His iptali

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

Hangi dünya görüşüne veya hayat anlayışına sahip olursa olsun, sonuçta bir şekilde maddi yahut manevi bir haz elde etmek için çalışır insan. Karnını tıkabasa doldurmak da haz, hemcinsine emretmek de, çiftleşmek de. Ve hatta kendisine değil, başkalarına önem vermek diğergâmlığı da haz, bilgi edinmek veya edindirmek de. Evet, beheri de farklı şekillerde ulaşılan, farklı tarzda birer haz.

Aykut Özgel’e

“İnsan acı çekmek isteyen yegâne varlıktır.” dersem...

Yakıştıramazsınız bunu insanoğluna değil mi? Kıyamazsınız.

İçiniz ürperir. Ruhunuz üşür. Üstelik türümüze yönelik bir saldırı gibi algılarsınız bu ithamı. Pek ağır bir hakaret sayarsınız en azından. “Ne münasebet” demeden edemezsiniz. “Hem ne diye bile-isteye acı çekmek ister ki biri? Deli mi ne!” diye düşünürsünüz. Zihnimizin bize öğretildiği tarzdaki çalışma düzenine göre saçma bir iddiadır bu. Üstelik zihinde belki bir şekilde tebellür eden bu iddianın ispatı mahiyetinde, dışarıda böyle insanların varlığına tesadüf etmediğinizi hatırlar, o bir ânlık kuşkunuzdan dolayı kendinize hafifçe içerler ve nihayetinde ferahlarsınız. Aklı başında birinin, bilerek ve isteyerek acı çekmeyi istemesi mümkün mü? Sapık falan değilse tabii.

MANÂ YERINE MADDE

Ne ki ‘acı hakikat’ pek öyle değil. Birçok ahvalde insanın acı çekmeyi istediği durumlar vaki. Kolaylıkla kabullenilecek bir örnekle başlayalım. İnsan manevi bir ıstıraba garkolduğunda ve bu ıstıraptan uzun vakitlerdir kurtulamadığında yapacağı en makul davranışlardan biri, bedeninin münasip bir yerine küçük bir yara açmak. Hızla iyileşebilecek o maddi yara, ruhun yarasını elbette iyileştirmeyecek. Ne ki muvakkaten unutturabilecek ya. Ruhun ıstırabı yerine bedenin acısı. Fakat insan asıl, daha büyük bir acıdan kaçmak için nispeten kabul edilebilir başka bir acının duldasına sığınmayı tercih eder. Tefrik edemeden tercih edegeldiğimiz tavrımız...

Öte yandan, işin aslını açık yüreklilikle ifade etmenin sırası geldi: İnsan acı çekmek istediği her durum ve şartta bu isteğini rahatlıkla yerine getirebilir. Yeter ki canı gönülden istesin. Şartlar, imkânlar ve yer ehemmiyetini kaybeder. Beherini bu isteği doğrultusunda dilediği kadar maharetle revize edebilir. İnsan acı çekmek isteyen bir varlık. Ve şiddetle acı çektirmek isteyen. Asıl garabet şurada: İnsan acı çektiğinde de kendini yüceltir, acı çektirdiğinde de.

SINIRLERINI ALDIRMAK

Yine çevrenizde bazı insanlara rastlarsınız. Üzülmezler, sinirlenmezler, öfkelenmezler, kızmazlar, dolayısıyla bağırmazlar, çağırmazlar. Üzerlerine şıp diye oturan şık bir elbise gibi kuşanmışlardır sükûneti. Hatta zaman zaman özenmeden edemeyiz böylelerine. Melekleşmişlerdir adeta. Öyle ya, herkesle iyi geçinmenin, incinmemenin ve incitmemenin o esrarlı sırrına vukufiyet kesbetmiş bir pir edasıyla bütün eza ve cefadan münezzeh ömür sürdürürler. Belli bir saygınlıkları da vardır. Söylediklerini dinletir, çoğun yaptırırlar da. Bu çeşit insanlar için medih gayesiyle “Falanca sinirlerini aldırmış.” tarzında övücü cümlelere de rastlarsınız. İyi ama sinirler insan ‘bedeninde’ birer fazlalık mı? Bir yanlışlık mı var insanın yaradılışında? Haşa! Yoksa insan siniriyle mi insan? Öfkesiyle mi? Daha doğrusu insan öfke sahibi ama aynı zamanda öfkesine sahip çıkabilen bir varlık olmak mecburiyetinde mi?

Hakiki manâsıyla sükûnete ermek ile onun ‘mış gibi yapmak’ tarzındaki taklidi arasındaki o devasa mahiyet farkını ne yapacağız? İnsanın sinirlerini aldırarak tepkisizleşmesinin, daha doğrusu kendisine bir nevi his münafıklığı icat etmesinin methedilecek hangi tarafı var? Bu tür insanların artması ile insanın yaradılış gayesine uzaklaşması arasındaki ters ilişkiyi hangi mühendis formüle edecek? Bir de modern zamanların kendi sisteminin menfaati için ürettiği bir tavsiye var; öfke kontrolü dedikleri. Öfkenin ortaya çıkış şartlarını bertaraf etmeye yanaşma; (Bunu nasıl becereceğini bilmiyorsun çünkü.) onun yerine öfkeni bastırmaya çalış. O bastırdığımız öfkemiz nereye gidiyor peki? Buharlaşıyor mu? Yoksa üç vakte kadar depresyona dönüşüp öyle mi tezahür ediyor? Üretim devam etmeli, değil mi? İnsan telef olmuş, ne gam!

HISLERDEN FEDAKÂRLIK EDEBILMEK

Öte yandan bazı insanların gayet mahir bir şekilde benliklerini, kendi tahassüslerini bile hissedemeyecek bir şekilde ‘eğitebildikleri’ herkesin malûmu. Garip bir usûl bu. Ama aynı zamanda tam da insana göre. Acılarını hissetmemek için bütün hislerini iptal etmeyi göze alabilmek. Ne yüce bir fedakârlık. Topluluk içerisindeyken şıppadanak tanıyamazsınız bu çeşit insanları. Kendilerini hemencik ele vermezler. Uzman değilseniz, ancak uzun süreli ilişkilerin ardından bu çeşit insanları ötekilerden ayırdedebilirsiniz. O da en fazla kritik durumlarda aldıkları tavırları gözünüzden kaçmazsa.

Muhteşem bir kamuflaj yeteneğine de kavuşabilirler bu güya fedakârlıkları süresince. Elbette her insan zaman zaman bu çeşit bir davranışı tercih edebilir. Ondan söz etmediğim açık. Mesele bunu istisnadan çıkarıp esasa dönüştürende. Bahsettiğim bu tür insanların ne diye böyle davranmayı tercih ettikleri sahiden de merak edilesi. Mücadele etmek varken, (Yani insanlığını keşfetmek...) pes edip bu bir çeşit intiharı ululamaya onları hangi ruh ve zihin durumu sürüklüyor? İnsaniyetin en temel vasfı hissetmek değil miydi?

BANA HAZZINI SÖYLE

Hangi dünya görüşüne veya hayat anlayışına sahip olursa olsun, sonuçta bir şekilde maddi yahut manevi bir haz elde etmek için çalışır insan. Karnını tıkabasa doldurmak da haz, hemcinsine emretmek de, çiftleşmek de. Ve hatta kendisine değil, başkalarına önem vermek diğergâmlığı da haz, bilgi edinmek veya edindirmek de. Evet, beheri de farklı şekillerde ulaşılan, farklı tarzda birer haz. Ne ki bu davranışların beherinde de haz esas. En süflisinden en ulvisine. Farkları da, kıymetleri de neticelerinden değil, keyfiyetlerinden. Öte yandan haz alabilmek için de hisse muhtacız. Fakat bir kısım insan, türlü türlü hazların hepsinden de ne adına ilânihaye vazgeçebilmekte? Bu göründüğünden çetin sorunun karşılığına denk düşmeye aday şöyle bir tespite ne dersiniz?

Bir insanın kendi hislerini iptal etmesinin asıl sebebi, yaşadığı acıları artık hissetmeme beklentisi değil; tersine, başkalarının çektiği acıları hissetmeme talebi. Bu uğurda vazgeçiyor kişi hazlarından. İyi ama bu da bir çeşit takdir edilesi fedakârlık değil mi? Değil! Şöyle düşünelim: Bir insanın başkaları için kendi hislerinden vazgeçtiği bir durumda ‘başkaları’ her daim yakınları: Ailesi, arkadaşları, ahbapları, tanıdıkları, komşuları filân. Dolayısıyla burada hislerini iptal eden kişi, aslında kendi acılarını hissetmemek için böyle yapmıyor; tam tersine, karşısındakine ne kadar acı çektirdiğini hissetmemek için hislerini iptal ediyor. Moda ifadesiyle empati kurmamak için. Bu mükellefiyetinden kendini azat edebilmek için. Yani his iptali meselesinde aslında bir fedakârlıktan değil, katmerli bir zulümden bahsediyoruz.