000 kişiyi katletmekle övünüyordu.

Bugün ABD, Yunanistan’ı cephaneliğe çevirmesine bahane olarak Rusya’yı gösterse de, 1800’lü yıllardan önceki ayaklanmaların neredeyse tamamı Rusların kışkırtmasıyla gerçekleşmişti.

Katliam, İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle yapıldığı için, batılı devletler bu soykırıma sessiz kaldı. Fakat yaşanan trajediyi bugüne aktaran da yine İngiliz tarihçiler oldu.

İngiliz tarihçi Walter Alison Phillips, Tripoliçe katliamını şöyle anlatıyordu:

“Üç gün boyunca şehrin sakinleri, vahşi bir çetenin kötülüğüne ve keyfine bırakıldı. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmadı. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkencelere tâbi tutuldu. Katliam o kadar büyüktü ki, Kolokotronis, şehrin kapısından hisara kadar atının ayaklarının (cesetlere basmaktan) yere hiç dokunmadığını söyledi. Şehirdeki Yunan zaferinden sonra yol kenarları cesetler ile doldu. Kadınların ve çocukların bulunduğu Müslüman kitleleri, yakınlardaki dağlarda sığır gibi doğrandı.”

Yine bir İngiliz tarihçi olan William St. Clair de, katliam sırasında Tripoliçe’de bulunan yabancı subayların gördüklerini şöyle aktarıyor:

“Paralarını sakladığı şüphe edilen tutsaklara işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hâmile olan kadınların karnı deşildi, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Cumadan pazara kadar hava çığlık sesleriyle doluydu.... Bir Yunan ‘90 kişiyi öldürdüm’ diye övünüyordu. Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çâresiz yıkıntıların arasında koşarken, Yunanlar tarafından yere atıldılar, sonra vuruldular.... Su kuyuları cesetlerle dolduruldu... Yunanistan’daki Türkler, arkalarında çok az iz bıraktılar. 1821 ilkbaharında, dünyanın geri kalanı tarafından arkalarından gözyaşı dökülmeden ve fark edilmeden âniden yok oldular. Bir zamanlar, Yunanistan’ın bütün ülkenin etrafına dağılmış büyük bir Türk nüfusuna sahip olduğuna bile inanmak zordu. Bu âilelerin arasında varlıklı çiftçiler, tüccarlar, memurlar yaşıyordu ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşamış ve buraları kendi yurtları olarak kabul etmişlerdi... Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler ve hiçbir zaman pişmanlık gösterilmedi.”

  • Hırsız içeriden olunca...
  • Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi Osmanlı’da da en büyük darbeler hep içeriden geldi. Yunanlar, Osmanlı’dan kopmak için Rusya, İngiltere ve Fransa tarafından kışkırtılıp silahlandırılırken, bugün Yunanistan sınırları içindeki Yanya’nın valisi olan Tepedelenli Ali Paşa, Padişaha karşı ayaklandı. Bölgede zaten Yunan isyanlarıyla uğraşan Padişah İkinci Mahmud, bu kez de kendi bürokratıyla uğraşmaya başladı. Ali Paşa’nın isyanı, Yanya ve Epir bölgesindeki Yunan isyanlarını daha da azdırdı. Ali Paşa isyanı 1822’de bastırılıp, kendisi de idam edildiğinde, bugünkü Yunanistan’ın kurulmasına yol açan büyük ‘Yunan isyanı’ çoktan yolu yarılamıştı.

Batının 'Mükemmel Zamanlamalı' müdahalesi

Yunanlı kâtillerin ‘hürriyet’ nidalarıyla yaptıkları Türk katliamı 6 yıl boyunca devam etti ve Adalar Denizi’nin öte yakasında tek bir Türk bile kalmadı. Bu arada içeride hâinler, dışarıda ise Ruslar ve İngilizlerle uğraşan Osmanlı ordusu da boş durmuyor, kâtil Rumlara karşı şehitler vererek ilerleme sağlıyordu. Hatta 1827 yılına gelindiğinde, Osmanlı ayaklanmayı neredeyse bitirmek üzereydi. Ordu, Mora’ya güneyden ve kuzeyden girdi ve isyancıları çembere aldı. Donanma, Navarin Limanı’na demirledi. Ve klasik ‘batı müdahalesi’ de tam o günlerde geldi. Yunanistan’a bağımsızlığının verilmesini isteyen Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bu istekleri, İkinci Mahmud tarafından reddedilince, bu üç ülke büyük bir donanma toplayıp Navarin’e doğru yola çıktı. Mora yarımadasındaki isyanı Navarin limanında dizginleyen Osmanlı gemileri, üç ülkenin savaş gemileri tarafından yok edildi. Osmanlı ve Mısır donanmasının uğradığı bu ağır yenilgi sonrası, Yunanlar bugünkü Yunanistan’ın tamamında isyanı genişletti ve akıl almaz katliamlarına devam etti.

‘Yunan Krallığı’ Ruslar sayesinde kuruldu

Aldığı yenilgiler, Müslüman- Türk tebaasının uğradığı katliamlar ve Rusların baskısına daha fazla dayanamayan Osmanlı, Rusya’nın dayattığı Edirne Anlaşmasını 1829 yılında kabul etmek zorunda kaldı. Antlaşmanın adının ‘Edirne’ olmasının nedeni ise, Yunan isyanından faydalanan Rusların 1828’de Osmanlı’ya karşı savaş ilan etmesi ve 1829’da batıda Edirne, doğuda ise Erzurum’a kadar ilerlemesiydi. Yani Yunanların sözde özgürlük savaşı, Osmanlı için sadece büyük bir katliama değil, aynı zamanda o güne kadarki en büyük hezimetlerden birine de sebep olmuştu. İngiliz, Fransız ve Rusların kullanışlı kâtili Yunanlar, çöküşün de fitilini ateşlemişti.

Osmanlı İmparatorluğu antlaşmanın 10. maddesi gereğince, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul ediyor ve ‘Yunan Krallığı’nı resmen tanıyordu. Ama bu durum elbette antlaşmada bu şekilde ifade edilmiyordu. Çünkü Yunan Krallığı denilen şey, 6 Temmuz 1827’de yani daha Osmanlı-Rus savaşı başlamadan önce Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Londra’da kendi aralarında yaptıkları toplantıda kurulmuş ve Edirne Antlaşmasında Osmanlı’ya sadece bunu tanımak düşmüştü.

  • Hiçbir Türk 1821 sonbaharını göremedi
  • Aslında Rumlar için yapacak fazla bir katliam kalmamıştı, çünkü 1827 yılına gelene kadar Yunan topraklarında neredeyse hiç Türk bırakmamışlardı. Hatta Osmanlı donanmasının yok edildiği Navarin şehri, bu olaydan 6 yıl önce 1821 yılında tüm Türklerden ‘temizlenmişti.’ Şehri kuşatan Rumlar, 3000 Türkü Mısır’a göndereceklerini söyleyerek şehri teslim almış, kapılar açılır açılmaz da hepsini katletmişti. İskoç tarihçi George Finlay, bir Rum papazın şahitliğine dayanarak soykırımı şöyle kaleme almıştı:
  • “Mermiler ve kılıçlarla yaralanmış kadınlar kaçmak umuduyla denize koştu, bu sırada kasten vuruldular. Kollarında bebekleri olan annelerin kıyafetleri çalındı ve tek gizlenme yeri olan denize koştular, suda çömelirken insan olmayan tüfekli askerler tarafından vuruldular. Yunanlar bebekleri annelerinin kollarından aldı ve kayalara vurdu. Üç ve dört yaşlarındaki çocuklar denize atılarak boğuldu. Katliam bittiğinde, cesetler ya denize atıldı ya da sahile yığıldı.”
  • 1821 yılının ilkbaharında bugünkü Yunanistan’da 50 bin ile 100 bin arasında Türk yaşıyordu.
  • 1821 sonbaharına gelindiğinde ise bu Türklerden yaşayan hiç kimse kalmamıştı.

Bir tane bile 'Yunanlı' kral görmediler

Nihayet yıllar sonra kendilerine ait bir devlete sahip olduklarını sanan Yunanların boyunlarındaki tasmayı fark etmesi fazla uzun sürmedi. 1829 Edirne antlaşmasını Osmanlı’ya dayatıp, bir Yunan Krallığı kurulmuştu, ama Yunanların bir krallığı yürütebilecek kadar akıllı olmadığını ve bu kâtil sürüsüne devlet falan teslim edilmeyeceğini en iyi bilenler de, yine o antlaşmayı yazan Rusya, İngiltere, Fransa’ydı. Mayıs 1832’de yeni bir antlaşma hazırlayan bu üçlü, yeni kurdukları bu tasmalı krallığa son şeklini verdi. Adına ‘İstanbul Anlaşması’ dedikleri ahitname ile ülkenin sınırları çizildi. Attika ve Mora yarımadaları, bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar, Eğriboz dâhil yüzlerce ada Yunanistan’a bağlandı. Ama en büyük sürpriz en sona bırakıldı.

Tarih 600 yıl sonra tekerrür ediyordu. Tarihte ilk defa kendilerine ait bir krallık kurduklarını sanan Yunanların başına, yine Yunan olmayan biri, Bavyera Kralı Louis’in oğlu Otto getirildi. 600 yıl önce kurulan Atina Dükalığı’nda olduğu gibi, Yunanistan’ın Yunanlara bırakılamayacak kadar değerli olduğunu bilen Avrupalılara göre, Yunanların kendilerini yönetebilecek kadar bile aklı yoktu.

Fakat bu durum, Yunanları o kadar da rahatsız etmedi. Yeni krallarını bağrına basan Yunanlar, 60 yıl kadar daha huzur içinde yaşamaya devam etti. Ta ki boyunduruğu altında yaşadıkları devletler yeni bir savaşa girene ve Yunanların canı da yeniden kan çekene kadar.

Birinci dünya savaşı: İpleri kime versek?

1897’de yeniden Osmanlı hâkimiyetine girmekten Rusya’nın bir telgrafıyla kıl payı kurtulan Yunanlar, 17 yıl sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda daha temkinliydi.

1897’de yeniden Osmanlı hâkimiyetine girmekten Rusya’nın bir telgrafıyla kıl payı kurtulan Yunanlar, 17 yıl sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda daha temkinliydi. Savaş 1914 yazında patlak verdiğinde, Yunanistan’da kral ve başbakan arasında ‘kimden yana olalım’ kavgası yaşanıyordu. 3 yıl boyunca iplerini verecek taraf arayan Avrupa’nın kuklası, kararını ancak 1917’de verebildi.

Başbakan Venizelos, savaşta İtilaf Devletleri’nin yani İngiltere, Rusya ve Fransa’nın yanında yer almak istiyordu. Kendisi de bir Alman olan Kral Konstantin ise tarafsız kalmak istiyor ama ille de girilecekse, Almanya’nın yanında yer alınması gerektiğini söylüyordu. Aralarında anlaşmazlık varmış gibi görünse bile amaçları aynıydı. İki isim de ülkelerini, Osmanlı “tehdidine” karşı korumak ve Kıbrıs ile Anadolu’yu alarak, Megali İdea’yı gerçekleştirerek “Büyük Yunanistan”ı kurmak istiyordu.

Yunanistan bu konuda o kadar çekimserdi ki, İngiltere’nin baskılarına rağmen, 1915’teki Çanakkale savaşına bile katılmamıştı. Zâten Çanakkale’de İngiliz ve Fransızların yaşadığı hezimet nedeniyle, kimin yanında savaşa gireceklerine karar vermeleri 2 yıl daha uzadı.

İngilizler söz dinlemeyen kralı devirdi

Yunanistan’ın bu kararsızlığına bir son vermek isteyen İngiltere, klasik yöntemlerinden birini devreye soktu ve zaten kendi atadığı kralı 1917’de devirdi. İktidarı eline geçiren Venizelos’un, böylece Osmanlı’ya karşı İngiltere yanında savaşa girmesinin önünde hiçbir engel kalmadı.

Yunanlar savaşa girdikten kısa süre sonra Birinci Dünya Savaşı sona erdi. İtilaf Devletleri, dolayısıyla Yunan tarafı savaşı kazandı. Ama galip devletler ve Yunanistan’ın gözü doymadığı için Osmanlı Devleti için savaş yeni başlıyordu. Herkes Osmanlı pastasından bir dilim istiyordu. Yunanlar ise kendi uydurdukları ‘Büyük Yunanistan’ hayalini gerçekleştirmenin tam zamanı olduğunu düşünüyordu. Trakya, İstanbul, Marmara ve Akdeniz’e kadar tüm Ege’yi almak için Anadolu’ya girdi. Hikâyenin bundan sonrası malûm. Büyük Yunanistan hayali, son Yunan askerlerinin denize doğru koşmasıyla son buldu. Tabii ki koşarken bile eski huylarından vazgeçmediler ve Anadolu’da katliamlar yapıp, İzmir’i ateşe verdiler.

  • Bütün Yunanistan'ın 30 günlük işi var
  • 93 Harbi’nin ardından Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Ahitnamesi, Avrupalı devletlerin işine gelmediği için aynı yıl Berlin Anlaşması adı altında yenilendi. Anlaşmayla Osmanlı, Balkanlarda büyük toprak kayıpları yaşadı. Ortada Yunanları ilgilendiren bir durum olmamasına rağmen anlaşmaya taraf batılı devletler, Teselya’yı da Yunanistan’a verdiler. Batının bu kıyağı ile yeniden şımaran Yunanlılar yine rahat duramadı. Anadolu ve Girit’teki Rumları kışkırtarak, Osmanlı’dan yeni tavizler almaya çalıştı. Hedefleri Girit ve Yanya’yı ele geçirmekti.
  • Sultan 2. Abdülhamid, Yunan şımarıklığına son vermek için 1897’de Yunanistan Krallığı’na savaş ilan etti. Batının kendisini savunacağını sanan Yunanlar, 75 bin kişilik bir ordu ile savaşı memnuniyetle kabul etti. Fakat Avrupalı devletler ve Rusya, Yunanistan Krallığını kurduklarında, Rumlara ‘sakın daha fazla genişlemeye çalışmayın’ uyarısı yapmıştı. Ve bu kez Yunanlara yardım etme konusunda kendi aralarında birlik sağlayamamışlardı. Savaş 17 Nisan 1897’de başladı ve Osmanlı ordusu 17 Mayıs’ta Atina kapılarına dayanmıştı. Arkasında batılı devletler olmayan Yunanistan, bir ay içinde tüm ülkeyi teslim etme durumuna gelmişti. Zaten savaşın adı da tarihe ‘30 gün savaşı’ olarak geçti. Avrupalı devletlerin bir şey yapmayacağını anlayan Rus Çarı II. Nikolay, 2. Abdülhamid’e bizzat telgraf çekerek, savaşın durdurulmasını talep etti. Padişahın emriyle, 19 Mayıs’ta Osmanlı ordusu fiilen savaşı kesti ve ertesi gün de Yunanları kurtaran anlaşma imzalandı. O telgraf, Yunanistan’ı yok olmaktan kurtaran telgraftı.

100 yıllık kuyruk acısı: Küçük Asya felaketi

Bu hezimet Yunan tarihine ‘Küçük Asya Faciası’ olarak geçti. Osmanlı’dan istediği intikamı alamayan, Büyük Yunanistan hayali de suya düşen Yunanlar büyük bir buhrana düştü. Bu ağır yenilginin utancıyla ve belki biraz da ellerinde öldürecek Türk kalmadığından, halkı sakinleştirmek için mağlubiyetin en büyük sorumlularını infâz etti. ‘Altılar davası’ olarak bilinen yargılama sonucunda, Başbakan Dimitrios Gunaris ve General Yeoryos Hacıanestis başta olmak üzere savaşın 6 önemli ismi, Yunanistan’da bir aşağılama şekli olarak kabul edilen ‘sandalyeye ters oturtulmuş şekilde’ sırtlarından vurularak öldürüldü. Malûm, en iyi bildikleri şey de silahsız insanları sırtından vurmaktı.

‘Küçük Asya Felaketi’, Yunan tarihinin en büyük hezimeti ve Helenizm rüyasının da dönüm noktası olarak kabul edilir. Yunanlar, bu hayale hiç bu kadar yaklaşmamış ama tarihleri boyunca da hiç bu kadar büyük bir hezimet yaşamamışlardı. Bugün Yunanistan’ın attığı agresif adımların, her Yunan ırkçısının içindeki Türk düşmanlığının temelinde de bu yatar. Ne Kıbrıs’ta yapılan katliamlar, ne de Batı Trakya’daki zulümler, Yunanların içindeki kuyruk acısını dindiremedi. 2003 yılında resmen başlayan Doğu Akdeniz gerilimi de, adalar krizi de Yunanistan’ın ‘Megali İdea’ ve ‘Enosis’ hayallerinin bir parçasıydı.

Fakat tüm güncel gerilimlerden sıyrılıp büyük resme baktığımızda, karşımızda bâzen Avrupalı devletlerin, bâzen Rusya’nın ve şimdi de ABD’nin yani o gün hangi devlet güçlüyse onun kullandığı, masum sivilleri öldürmekten başka bir ‘yeteneği’, boş hayaller peşinde koşmaktan başka ‘ideâli’ olmayan, bu ideâli ve yeteneği nedeniyle de güçlü devletlerin elinde kukla olmaktan öteye geçemeyen kullanışlı bir katil milletten başka bir şey görünmüyor.

Küçük Asya Felaketi nasıl ki Helenizm rüyası için dönüm noktası olmuşsa, Yunanistan’ın agresif tutumunun yol açacağı yakın gelecekteki felaket de muhtemelen bu kifayetsiz muhterislerin aynı rüyadan uyandığı gün olarak tarihe geçecek.

İngilizler ve müttefikleri, Doğu ve Kuzeydeki petrol sahalarına el koymak için 1920’lerde Yunanlıları ‘Megali İdea’ gazıyla Anadolu’ya saldırmıştı. Bugün ise birkaç yüz yılda bile ödemesi imkânsız borçları yüzünden Avrupa ve Amerika’nın el koyduğu Yunanistan, yine Türkiye’nin dikkatlerini dağıtmak için sahipleri adına havlatılıyor. Ama pek çok Yunan bunun farkında bile değil!